MK KURMAK, TURŞU KURMAKTAN KOLAYDIR
Biliyorum, başarı hoşunuza gidiyor ve zaten kimin hoşuna gitmez ki. Sitenin bu aydaki günlük tıklama ortalaması 730 kadar. 1960’lı yılların Cumhuriyet gazetesi gibi renksiz, resimsiz yayınlanan politik bir site için iyi bir rakam. Oldukça iyi bir rakam…
Biliyor musunuz, biraz ukala bir tipimdir. Fırat Haber Ajansı’nda yayınlanan yazılarımın ortalama okur sayısının 20 bin olduğunu öğrenince şöyle düşündüm: Bu kadar insan tarafından okunmak benim için bir onurdur. Aynı zamanda okurun kalitesini de gösterir. Kaliteyi anlıyorlar ve okuyorlar.
Aynı saptamayı bu site için de yapmak mümkündür. Bir yandan hiç de az sayılamayacak bir okur kitlesine hitap edebilmek bizim için hem onurdur hem de önemli sorumluluklar yüklemektedir. Ama aynı zamanda okurun kalitesini de göstermektedir. Okur kaliteye ilgi gösteriyor ve okuyor.
Eskiden de belirtmiştim: Kalite her yerde yolunu açar. Kalite dediğim zaman ortalama alınarak bulunan kaliteden söz ediyorum. Bu kadar çok yazı yayınlanan bir sitede, ben de dahil olmak üzere, hiç kimse sürekli olarak çok iyi yazı yazamaz. Önemli olan, ortalamanın iyi olmasıdır ve bunu da sağlayabiliyoruz.
BİRAZ EĞLENELİM
Bugün yılbaşı. Herkes eğleniyor. Ben de bir soru sorup sizleri eğlendirmeye çalışayım: Miro, İbrahim Yalçın’ın cezaevi anılarına neden bu kadar kızıyor?
Bunun mantıklı bir nedenini bulamazsınız. Kendisi değil o cezaevlerinde yatmak, onları dışarıdan bile görmemiştir. Söylenecek bir şey varsa, orada o dönemde yatmış olanlardan gelmelidir. Bunun böyle olması gerektiğini de normal aklı olan herkes düşünür. Neden o zaman?
Sizlere adını unuttuğum bir filmden bir sahneyi aktarayım. Kemal Sunal ve Şener Şen’in birlikte oynadıkları bir filmdi, adını hatırlamıyorum. Şener Şen köyün ağası. Kemal Sunal da köyün yoksullarından. Para kazanmak için köye tuvalet yapar. Kapılı, tahta bir tuvalet ve ağayı da açılış için davet eder. Ağa gelir, bekleşen köylüleri görür ve “olmaz” der. “Sen ne yaptığını sanıyorsun? Ben şimdi edeceğim, arkadan gelen de ağanın bokunun üzerine edecek! Olur mu öyle şey!”
Mesele budur!
Devrimci hareketin en fazla cezaevi gezmiş bu büyük lideri bir şey anlatamıyor. İbrahim de maşallah anlatıyor da anlatıyor. Ağanın bokunun üzerine edersen tabii ki ağayı kızdırırsın …
MERKEZ KOMİTESİ KURMAK
Önceki yazımda belirtmiştim, Acilciler’de Ocak 1981’de garip bir Politik Büro kurulmuştu. Normalde bu organ MK’nın üzerinde olur, ama MK yoktu, çünkü adam yoktu.
Miro’nun yazısından öğrendiğime göre, Mayıs 1982’de genişletilmiş MK toplantısı icra edilmiş. Yahu MK yoktu ki genişletilmişi olsun…
Ya da belki de bu arada haberim olmadan kurulmuştur. MK kurmakta ne var! Turşu kurmaktan kolaydır. Sen, sen, sen gelin buraya. MK’sınız, dersin, olur biter. Bu bize özgü bir durum da değil. Sol harekette elini sallasan MK’ya çarpar.
Ne kadar fazla MK üyesi varmış yahu. İçlerinde kaliteli kişiler de bulunmakla birlikte, genellikle sapı silik tiplerdir. MK üyesi olunca kendini bir halt sanan tipler…
Bakın size değişik ve gerçek bir MK hikâyesi anlatayım. Yıl 1983, Ekim ayı. Ben TKEP’te Almanya örgütü sekreteriyim, MK üyesi değilim. TKEP’te MK Plenumu yapılıyor ve MK’nın yarısı TKP’ye katılma kararı alıyor. Sert tartışmaların yaşandığı fırtınalı bir Plenum oluyor. Hepsi bu kadar!
Kimse kimseyi Muhabarat’a ihbar etmiyor ya da birbiri hakkında infaz kararı vermiyor. Bu özellikler Miro’ya özgüdür…
TKP’yi seçen MK üyeleri hem TKP yöneticileriyle görüşmek hem de ilk parti örgütlerinin TKP’ye geçmesini sağlamak için Avrupa’ya geliyorlar. Fransa’da TKP’nin de yardımıyla iltica işlemleri çok kısa sürede bitiyor ve pasaportlarını da alıyorlar. İstikamet Avrupa’daki iki parti örgütü: Almanya ve İsviçre.
MK’nın öteki yarısı ise Türkiye örgütlenmesine büyük oranda hakim durumda, ama Avrupa’da kopma başlarsa, 12 Eylül koşullarında bu iş nereye gider, pek de bilinemiyor. Ben TKP’li değilim. Almanya parti örgütü de değil, ama karşımızda MK’nın yarısı var. Neyse ki, bütün parti örgütlerinin olduğu gibi bizim de tüzüksel haklarımız var. Kendi iç işlerimizde ya da kendi bölgemizde parti çizgisi içinde kalmak koşuluyla özerkliğimiz var. Parti örgütlerinin sekreterleri de yukarıdan atanmıyor, sekreterlerini kendileri seçiyorlar. Özerkliğimize kimseyi karıştırtmayız, burası tamam da, bunun ötesinde ne yapacağız?
Almanya düşerse, İsviçre çok kolay düşer. Üstüne üstelik, karşımızda TKP’nin o yıllardaki en güçlü örgütü, Almanya örgütü var. MK’nın yarısıyla uzun boylu tartıştık. Bizi ikna edemediler. İstedikleri, TKP ile eylem birliği yapmamızdı. Kabul ettik. Ne yapılmak istendiğini biliyordum, “Eylem birliği içinde TKP bunları nasıl olsa yiyip yutar!..” diye düşünülüyordu. İlk bakışta yanlış bir düşünce olduğu da söylenemez.
TKP’ye sövüp sayarak da kendimizi koruyamayız. Tek yol vardı: Almanya’da iyi politika üretmek. Türkiye politikasında TKP ile zaten ayrıydık. İşin bu tarafı açıktı. Ama sadece Türkiye politikasında ayrılık temelinde Almanya’da dikiş tutturamazsın. Sen bu ülkede ne söylüyorsun?
O güne kadar Almanya’da çalışma ve örgütlenme ile ilgili iki odak vardı: Devrimci İşçi (Devrimci Yol’un Avrupa örgütlenmesinin adı) ve FİDEF (TKP’ye bağlı bir işçi federasyonu). Daha Paris’te iken Devrimci İşçi dergisinin bütün sayılarını okumuş ve Avrupa politikasına yönelik olarak da kendileriyle konuşmuş tartışmıştım. FİDEF’in ilgili bütün yayınlarını da hemen hemen okumuş gibiydim.
Biz farklı bir politika formüle ettik. Her iki odakla da yakın yanlarımız vardı, ama ayrı bir çizgimiz de vardı. Avrupa yayını Emek, bizim elimizdeydi. Bu çizgiyi orada işledik ve öteki çizgileri de eleştirdik. Bunun bütün Avrupa çapında etkisi oldu. MK’nın TKP yanlısı yarısı bu işten hiç hoşlanmıyordu ama konu hakkında konuşabilecek durumu bile yoktu.
Almanya’da bir sempatizan bile TKP’ye geçmedi. Hepimiz çok yorulduk. Konuşmak ve yazmakla yetinemezdik, aynı zamanda yapmamız da gerekiyordu. Sayımız azdı ve çok koşturmak zorunda kaldık. Başarısızlık MK’nın buradaki yarısını kendi içinde böldü.
TKP (B)’den geçmiş olan Alptekin’i (Koray Anger) aralarından uzaklaştırdılar. Politik düşüncelerimiz ayrıydı ama iyi ilişkim olan bir arkadaştı. Gelişmiş bir kültür düzeyine sahipti.
Bir kişi Avrupa’da kaldı, kalanı da Türkiye’ye döndü. Hepsi aranıyordu, ama politik amaçları için takdir edilecek bir davranış gösterdiler ve Türkiye örgütlerini ikna etmek için ülkeye gittiler. Miro gibi 12 Eylül bile gelmeden önce tabanları yağlayıp sıvışanlar utansın!
Arkasından İsviçre çıkarmasını yaptık ve tabanın üçte ikisini aldık. Almanya örgütü, 12 Eylül koşullarında üç yasa dışı yayın organı çıkaran ve dağıtan İstanbul örgütüyle birlikte parti içinde neredeyse efsane olmuştu. Üstüne üstelik MK üyesi olmadığım halde partiyi Sol Birlik’te temsil görevi de bana verilmişti. MK’nın muhalif tarafı bile, “Engin bu işlerden iyi anlıyor!..” gerekçesiyle karşı çıkmamıştı. Tabii MK’nin öteki tarafının amansız bastırması da vardı: “Partiyi parti politikasını savunan temsil eder, siz edemezsiniz.”
İyi de, her hafta bilmem kaç tane toplantı var. Hangisine yetişeceksiniz? Sol Birlik merkezi toplantısı, Sol Birlik gazetesi toplantısı, dernekler platformu, başka siyasetlerle birlikte yapılan eylem birliği toplantıları. Her gün bir toplantıya gitsen yine yetişemezsin.
Almanya Komitesi’nden Hüseyin’e, “Bu toplantıların bir bölümüne sen git!..” dedim. “Olmaz, dedi. Bu toplantılara katılanların hepsi ya MK ya da Politik Büro üyesi. Ben sadece bir parti üyesiyim, orada ezilirim.”
“Merak etme, dedim. İki toplantıya birlikte gidelim. Sen konuşma ve sadece insanların ne konuştuklarına dikkat et. Toplantıdan sonra değerlendirme yaparız.”
İki kere böyle yaptık. “Kim hangi düşünceyi neden savundu, kim filanca şeyi neden istedi? Biz buna karşı ne yapabiliriz?”
Bunları konuştuk. Ardından Hüseyin’i tutabilene aşk olsun! Benim yüküm de hafifledi.
KISSADAN HİSSE
İnsanların sahip oldukları ünvanlar değil, kaliteleri önemlidir. Ne MK üyeleri gördük, sıradan sempatizandan farkı yoktu. Ben de eski konumumu koruyamadım. “Avrupa’yı partiye getiren adam” gibi abartılı bir değerlendirmeyle, TKP yanlılarıyla ayrışmanın hemen ardından MK’ya alındım.
Eskiden beri şuna inanırım: Ünvanı kaldır, geriye ne kalıyor? İnsan işte o kalandır. O kalan ne ise, sen osun. Genel Sekreter ya da Genel Soytarı Miro’yu ve sapı silik bazı MK üyelerini görünce, insan bu tespitin doğruluğuna iyice inanıyor. Miro’nun hiçbir özelliği yok. İnsan olarak da beş para etmez. Bizim gibi ünvansız insanlar karşısında perişan olması da buradan kaynaklanıyor.
31 Aralık 2010