Bu kez Avrupa’dan 1. Konferans’a (Leninist Konferans tabii, aşağısı kurtarmıyor!..) yazılan açık mektubu konu alıyoruz. 1. Konferans mı, yoksa 1. Kongre mi, diye sorulabilir. Nitekim mektup Konferans’a yazılmış ama içinde Kongre sözcüğü geçiyor. Neyse bu kadarı önemli değil. Yazı bilinen genel ajitasyonla başlıyor. Bu ajitasyonda Mihrac Ural’ın Acilciler tarihine yabancı belirlemeleri kullanılıyor.
Acilciler iddialı bir örgüttü, ama hiç bir zaman “Türkiye devrimini omuzlamaya aday bir örgüt” belirlemesi yapmamıştır. Tersine, iddialı olmayı bırakmadan her zaman özellikle silahlı mücadele örgütleriyle birlikte hareket edilmesi gerektiğini savunmuştur. Çağrısına karşılık bulamamıştır. MLSPB bizden nefret ediyordu, hatta resmen düşmandı. Eylem Birliği ilgisizdi. 1976’da Turgutlu’ya gidip konuştuğum grup ise, “olur ama...” söylemi içindeydi.
Neyse, sonuçta kendimiz ilerledik. İddialıydık ama “devrimi omuzlamak” gibi belirlemelere girmedik. Böyle bir belirlemeye girecek olsaydık, baştan beri sadece THKP-C adını kullanırdık. Mihrac Ural’ın nasıl bir soytarı olduğunu bildiğimiz için bu belirleme üzerinde durulmayabilirdi de...
Başka bir belirleme daha var: “Devrime soyunmuş örgüt...”
Sevsinler yani! Mihrac Ural 1981 yılından beri bu belirlemeyi kullanır, ben de “Soyundu ama giyinemeden ortada kaldı!..” derim. Mesele bu soytarının palavraları değil, bu palavraların insanımızda zemin bulmasıdır.
Bunun birkaç nedeni bulunuyor:
Birincisi: Ajitasyon hele de ileri düzeyde yapılınca, sorunların örtülmesinde kullanılır. Bu şekilde sadece örgütsel sorunlar örtülmez, kişi kendi sorunlarını da örter. İnsan kendini daha iyi hisseder. Ajitasyonla doğan heyecan gerçeği bir süreliğine de olsa unutturur.
İkincisi: İçi boş büyük iddialar insanı rahatlatır. “Önderliğe soyunduk, devrime soyunduk...” gibi. Bu iddialar sayesinde içinde bulunduğunuz kotü durumu bir süreliğine unutursunuz.
Üçüncüsü: Ajitasyon vasıtasıyla insanlar geçici olarak da olsa büyük isteklerinin gerçekleşmek üzere olduğunu düşünürler, Bir süre rahatlarlar.
Ve sonunda gerçek bütün hışmıyla karşınıza çıkar. Ajitasyon, insanlara kariyer dağıtarak onların komplekslerini tatmin etmek, Mihrac Ural’ın tipik yöntemidir. Kendilerinin ne olduğu hakkında açık bir fikre sahip olmayan insanlar, Mihrac Ural’ın dağıttığı kariyerler sayesinde kendilerini bir süre için de olsa bir şey zannederler.
Mihrac Ural bu yönteminin hitap edebildiği insanlarla yakın ilişki kurar. Onları ne oranda ve ne kadar zaman kullanır, burası ayrı konudur. Önemli olan, kendisinin insanlara yaklaşım yönteminin bu olması ve bunun da belirli oranda tutmuş olmasıdır.
Benimle bir türlü baş edememiş olmasının nedeni, bu yönteme düşmemiş olmamdır. Ne ünvana ne de şu veya bu apolete ihtiyacım olmadı. Adım söylense yeterlidir ve başka belirlemeye gerek yoktur. Kendi özelliklerime olan bu güven olmasaydı, Acilciler’in tepesinde iken ayrılıp başka bir örgütte daha alt düzeyden başlayamazdım.
Biliyorsunuz, Mihrac Ural bu sitede sergilenen gerçeklere karşı elinden geleni ardına koymadı, ama sürekli kaybetti. Daha önce söylemiştim: Kazanmak için haklı olmak yetmez, kazanmasını bilmek gerekir. Biz en başka söylemi değiştirdik. Ajitasyona ve abartmalara değil, gerçeklere dayanan bir söylemi benimsedik. Söylediğimizi yaptık. Burası çok önemlidir.
Ben söyleyince yaparım. Çok sayıda insan tartışır, karar alır, bunu ilan eder, ama yapamaz. Yapmanın, yapabilmenin ayrı bir teorisi vardır. İstemek ve hatta karar almakla yapabilmek farklı şeylerdir. Hiçbir şeyi tek başıma yapmadım. Her zaman nispeten geniş ya da dar ekiplerle birlikte yaptım. Daima gerçeğin dilini kullanmaya çalıştım.
Dili değiştirince, Mihrac Ural’ın palavracı olduğu açığa çıktı. Ama bu palavracılığın örgütte bir dönem zemin bulduğunu da belirtmek gerek. Mihrac Ural’ın palavracılğında sınır yok, ama bu kadar aşırı boyutta olmasa bile başka örgütlerde de abartılı ajitasyon ve palavracılık yok değildi. Daha düşük düzeyde gerçek dışı saptamaları TKEP’te de yaşadım, ama orada insanlar uçmadıkları için, bu boyutta ajitasyona başvurulmadığı için, özellikle de Avrupa’da gerçeğin dilini hakim kılmak daha kolay oldu.
Tekrar mektuba dönersek. Ajitasyonla başlayan mektup, örgütün Avrupa’daki kötü durumunu sergileyerek sürüyor. Burada üzerinde durulması gereken birkaç nokta var:
Birincisi: Mektuba göre, 12 Eylül sonrasında Almanya’da büyük gelişme gösterilmiş. Yüzlerce sempatizan varmış. 1983 sonunda hızlı yükseliş durmuş, 1985 sonunda ise çöküş gelmiş. Almanya örgütü artık kağıt üzerinde varmış.
Birkaç yüz sempatizan iki yılda nasıl dağılmış, bu konuda açıklama bulunmuyor. Sadece, Almanya ve öteki Avrupa ülkelerindeki durumumuz soldaki genel çöküşle açıklanamaz, deniliyor. “Soldaki genel çöküş“ saptaması doğru değil.
1982 sonundan başlayarak Avrupa çapında Emek adlı bir dergi yayınlıyorduk. Bu derginin 1985 yılında çıkan sayılarından birisinde, “Göçmenlik yeni başlıyor“ başlıklı bir yazı yazdım ve şu saptamada bulundum: Bugüne kadar 12 Eylül 1980 sonrasının gerel hareketliliği içinde bulunan örgütler için zor günler başlıyor. Bulunduğunuz ülkeye özgü bir çalışma yürütemiyor iseniz, bundan sonra işiniz hayli zor olacak. Bunu yapabilen örgütler oldu, yapamayan örgütler oldu. Yapamayanlar çökmeye başladı, ötekiler çökmedi.
1985-1989 arasında TKEP özellikle Almanya’da roket hızıyla yükseliyordu. Bulunduğu ülkeye özgü çalışma yapamayan ve esas olarak Türkiye ajitasyonuyla yetinen örgütler ise hızla gerilediler ve çöktüler. Bu genel bir durumdur, ama Acilciler’e özgü bir durum daha var.
1982 sonunda Almanya’ya geldim ve bu ülkedeki Acilciler’deki dağılma ile TKEP’in bu ülkedeki etkinliği arasında paralellik olduğu görünüyor. Bu durumun mektubu yazan arkadaşların dikkatini çekmemiş olması ilginçtir. Almanya’da Acilciler’den çok insan ayrılıp TKEP’e geçmedi. Ayrılan sayısı on kişi bile değildir. “Mesele nedir o zaman?..“ diyeceksiniz.
İkincisi: Objektif koşullar genel ajitasyonla ayakta duran bir örgütün dağılması için uygundu, ama Acilciler Almanya’da oldukça hızlı dağıldılar. Ayrılan sayısı azdı ve sayı olarak bakarsanız bu bir neden olamaz. Dahası, ben kalanlarla hiç ilgilenmedim, ne yaptıklarına dikkat bile etmedim. Bu insanlar dikkati çekecek bir şey yapamazlardı, biliyordum. Sadece bir kere karşılaştım. 1984 ya da 1985 yılıydı. Hanna’nın ölümünden sonraydı. Bir eylem birliği toplantısında birkaç kişi bildiri dağıttı. Bildiride Hanna’nın Filistinli örgütler arasındaki çatışmada öldüğü belirtiliyor ve Genel Sekreter Mihrac Ural’ın da kıl payı bu çatışma sonucu basılan bir kamptan kurtulduğu anlatılıyordu. Cümleyi aynen hatırlıyorum: “Seminer vermek için bulunduğu kamptan ayrıldıktan kısa süre sonra bir Filistinli örgüt öteki Filistinli örgütün kampını bastı...“ deniliyordu. Hanna işte bu çatışmada ölmüştü ve Türkiyeli örgütlerden bu çatışmayı ve ölümü kınamaları isteniyordu.
Türkiyeli örgütler genel olarak Filistinliler arasındaki çatışmaya karşıydı, ne var ki, ben, o zamanki bilgimle, Hanna’nın trafik kazasında öldüğünü öğrenmiştim. Konuştum, gerçeği açıkladım ve Acilciler’in Filistinliler arasındaki çatışmada Suriye tarafında yer aldığını açıkladım. Herkesin tutumu derhal değişti. Bunun dışında herhangi bir karşılaşmam olmadı, ama ne yaptığımın dikkatle izlendiğini biliyordum. TKEP’in Almanya’da gösterdiği büyük başarı kendi başına Acilciler’in hızla dağılmasını sağlamazdı. Burada bir başka önemli noktaya geliyoruz:
Üçüncüsü: Mihrac Ural’ın kitlesel örgütlenmesi koftur. Sürüde koyun saymakla örgütte insan saymayı karıştırdığı için gösterişe dayalı ve çok gibi görünen kof örgütlenmeye meraklıdır. Aynı merak, Zafer’de Salih’te ve diğerlerinde de vardır. Bu örgütlenme şöyle bir üzerine yürüdün mü çil yavrusu gibi dağılır. Bu site yayına başladığında Mihrac Ural’ın 200 kişi civarında insanı vardı. Kendisi böyle diyordu. İlk salvo ateşte çil yavrusu gibi dağıldılar. Arka arkaya birkaç salvodan sonra, “benim Mihrac ile hiç bir ilişkim yoktur“ açıklamaları başladı.
Almanya’da Acilciler gibi bir örgütün dağılması için koşullar hazır. Buna ek olarak Acilciler’den ayrılan bir kişinin TKEP’teki büyük başarısı geliyor. İnsanların morali bozuluyor ve gidiyorlar. Ajitasyon mutlaka yapılıyordur ama artık tutmuyor. Acilciler’in Almanya’da hızla dağılmasının dikkat çekmeyen nedeni budur.
Dördüncüsü: Mektubu yazanlar Avrupa’da nasıl çalışma yapılır konusunda açık bir fikre sahip değiller. İyi yöne doğru bazı önerileri var, ama bu kadar, ötesi yok.
Beşincisi: Ve bilinen hatayı tekrarlıyorlar. Salih ve Zafer gibi tipleri Mihrac Ural’a şikâyet ediyorlar. Amiyane deyimle söylersek, bunların hepsi aynı bokun soyudur. Kimi kime şikâyet ediyorsunuz. Bu iki tipin Mihrac’ın kuklaları olduğunu bilmiyor musunuz?
Aradan geçen bunca yıldan, yaşanılan bu kadar rezillikten sonra bile bunu görmemek, hayret doğrusu. Yıl 1987, bu tipler yıllardır Paris’te bulunuyorlar. Ne yapabildikleri ortada. Üstelik yöntemleri Mihrac Ural ile aynı: Yan ilişki geliştirmek, organları çalışamaz duruma getirmek, her şeye para olarak bakmak. Arada ne fark var? Söyleyin de ben de öğreneyim. Birisi Suriye’de ve Muhabarat’ın kucağında oturuyor. Tek fark bu olsa gerek.
Ne diyeyim… Yazıyı okuyun iyisi mi!..
17 Ocak 2011