MİHRAC URAL'A KİN DUYMAK


Öncelikle belirteyim: Birisine kin duymanın, öfke duymanın, hınç duymanın garip bir yanı yoktur. İnsani bir duygudur, normal bir duygudur ve gerekliyse duyulması gereken bir duygudur.

Müntecep Kesici’nin yakınları Mihrac Ural’a kin beslemeyecekler de ne besleyecekler? Ali Çakmaklı’nın yakınları ve arkadaşları Mihrac Ural’a hınç ve öfke beslemeyecekler de ne yapacaklar? Mihrac Ural’dan büyük kazık yemiş, resmen kullanılmış insanlar bu herife kin beslemeyecekler de, ne yapacaklar? Bunlar normal duygulardır. 

Hayatınızda önemli olan bir kişiyi öldürmüş veya öldürtmüş birisine karşı herhalde iyi duygular beslemeyeceksiniz. Size kötülük yapmış birisine karşı herhalde normal duygular içinde olmayacaksınız. Bunlar normal duygulardır, insani duygulardır.

Burada bir yanlışa düşülmemesi gerek. Bazı arkadaşlar, “Engin’de de ne kin varmış yani!..” diye düşünüyorlar. Yanlış düşünüyorlar!

Mihrac Ural’a kin duymam söz konusu olmadı. Kin duymamın herhangi bir nedeni de yoktur. Nedensiz de kin duyulmaz.

Mihrac Ural ne bugün ve ne de geçmişte bana kayda değer kötülük yapmadı. Yapmak istedi, ama yapamadı. Dolayısıyla benim kendisine kin beslemem için herhangi bir neden bulunmuyor. Kin duysaydım, açıkça söylerdim. Söylemekten de öteye şimdiye kadar bu işi çoktan hallederdim. 

Mihrac Ural ile, önceden fazla uzun sürmeyen görüşmelerin ötesinde, ilk kez gerçek olarak Mayıs 1978’de Isparta Cezaevi’nde karşılaştım. Orada birlikte fazla kalmadık. Bolvadin’e sürgüne gittik. Orada da fazla kalmadık, Konya Cezaevi’ne gittik. Orada yaklaşık 7 ay birlikte kaldık.

Mihrac Ural’ın bu dönemde bana yararı dokunmuştur. “Öncü Savaşının Politik Sanatı”nda ifade ettiğim görüşlerin yayılmasında kendisinin katkısı olmuştur. Sürekli olarak benimle birlikte görünmeye çalışırdı. Bunda da haklıydı, çünkü kendi başına kalsaydı, ciddiye alınması zordu.

Kendisini lider olarak görmüş, çevresine “Ben liderim!..” dermiş ya da daha önce demiş, bunlar önemli değildi.

Acilciler denildi mi, o dönem önce Bombacı Leyla, ardından da ben akla gelirdim. İsteyen istediği kadar debelenenirdi, ama sonuç değişmezdi.

Sonra cezaevleri ayrıldı. Ben Aydın’a sürüldüm ve oradaki büyük bir firar teşebbüsü başarılı olamadı. Ardından Selimiye’ye geldim. Mihrac da buraya kısa süre geldi, mahkemede tahliye oldu ve Niğde Cezaevi’ne gönderildi.

21 Nisan 1980’de cezaevinden kaçtım. Dışarıdaki faaliyetim sırasında Mihrac Ural herhangi bir şekilde aklıma gelmedi. Teorik ve pratik olarak vasat bir kişiydi. Özel olarak üzerinde durulması gereken bir kişi değildi. Mihrac Ural’ın benim için önemi, o yıllarda benim de inandığım, “güçlü Güney örgütlenmesi”nden geliyordu. 

1980 sonunda Suriye’ye geldiğimde kısa sürede durumun değişmekte olduğunu anladım. Mihrac Ural benimle birlikte görünmekten vazgeçemiyordu ama bir yandan “eşi benzeri bulunmaz lider” havasına girmeye çalışıyordu. Suriye’de büyük bir fırsat yakaladığına inanıyordu. Yakaladığını düşündüğü fırsat da, Muhabarat idi.

Suriye’de benim yapabileceğim bir şey yoktu ve olabilecek en kısa zamanda buradan gitmem gerekirdi. Dört ay sonra da bu ülkeden ayrıldım. Aslında ayrılık isteği iki taraflıydı. Ben gitmek istiyordum. Mihrac Ural da, ben orada bulundukça başka örgütlerin kendisini ciddiye almayacağını gördüğü için, gitmemi istiyordu. Bu durumu 1981 yılı Nisan ayında Şam’da değişik örgütlerin sorumlularıyla yaptığımız görüşmelerde açıkça görmek mümkündü. Mihrac benden birkaç kat fazla konuşuyordu ama ciddiye alınmıyordu. Boş konuşuyor, bazen artistik hareketler yapıyor ve ciddiye alınmıyordu. Kendisi de bu durumu fark etmiştir. 

O gitmemi istiyordu, ben de zaten gitmek istiyordum. Güçlü Güney örgütlenmesinin palavradan ibaret olduğunu, hem Adana’da hem de Suriye’de görmüştüm. Örgüt militanı diye bu ülkeye getirilen bazı kişilerin bırakın militanlığı, devrimcilikle bile ilgisi yoktu. (Ben gittikten sonra bu tür insanlar daha da fazla getirilmişler.)

1981’in sonlarına doğru Mihrac Ural Paris’e geldi. Kısa süre kalıp Almanya’ya gitti ve o günden bu yana bir daha da karşılaşmadık.

Paris’te ayağımı yere bastım. Birkaç kişiyle başlayan Acilciler, bir yıldan az zamanda –o günün Paris koşullarında– kitle hareketi haline geldiler ve arkasından sıra Mihrac Ural ile hesaplaşmaya geldi. Hesaplaşmayı kendisi istiyordu aslında... 

Benim sessiz kalamayacağımı bile bile kendi kendine kararlar alıyor, bunları da çevresindeki Ali, Salih, Zafer gibi zayıf politik kimlikli insanlara onaylatıyor ve benim de bunlara uymamı istiyordu. Tabii uymuyordum.

“Politik mücadeleyi temel mücadele olarak görüyoruz ve buna da silahlı propaganda adını veriyoruz!..” türünden maskaralıklarla benim işim olamazdı.

Haziran 1982’de toplanan Birinci ve Leninist adı verilen (aşağısı kesmiyordu anlaşılan) Konferansa pasaportum henüz olmadığı için katılamadım. Bunun yerine Konferans’a Mihrac Ural’ı kariyeristlik, üç kağıtçılık, örgüt işleyişinden habersiz bir kişi olarak suçlayan uzun bir mektup yazdım. Mihrac Ural gereken belgelerin bir türlü bulunamadığı arşivine yeniden baksın. Belki bu mektubu da bulur! 

Cevap olarak bir küfürname geldi. İpler iyice gerildi. Almanya’ya gittim. Tahmin ettiğim gibi 12 Eylül sonrasının büyük eylemlerinden olan Paris ev işgallerini duymayan yoktu. Bu ülkede örgütlenmek hiç zor olmadı. 

Mihrac Ural benim Almanya’ya geldiğimi öğrenince öyle bir panikledi ki, sormayın. Telefonlarla sürekli bana ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda ulaştı. Hemen Fransa’ya dönmemi istedi. Ben de “işim ne zaman biterse o zaman dönerim” dedim.

Benim için silahlı mücadele dönemi zaten kapanmıştı. Bu konuda, özel koşullara sahip Nikaragua ve El Salvador gibi iki çok küçük ülkenin dışında Latin Amerika ülkelerinde de kayda değer bir başarı sağlanamamıştı. Aynı durum ülkemiz devrimci hareketi için de söz konusuydu. 

Yasa dışı örgütlenmenin gerekliliği, şiddete dayanan devrim gibi saptamaların doğruluğuna inanmak, mutlaka öncü savaşının da gerekliliğini gündeme getirmiyordu.

Devrimci Sol’culara söyleyecek bir şeyim yoktu. Savunuyorlar ve yapmaya çalışıyorlardı. En fazla eleştirirdim, o kadar. Mihrac Ural’ınki soytarılıktan ibaretti. Siyasi mücadeleye silahlı propaganda denirmiş! Bak sen!!

HDÖ ise lafla peynir gemisi yürütmeye çalışıyordu. Kendileri kendi yaptıklarını ciddiye alıyorlarsa, benim için sorun yoktur!

1982 ayrılığı daha öncesinde anlatıldığı için ayrıntısına girmeyeceğim. Mihrac Ural için büyük bir darbe oldu. Bu ayrılık, 12 Eylül sonrası devrimci harekette yaşanılan ilk büyük ayrılıktı. Mihrac Ural her şeyi ayarladığına inanıyordu. Muhabarat’ın kucağına oturmuş ve buradan hareketle devrimci hareket içindeki etkisinin artacağını sanıyordu. TKEP ile de tamamen çıkar esasına dayalı bir İttifak Bildirgesi imzalamıştı. Amacı, yükselmek için karşısındakini kullanmaktı.Hepsi birden bozuldu!

Ağustos 1982 ayrılığı Mihrac Ural’ın bütün planlarını bozduğu gibi gerçek çehresini de ortaya çıkardı. TKEP’e saldırınca ilişkisi bozuldu, ittifak da bitti. Müntecep’in öldürülmesini sağladı, ama sonuç alamadı. FKBDC’den uyarı cezası aldı. Suriye’de ayrılanlara var gücüyle saldırdı ve böylece de onları Avrupa’da ayrılanların yanına itti. Aptal bu herif! Panik içinde ne yaptığını bilmiyordu. 

Muhabarat gerçeğini daha yakından yaşamış olanlara saldırdı, onlara Avrupa’da ayrılanlarla birleşmekten başka yol bırakmadı. Kafası azıcık çalışan bir insan böyle yapmaz. Ama kafası çalışan insan nerede... 

Sonraki aylarda ayrılmış bütün arkadaşlara, “bunlarla uğraşmayın” dedim. “Bütün kadroyu tanıyorum. Bunlar bu işin altından kalkamaz. Yapılması gereken, yeni örgütte kendini yeniden üretmektir. Kendinizi yeniden üretin ve burada başarılı olun. Gerisi kendiliğinden gelecektir.”

Ayrıldığım için hiç pişmanlık duymadığım gibi arkama da bakmadım. Başka arkadaşlar için bu gelişme benimki kadar kolay olmamış olabilir. Sonuçta, Acilciler benim ilk örgütüm değildi. Daha önce 1971’in THKP-C’si içindeydim. Geldiğim yer de eski THKO’dan evrimleşmiş bir örgüttü, yani pek de yabancı bir yer değildi. 

Almanya’ya geldim ve o dönem devrimci hareketin önemli bir merkezi olan bu ülkede “büyük sahneye” çıktım. 1982-89 yılları arasında da müthiş bir performans gösterdim. Acilciler’den ayrıldığım için sosyalist harekette daha aşağıya inmedim, tersine yukarıya çıktım. Mihrac Ural’a neden kin duyayım…

O bana bir şey yapamadı, tam tersine ben 1982’de ona büyük darbe indirdim ve ayrıldıktan sonra da arkama bakıp ne yapıyor diye merak etmedim. Bu kişiyle ve çevresindeki zayıf kişiliklerle zaman harcamaya değmezdi. 

Hapishanedekiler için bir şey diyemem. Onlardan bir şey de beklemiyordum. Hapishanedeyken sağlıklı bilgi almak ve sağlıklı politik tavır almak zordur. Tahliye olunca gerçeği göreceklerdi. Bu hareketin bittiğini göreceklerdi. Görmeleri gerekirdi. Görmezlerse de kendileri bilirdi. 

1982-1989 Acilciler için can çekişme dönemiydi. 1989’da yeni bir ayrılıkla birlikte bu örgüt kesin olarak bitti. Bitmek ya da bitmemek MK adına bildiriler çıkarmakla, kişinin kendisini Genel Sekreter ilan etmesiyle ya da buna benzer şeylerle olmaz. Sosyalist harekette esamen okunuyor mu, seni ve sözüm ona var olan örgütünü ciddiye alan var mı? Birkaç tane az gelişmiş tipin ciddiye almasıyla da bir şey olmaz. Beni bunlar ilgilendirir.

1989’dan 2007’ye kadar geldik. Aradan 18 yıl daha geçti. 2002 ya da 2003 yılında Mihrac Ural’dan bir ileti aldım. Kendi ismiyle almadım. Bir kişi, “üstat Mihrac Ural’ın yazıları hakkında fikrimi öğrenmek” istiyordu. Yazı da yazı yani… 

Birisine baktım: ABD’nin Irak’a yönelik politikasıyla ilgili bir yazıydı. “Bu savaş haksız bir savaştır!..” diyordu. Ne kadar derin bir tespit! Kimsenin bilmediği bir tespit!

Alıntıları da Türkkaya Ataöv’den yapmıştı. Benim için milattan öncede kalmış bir yazar. Yazan kişi Mihrac’ın kendisiydi ve herhalde kendisini öven olmadığı için kendi kendisini övüyordu.

Benim ne yaptığımı merak ediyordu: PDS’te Frankfurt il yönetiminde bulunduğumu ve ayrıca barış politikası sözcüsü olduğumu yazdım. Adamın bilgiyi yorumlaması içindeki korkunç aşağılık kompleksini ortaya koyuyordu: “Bir de sözcü olmuş!” diye yazıyordu.

Müntecep Kesici ve Ali Çakmaklı’nın katili olduğunu (o sırada yalnız bunları biliyordum) açık olarak yazdım ve kelimenin gerçek anlamında adamı ittir ettim. Derken, 2007 yılına geldik. Mihrac Ural’ın ısrarla beni “gelsene gelsene” diye ringe çağırdığı günlere geldik. 

Sonuçta şunu belirteyim: Unutulmamak, başka niyetlerle olsa bile unutulmamak, güzel bir şey. Mihrac Ural beni unutamadı, unutamıyor.

Yıllar önce – o zamanki adı MED TV idi galiba– televizyona çıktığımda, programdan hemen önce, Abdullah Öcalan’ı göklere çıkaran bir mesaj yollar ve Acilciler’in şefi imzasını kullanırdı. Ben de gülerdim. 

Program günler öncesinden ilan edildiği için biliyordu. Aklı sıra bana nispet yapacaktı ve benim de pek umurumdaydı. Adam beni unutamıyorsa, kabahat bende değil. Aslında 1982’de yediği darbeyi unutamıyor. Ancak beni ezebilirse, belki o zaman Acilciler içinde ön plana çıkabileceğini düşünüyordu. 

Yıl 2007, ben 1982’de ayrılmışım. Aradan geçmiş çeyrek yüzyıl ve herif beni ısrarla ringe çağırıyor. Bir örgütten 25 yıl önce ayrılmış bir insanla neden uğraşılır?

Demek adamın bir tarafına batıyordum. 

Sen biraz adam olsaydın, kimse de aradan 25 yıl geçtikten sonra beni hatırlamak ihtiyacını hissetmezdi. Burada durayım…

Yazı bundan sonra Acilciler’in Öteki Yüzü (1) ile sürecek. Ardından da ringe çıkışımı anlatacağım. 


29 Aralık 2010