ACİLCİLER'DEN MUHABARAT ACİLCİLERİ'NE


Bu süreç sitedeki değişik yazılarda ayrıntılı olarak anlatıldı. Başlangıçta bizi ilgilendiren, Mihrac Ural’ın Muhabarat elemanı olup olmaması değildi. Suriye Acilcileri’nin ya da Muhabarat Acilcileri’nin bu gizli servisle olan ilişkisi de değildi. Bu durum eskiden beri ayan beyan ortadaydı. O kadar ki, İbrahim 1987’de Suriye’ye geldiğinde, bu ülkede bulunan devrimci örgütlerin Acilciler ile ilişkilerinde mesafeli davrandıklarını yazdı. Nedeni şuydu: Acilciler, Muhabarat’a değişik devrimci örgütler hakkında rapor veriyorlardı.

Bizi asıl ilgilendiren, Mihrac Ural ile Muhabarat ilişkisinin daha önce, Mihrac Ural Türkiye’de iken başlaması konusuydu. Bu konuda, sitenin en çok okunan yazısına, “Mihrac Ural ajan mıydı?” başlıklı yazıya bakılabilir. Sonuçta, Mihrac Ural’ın daha 1976’da Muhabarat tarafından içimize sızdırılmış bir ajan olduğunu ortaya çıkardık.

Bu yazıda yeni olarak neyi anlatacağıma gelince... İnsan bazı gelişmeleri zamanında görmeyebilir. İnsan, geçmiş alışkanlıklarının uzantısı olarak, gördüğü bazı gelişmeleri bir süre kabul etmeyebilir. Durum ortadadır ama kişi görmek istemediği için görmüyordur. Bunların hepsi olabilir, anlaşılır şeylerdir.

Burada soru şudur:Kör gözüne parmağım!..” denilebilecek kadar açık olan durumu, Mihrac Ural’ın Muhabarat ile birlikte çalışmasını, Suriye’deki Acilciler’in Muhabarat’ın devrimci hareket içindeki uzantısı olduğunu nasıl göremediniz? Dışımızdaki örgütlerin bile gördüğünü içimizdeki bazı arkadaşlar neden göremediler ya da görebilmek için uzun zaman geçmesi gerekti? Evet, Mihrac Ural ve çetesi son derece pis işler yaptılar. Peki ama onun bu numaralarını, ihanetlerini, alçaklıklarını yutanlar ne yapıyorlardı?

Burada iki açıklama yapılabilir:

Birincisi; Psikolojik bir durum vardır. Bu durumu eşleri tarafından aldatılan kadınların durumuna benzetebiliriz. Çok kişi adamın başka kadınla ilişkisini bilir, en son duyan ise kendi eşidir. Ya hiç kuşkulanmaz ya da kuşkulansa bile yakıştıramadığı için kabul etmez. Ama gerçek gerçektir ve bir süre sonra insanın gözünün içine girer. Artık reddedilebilecek yanı kalmamıştır. Burada çok kişinin bildiği bir gerçeği bir türlü kabul edememenin önemli bir nedeni, o gerçeğin kişinin kendisini de vurmasıdır. İnsan ister istemez, “Nasıl oldu da bu kadar zamandır göremedim?..” diye kendine sorar hatta kendini suçlar. Bu işin psikolojik boyutudur.

İkinci açıklama ise daha ayrıntılı ve önemlidir: Değişik arkadaşlar Mihrac Ural ve çetesinin marifetlerini hiç fark etmediler ve bu faaliyetlerin yarattığı derin örgütsel çürümeyi hiç görmediler, denilemez. Gördüler, eleştirdiler ve hatta bu eleştirilerini yazılı olarak da ilettiler. Bu eleştirilerin neden herhangi olumlu bir etkisi görülmedi? 

1) Eleştirirsin, ama ciddiye alınmazsın. “Tamam yoldaş eksiklerimiz var” falan filan denilir ve eskisi gibi aynen devam edilir. Eleştiri belirli bir sonuca yol açıyorsa anlam taşır, yoksa eleştirseniz ne olur, eleştirmeseniz ne olur? Birinci Kongre’den sonra Merkez Komitesi, Suriye’deki örgüt mallarının tasfiyesi için çoğunlukla karar almış, ama Mihrac Ural’ın umurunda bile olmamış. Karar almak, eleştirmek iyidir de, bu kararın hayata geçmesi için zorlayıcı mekanizmanız yok ise, istediğiniz kadar karar alabilirsiniz. Yapılmadıktan sonra karar almanın anlamı yoktur. 

2) Mihrac Ural - Suriye Acilcileri ve Muhabarat ilişkisi belki bütün vahametiyle görülmedi ama hiç görülmediği söylenemez. Burada belirleyici bir yanılgı ortaya çıkıyor: 1987 yılına gelinmiş, örgüt iyice çürümüş, koflaşmış. Aslında ortada örgüt diye bir yapı da yok. Orada beş kişi, burada on kişi, filanca yerde yirmi kişi, böyle örgüt olmaz. 1980 öncesindeki Acilciler’i düşünün. Yenilen onca darbeye ve içimizdeki ajanın varlığına rağmen örgüt sürekli olarak kendini yeniden üretebiliyordu. 1982 sonrasında ise bu durumu göremezsiniz. Örgüt adım adım bir ajan şebekesine dönüştürülmüştü. Çürümüştü, kâğıttan kaplan bile değildi. Gidişat aslında 1982’de görülebiliyordu. 

Bu durumda ortada iki seçenek vardı: Örgütü kurtarmaya çalışmak ya da örgütten ayrılmak. Ama herhangi bir şekilde ayrılarak değil, Mihrac Ural’a iyi darbe indirerek ayrılmak. 1982’de ikinci yolu tercih ettim ve ayrılırken de iyi darbe indirdim. Yıllar sonra bu darbenin ağırlığı daha iyi görülebildi. 

Örgütü kurtarmak isteyenler ise, bir noktada ciddi biçimde yanıldılar. Suriye’de bir şey yapılamazdı. Ne Muhabarat Acilcileri’nden onlara darbe indirerek kopabilirdiniz ne de örgütü ele geçirebilirdiniz. Ne yapılacaksa Suriye’nin dışında yapılması gerekirdi. Suriye’de karşınızda Mihrac Ural değil, Muhabarat vardı. Siz Mihrac Ural ile değil, Suriye’de o ülkenin gizli servisiyle mücadeleye girmek zorundaydınız. Bazı arkadaşlar bu gerçeği bir türlü anlayamadılar. 

Bu gerçeği anlayamamalarının önemli bir nedeni, durumun vahametini görememeleriydi. Sanıyorlardı ki, Muhabarat ile geliştirilen ilişki geçici ve yüzeysel bir ilişkidir. Bunun böyle olmadığını 1981 yılında Suriye’de kaldığım dört aylık süre içinde Arapça bilmeyen ben bile görebiliyordum. Mihrac Ural ile mücadeleye girip onu sıkıştırdığınız anda, Muhabarat devreye girecekti. Müntecep Kesici’nin öldürülmesi, Aydın ve Hakan’ın kaçırılması ve FKBDC’nin tavır koymasıyla serbest bırakılmaları da bunun göstergelerinden sadece bir tanesidir.

Acilciler’de halâ kurtarılabilecek bir şeyler kaldığına inanıyor idiyseniz, yapacağız iş, Suriye’deki yapıyı defterden silmekti. Bunu da ancak Suriye dışında yapabilirdiniz. Mihrac Ural’ın bağırıp çağırmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Türkiye’de öyle ilişkisi varmış gibi sözlerin hepsi masaldan ibaretti. Orada burada birkaç kişi olabilirdi ama örgüt ile insan kalabalığı birbirinden farklı şeylerdir.

Suriye’de kalırsanız ya da Suriye’deki Muhabarat Acilcileri ile uğraşırsanız, Mihrac Ural’ın istediği alanda oynarsınız, onun tuzağına düşersiniz. Bazı arkadaşlar maalesef zamanında kestirip atamadılar. İster darbe vurarak örgütten ayrılsınlar, isterse de örgütü ele geçirmeye çalışsınlar, bazı şeyleri zamanında kestirip atamadılar. 

İşin gerçeği, ele geçirilebilecek bir örgüt de yoktu. Tersini düşünenlerin yapacağı iş, eskiyi ele geçirmek değil, örgütü yeniden kurmaktı. 1982’de bunun koşulları vardı, 1988’de ise yoktu. 1982’de devrimci hareket ülke dışında hızlı bir yükseliş içindeydi. 1988’de durgunluk belirtileri görülüyordu ve bir yıl sonra gerçekleşecek olan sosyalist sistemdeki çöküş, bu durgunluğu iyice artıracaktı. 

Başka bir soru:1982’de Acilciler’i yeniden kurmanın, ama Mihrac Ural ve çetesini dışlayarak Suriye dışında kurmanın koşulları var idiyse, sen neden böyle yapmadın?..” diye sorulabilir. Gerek devrimci hareket içinde ve gerekse de Acilciler içinde konumum Mihrac Ural’dan daha iyiydi. Mihrac’ı devrimci harekette pek tanıyan yoktu ve dahası 1982 yılındaki Paris ev işgalleriyle örgütü yeniden gazete manşetlerine çıkarmıştım. Suriye’yi defterden silip örgütü Avrupa’da yeniden kurmak ve buradan Türkiye’de çalışmaya girmek gerekecekti. İlk dönem zor olacaktı ama bu işi götürebilirdik. Önemli boyutta olmasa bile yardım teklifleri de vardı. Örneğin, Suriye’de ayrılan arkadaşlara TKP-B’liler, “TKEP’e katılmayın, ayrı örgüt olun, size silah, para ve teknik malzeme desteği yapabiliriz!..” demişlerdi. 

Tarihte geçmişe yönelik projeksiyon yapılmaz. Bugünden geçmişe bakıp, geçmişi yeniden kurmak kolaydır. Gerçeklikte ise hiç kolay olmayacaktır. Yine de 1982’de farklı bir Acilciler’in hayata geçirilmesi teorik olarak mümkündü. 1982’de ben de bunun farkındaydım, ama öyle yapmadım. Nedenini sonraki yazıda anlatacağım. 

Bu arada bir yanlış değerlendirmeyi de düzeltmem gerekiyor. 1981 yılında Paris’e giderken Mihrac Ural’dan izin almam ya da benzeri bir durum söz konusu olmadı. Mihrac’ın tipik taktiğidir, kendisini üste çıkarmak için uydurur. Suriye’de kaldığım kısa süre içinde “bu ülkede hiçbir şey yapılmaz” kararımı vermiştim. Ne yapılacaksa bu ülkenin dışında yapılmalıydı. Bu nedenle bir an önce gitmek istiyordum. Mihrac da gitmem için gözümün içine bakıyordu. 

Orada bulunan ve aklı başında insanlarımız arasında Mihrac benden daha yukarıda değildi. Bunlara Müntecep de dahildir. Başka siyasetler açısından ise Mihrac’ı ciddiye alan yoktu. İki görüşmeye birlikte gittik. Kendini göstermek için benim üç katım fazla konuşuyordu ama ortalıktaki havadan ciddiye alınmadığı hemen belli oluyordu. Herkes benim ne söyleyeceğime bakıyordu. Kısacası, Suriye’den ayrılmam benim de Mihrac’ın da işine geliyordu. 

Bu ülkede bir şey yapılamayacağını düşündüğüm için gitmek istiyordum. Mihrac ise benim bulunduğum yerde öne çıkamayacaktı, o nedenle gitmemi istiyordu. Bana karşı uygulanan dışlamanın gayet iyi farkındaydım. Mesela, Arapça öğrenmemi engellemek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Engin, ne de olsa, tehlikeli adam, Arapça öğrenirse başka ilişkilere dalabilirdi.

İyi İngilizce bildiğim için, dilsiz birisi olmadığım gibi, hareket yeteneği zayıf olan birisi de değildim. Şam’dan Lazkiye’ye tek başıma gelip, orada gece otelde kalıp, ertesi gün Bassit’e gitmek benim için sorun değildi. Arapça gerekli değildi, İngilizce yetiyordu. Filistinli örgütlerle ilişki için de İngilizce yetiyordu. Burası benim yerim değildi, Türkiye’den en az yirmi yıl geri olan bu ülke bana hiç hitap etmiyordu. Muhabarat’ın varlığını da katarsanız bu ülkeden bir an önce gitmek istemem daha iyi anlaşılır. 

Suriye’de Mihrac Ural ve çetesiyle mücadeleye girecek isem, bunun için Cemil Esat ve Muhabarat ile ayrı ilişki geliştirmem şarttı. Mihrac da zaten buradan çekiniyordu. Çekinmesine gerek yoktu, zira ne Muhabarat ile ne de Cemil Esat ile birlikte çalışmazdım. Ben sosyalist idim, milliyetçi de değildim, Nasturi fanatiği de değildim. Suriye’de Nasturi azınlığın diktatörlüğü vardı ve ben de bu diktatörlüğe destek verecek değildim. 

Mihrac Ural ise bırakın bana izin vermeyi –ondan izin isteyen kimdi zaten– gitmem için gözümün içine bakıyordu. Ben giderken numarasını çekmeyi de ihmal etmedi: Bana berbat bir sahte pasaport hazırlanmıştı. Yakalanmamı istiyordu. Engin gittiği her yerde bir şeyler yapar. Bunu kendisi de biliyor ve korkuyordu. İstediği oldu, İsviçre’de –Fransa’ya vize olduğu için bu ülke üzerinden gidecektim– sahte pasaportla yakalandım ve 26 gün hapis yattım. Paris’e 26 gün geç geldim, hepsi bu kadar. Git bu ülkeden! Avrupa’da ayağını yere bas. Sonra ne yapacağını düşünürsün. Kararım böyleydi ve kısa süre hapis yatmak beni engellememişti. 


30 Aralık 2011