SİVAS’TA BEKLENEN KARAR


Sivas’ta Madımak Oteli’nde hayatını kaybeden 37 kişiyle ilgili dava zaman aşımı nedeniyle düştü. Hemen ardından bildiğimiz film yeniden oynamaya başladı, Başbakan açık sözlü: “Milletimize hayırlı olsun!..” dedi.

Böyle durumlarda “iyi polis”i oynayan Bülent Arınç karardan duyduğu üzüntüyü belirtti ve olayda ihmali bulunan kamu görevlilerinin yargılanabileceğini söyledi. Protestolar yapıldı ve bunlar daha da sürecek. Şunu sormak nedense kimsenin aklına gelmiyor: Kararın böyle olacağı yıllardan beri bilinmiyor muydu?

Hükümet ne yapacaksa göstererek yapıyor, karşısındakilerle resmen dalga geçiyor, ama bazı insanlar ve kuruluşlar bir türlü anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Anlamak istemiyorsanız, anlamazsınız.

Sivas Madımak’la ilgili TBMM’ye kaç kere araştırma önergesi verildi, AKP’lilerin oylarıyla reddedildi. Maraş katliamının araştırılması istendi. Araştırıldı! Araştırma komisyonunda olayların bir numaralı faili olarak yargılanan kişi de yer aldı. Madımak davasında mahkeme tarafından aranan kişiler ülke dışına çıktılar, evlendiler ve serbestçe dolaştılar. Madımak Oteli restore edilip et lokantası yapıldı. Dalga geçmenin bundan iyisi de olmaz doğrusu. 

Tepkiler üzerine vazgeçildi ve yıllardır süren “Madımak müze olsun!..” tartışması başladı. Hükümetin düşünce ve anlayışının ne olduğunu anlamak için fazla akıllı olmak gerekmiyor, ancak Alevilerin önemli bir bölümü bunu bir türlü anlamak istemiyor. 

Aslında mesele CHP’de ve CHP türü muhalefette düğümleniyor. “Aman sakin olun, Meclis’e soru önergesi vereceğiz!..” diyorlar. Veriyorlar, ama sonuç yok. Azınlıktalar, nasıl sonuç olacak?

“Kültür Bakanı durumu protesto etti!..” diyorlar. Gerçekten de kaç kere Sivas ile ilgili protesto sesini yükseltti. O zaman bir şey mi oldu? Hayır, olmadı. Sadece bazı insanları uyutmak ya da gazını almak için kullanıldı, o kadar. Bülent Arınç da bu işi mükemmel yapıyor!

Tipik Alevi muhalefetinin ya da CHP türü muhalefetin yaptığı yapabileceği budur. Tamam, hukuki süreç henüz bitmemiştir, tepkiler vardır, ama yirmi yıl sonra gelinen yer de ortadadır. Daha iyisinin olacağı konusunda herhangi bir işaret de yoktur.

Almanya gibi parlamenter sistemin Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar daha iyi çalıştığı bir ülkede bile, parlamento dışı muhalefetin baskısı olmadan parlamentonun içinde fazla bir şey olmaz. Dilekçe verirsiniz, önerge verirsiniz, araştırma açılmasını istersiniz ve bunların hepsi parlamento komisyonlarının karanlık labirentlerinde kaybolup gider. İktidar istemiyorsa orada pek bir şey yapamazsınız.

Meclis’teki faaliyet parlamento dışı muhalefetin etkinliğiyle birlikte olursa, o zaman işler değişir. Böyle bir muhalefetin varlığını CHP istemez, Alevi örgütleri de CHP’ye rağmen yapamazlar.

Yine Almanya’dan örnek vereyim: Bu ülkede yaklaşık 800 bin Alevi yaşıyor. Farklı örgütlere bölünmüşler, aralarında ayrılıklar var, ama kimse Sivas Madımak davasının adaletli bir sonuca bağlanmasına, suçluların cezalandırılmasına karşı çıkmaz. Bu davanın bazı sanıklarının Almanya’da oldukları, bazılarının işyeri açtığı, bazılarının politik iltica aldığı biliniyor. Almanya’da bu kadar büyük kitleye sahip olduğunuz zaman o politik ilticaların hepsini geri aldırtırsınız ve üstelik de o kişileri tutuklatırsınız.

Bütün mesele imza toplamak, basın toplantısı yapmak gibi faaliyetlerin ötesine geçmektir. Kimseden yasaları çiğnemesini beklemiyorum, buna gerek de yok. Kendinizi dinletirsiniz ve ilgili makamları harekete de geçirirsiniz. Bütün mesele ısrar etmek, işin peşine düşmek, değişik biçimlerdeki protestoyu sonuç alınıncaya kadar sürdürmektir.

Yok, olmadı... Hükümet Madımak davasındaki karardan sonra utanmalıdır. Yargı utanmalıdır Peki ya Aleviler? Onların payına da biraz olsun utanmak düşmüyor mu?.. 


15 Mart 2012




SOLDA BİRLİK VE ÖDP DENEYİMİ (2)


Koordinasyon Kurulu olarak göreve başladıktan sonra Almanya’nın o günkü durumunu da içeren bildiri gibi bazı yayınlar yaptık. Üye envanteri çıkardık ve iki başlılık hemen kendisini gösterdi. Devrimci İşçi’den arkadaşlar yönetime girmediklerine pişman olmuşlardı. O sırada ÖDP içinde şimdi hatırlamadığım bir tüzük değişikliği oldu ve bu değişiklik nedeniyle parti sekreteri Yıldırım Kaya tarafından yeniden genel kurul yapılması istendi. 

Değişiklikle genel kurulun ilişkisini göremediğimiz için kabul etmedik. Koordinasyon Kurulu bir yıl için seçilmişti ve zamanı gelince yeni genel kurul yapılırdı.

Yıldırım Kaya sonraki yıllarda bir yerel seçim sırasında CHP’ye Kırşehir Belediye Başkanlığı için adaylık başvurusu yaptı, başvuru gerekçesini de “solu birleştirmek” olarak açıkladı, ancak adaylığı isteği gerçekleşmedi. “CHP’yi sol gören bir kişinin ÖDP Sekreterliği’nde ne işi var?..” diye sorarsanız, bunu bana sormayın derim. 

Devrimci İşçi, Köln merkezli kendine göre başka bir faaliyet yürütmeye başladı. Ancak önemli bir sorunları vardı: Almanya’da 15 yıldır politikadan uzak kalmanın ötesinde kendi içlerinde değişik gruplara bölünmüşlerdi. Yıldırım Kaya, Almanya’yı dolaşarak bu grupları birleştirmeye çalışıyordu. 

Düşünebiliyor musun: Taban demokrasisi olduğunu savunan bir partide, parti sekreteri, bir bölgede seçilmiş organa karşı aktif olarak muhalefet örgütlemeye çalışıyordu. Talep ettik, ama bizimle görüşmüyordu. 

Biz faaliyetimize devam ettik. Bu sırada ÖDP’nin katıldığı ilk genel seçim oldu ve parti yüzde bir oy bile alamadı. Ülkede o pek abartılan kitleselliğin ne olduğu da görülüyordu. Devrimci İşçi’den arkadaşlarla ortak iş yapılması mümkün değildi. Böyle bir niyetlerinin olmamasının ötesinde, bulundukları alanı tanımıyorlardı. Bilgileri 1980’li yılların başlarında kalmıştı. 

Birkaç olay açık bir karar almamızı kolaylaştırdı: 

Birincisi: Alman vatandaşı olan ÖDP’lilerin sayısı o sırada hayli azdı. Bu arkadaşlardan Almanya genel seçimine katılmalarını ve PDS’e (Demokratik Sosyalizm Partisi) oy vermelerini istedik. Dİ’nin hoşnutsuzluğuyla karşılaştık. Bu arkadaşlar Yeşiller’i halâ ilerici bir parti sanıyorlardı. Almanya’da bulunan Türkiyeli sol örgüt, Alman solunun kendine özgü bir parçası olmalıdır. Biz bunu savunuyorduk, Dİ’den arkadaşlar için ise sol kelimesi somutlanılmadan kullanılabilecek güzel bir kelimeydi, o kadar!.. 

İkincisi: Kürt sorununda kesin olarak anlaşamıyorduk. Arkadaşlar konuyu susarak geçiştirmek yanlısıydılar ve konunun gündeme getirilmesi hiç hoşlarına gitmiyordu.

Üçüncüsü: Bir tartışma var ki, unutamam. Kenti hatırlamıyorum, Dİ’den bir arkadaş göçmen kimliği üzerinde durulması gerektiğini söyledi. Gayet tabii, Türkiyeli göçmen kimliği önemli bir konu. Kendisinin bu konuda söyleyebilecekleri var mıydı acaba? Laf düzeyinde bile söyleyebileceği bir şey yoktu. Bu konu üzerinde birkaç yazı yazmıştım ve Almanya ile ilgili pek bir şey okumadıkları için konuyu bilmediğimizi sanıyorlardı.  Konuyu hemen kapatmaya çalıştılar. Bir şey bilinirse ben bilirim, ben bilmiyorsam hiç konuşmayalım... 

Sonuçta, Koordinasyon üyeleri olarak ortak bir karara vardık. Bu insanlarla birlikte çalışmaya kalkmanın anlamı yoktu. Yeni genel kurula kadar bekleyecektik ve hiç birimiz görev almayacaktık. Burada uğraşmak boşuna enerji harcamak anlamına gelecekti. Hepimiz değişik alanlarla kendini ifade edebilecek bilgi ve beceriye sahiptik ve burada zaman harcamanın da gereği yoktu. Bu kararımızı gizli tutmadık. 

Genel Kurul öncesinde Dİ’nin son numarasını yaşadık: Bana ve TBKP kökenli bir arkadaş olan Kemal’e Koordinasyon’a girme teklifi yapıldı. Kabul etmedik. Bizim vitrin elemanı olmak gibi bir niyetimiz yoktu. 

Genel Kurul’da yeni koordinasyona hiç birimiz girmedik. Almanya’da politik çalışma yürütebilecek kadroya sahip değillerdi ve bu da bizim sorunumuz değildi. Sadece koordinasyon değil, geniş bir kitle de ÖDP’den ayrıldı. Bu, ÖDP içindeki ilk büyük ayrılıktır. Türkiye’de çelişkiler vardı ama henüz kopuşma yoktu. Almanya’da sahne küçük olduğu için ÖDP’nin DYP’ye (Devrimci Yol Partisi) dönüştürülmeye çalışıldığı açık olarak görülüyordu. Türkiye’de aynı durum aradan biraz zaman geçtikten sonra görüldü. 

Türkiye’de Devrimci Yol’un bir bölümüyle Kurtuluş arasındaki çelişki biraz geri planda kalabilseydi, ÖDP içindeki rezalet daha da açık görülebilecekti. Bu iki örgüt 12 Eylül öncesinde birbirine defalarca saldırmıştı. Bu konuda karşılıklı görüşme yapılmamış ve çözüm yoluna da gidilmemiş idi. 12 Eylül öncesinde bitmeyen kavga ÖDP içinde de sürdü. Almanya’da bunu yaşamadık ama Türkiye’de durum açıktı. 

“Sonra ne oldu?..” derseniz, ÖDP’nin faaliyeti görünürde biraz daha sürdü. Birkaç gece yaptıklarını duydum. Almanya’ya yönelik bir çalışma yoktu, bunu yapacak anlayış da yoktu. “Yolumuz Mahirlerin yoludur!..” denilerek durumu bir süre idare edebilirdiniz, hepsi bu kadar. Sonraki yıllarda Almanya’da ÖDP ortadan kalktı denilebilir. Belki kâğıt üzerinde halâ vardır, ama fiiliyatta yoktur. 

Belirttiğim gibi, aynı parti yaklaşık iki yıl sonra Türkiye’de de bileşenlerine ayrışacaktı. İnanır mısınız, benim için de iyi oldu, zira kısa süre sonra PDS’e üye oldum ve aradan bir yıl geçmeden Frankfurt il yönetimine seçildim. Parti yayınının (Frankfurter Kurier) redaktörü ve partinin bu kentteki barış politikası sözcüsü oldum. Üniversitede politik bilimler okumaya başlamıştım ve çalışıyordum da…

Ben de insanım yani, fazlası olmuyordu...


13 Mart 2012




SOLDA BİRLİK VE ÖDP DENEYİMİ (1)


Üç buçuk yıldır bu sitedeki yazıları izleyenler bilirler. Sosyalist harekette kimsenin kimseye güvenmediğini, 12 Eylül öncesi örgütler içinde ve arasında olan çirkin olayların sürekli olarak üstünün örtüldüğünü, bunun da –başka şeylerin yanı sıra– birlik konusunu da olumsuz etkilediğini defalarca yazdık. 

Herkes kimin ne olduğunu biliyor. Bu nedenle sahte teşhir çabalarından herhangi bir sonuç alınamıyor. Gerçeklere dayanan açıklama ve teşhirler ise sonuç veriyor. Nedeni belli, çünkü herkes herkesin ana hatlarıyla ne olduğunu biliyor. Gerçek olarak bildikleri kendisine ayrıntılı olarak aktarıldığında, bu nedenle dinliyor. Kendisine masal anlatıldığında ise dinlemiyor. Bu konuda benimki kadar açık bir örnek herhalde yoktur. 

Mihrac Ural, Mehmet Yavuz son olarak da Hasan Balcı uğraştılar da uğraştılar. Benimle ilgili gerçekleri açıkladılar, dosyalar hazırlayıp bildikleri ve bilmedikleri tüm insanlara yolladılar. Sonuç kendi açılarından hüsran oldu. Kimse ciddiye almadı.

Bu sitede Mihrac Ural ve çetesiyle ilgili olarak açıklananlar ise ciddiye alındı. Çünkü biz kimsenin bilmediği gerçekleri değil, ana hatlarıyla zaten bilinenleri öncesi ve sonrasıyla anlattık. Bunlar cahil ve pratikte hiç olan insanlar. Cahillikleri oranında interneti büyük bir şey sanıyorlar. Pratikte var olmayan sanal alemde var olamaz, bunu anlamıyorlar. 

“30 yıldır devletle sorunum olmadı!..” diyen Hasan Balcı, böylece 1981-2011 arasında devletle sorunu olmadığını açıklamış oluyor. 12 Eylül’ün en karanlık döneminde bile devletle sorunu olmayanın devrimci olduğundan söz edilemez. Ortalıkta dolaşan, her yere girip çıkınca bir şey yaptığını sanan bir tiptir. Bu tür tipler açıklamalar yapsa ne olur, yapmasa ne olur! Bunlar sosyalist hareket dışındaki tiplerdir. Bu ülkenin sosyalist hareketinin eksikleri fazlasıyla vardır, ama bu tiplere düşecek kadar boş da değildir. 

ÖDP konusunda anlatacaklarım da esas olarak bilinen şeyler. Benim anlatacağım, önemli bir ülke deneyimidir ya da genelin Almanya’daki somutta nasıl yaşandığıdır. ÖDP Almanya deneyiminin olağanüstü bir yanı bulunmuyor, sadece kendisine ait özellikleri vardır. HDK ile ilgili yazıda belirttiğim gibi, sosyalist hareketin tarihindeki en büyük birlik deneyimi ÖDP’dir. Bu deneyim incelenip gerekli sonuçlar çıkarılmadan büyük ve başarılı bir birlik deneyimi yaşanması oldukça zordur.

SBP’nin ÖDP’ye dönüşmesine karşı çıktım ama genel eğilim tersi yöndeydi. O günlerde birlik sihirli kelimeydi ve sanki sosyalistler 12 Eylül’de birlik olmadıkları için yenilmişlerdi. Evet, bu saptamada gerçek payı vardı, ama birlik nasıl olacaktı, soran yoktu. Birbirinden insan öldürmüş örgütler arasında bu konu açık olarak konuşulup halledilmeden birlik nasıl olacaktı?

Bu büyük sorun çözümlenmeden birlik kararı verseniz bile olmazdı, hayata geçmezdi. ÖDP kuruldu ve başlangıçta önemli bir umut da verdi. Almanya’da ÖDP denildiğinde TKEP, TSİP ve TBKP taraftarları, TKSP’den bir bölüm insan, İşçinin Sesi’nden bazı arkadaşlar, Kurtuluş taraftarları ve Devrimci İşçi’den olan arkadaşlar vardı.

Devrimci İşçi, Devrimci Yol’un Almanya’da kullandığı isimdir. Devrimci İşçi yıllardan beri tek parça değildi. 1992’de gerçekleşen tahliyelerin ardından Devrimci Yol’un da tek parça olmaması gibi. Devrimci İşçi 1980’li yılların ortalarında Almanya’da değişik parçalara ayrılmış ve neredeyse dağılmıştı. ÖDP’nin kuruluşu bu yapının yeniden toparlanması için de fırsat oldu.

ÖDP’nin benim de içinde bulunduğum ilk Almanya Koordinasyonu kuruldu. Karşımızdaki en önemli sorun, Almanya’da ne yapılacağı idi. Nasıl bir çalışma tarzı izleyeceğiz ve buna uygun olarak nasıl bir örgütlenme yapacağız?

Türkiye’deki çalışma ve örgütlenme anlayışının buraya kopya edilmesi yanlıştı ve bu konuda aramızda tartışma yoktu. Başka bir deyişle neyin yapılmaması gerektiği biliniyordu, ama neyin yapılması gerektiği konusunda anlaşmazlık vardı. Anlaşmazlık, çok ilginçtir, Devrimci İşçi ile geriye kalan herkes arasındaydı. 

Devrimci İşçi, Taner Akçam’ın sorumlu olduğu zamandan beri, Almanya’daki çalışma tarzının Türkiye’dekinin uzantısı olamayacağını savunur. Bunu ilk savunan örgüttür de denilebilir. Almanya’daki çalışmada biz de benzeri bir anlayışı savunduk. Bu ülkedeki çalışma Türkiye’dekinin buradaki tekrarı olamazdı. Ne yapılmayacağı konusunda anlaşıyorduk ama yaptıklarımız birbirine hiç benzemiyordu. 

Devrimci İşçi’nin yaşadığı yaklaşık on yıllık bir örgütsüzlük arasından sonra konu yeniden gündeme geldi. Hemen dikkatimi çeken, on yıldan fazla süre pratik politik mücadeleden uzak kalmış olan bu arkadaşların, durumu on yıl öncesindeki gibi sanmalarıydı. Gerçekte ise, “Almanya’daki örgütlenme Türkiye’dekinin uzantısı mı olmalıdır?..” tartışması çoktan bitmişti. Bu nedenle doğrudan doğruya partinin Almanya ile ilgili programının ne olması gerektiği konusuna geçildi.

Konuyla ilgili temsilciler düzeyinde birkaç toplantı yapıldı ve Dİ’den arkadaşlar Almanya hakkında büyük bilgi birikimiyle karşılaşınca hayli şaşırdılar. Devrimci Yol karakteri denilebilecek bir karakter vardır. O en büyüktür, en öndedir, her şeyin en iyisini bilir ve başkasını ciddiye almaz. 12 Eylül öncesinden gelen bu anlayış 1980’li yılların başlarında Almanya’da da sürmüştü. Aradan on yıl geçtikten sonra da halâ süreceği sanılıyordu. 

Kısa sürede Almanya ile ilgili birikim konusunda hayli geride kaldıklarını ve dahası ezici bir kitlesel güce sahip olmadıklarını gördüler. Bizim kimseyi ezmek gibi bir niyetimiz yoktu. Evet, halâ en kitlesel olan Dİ idi ama karşıdakilerin hepsi birlikte davranınca azınlıkta kalıyorlardı. Dİ’den birkaç arkadaş da yapılan saçmalığa uymayı reddedip bizlerle birlikte davranmayı seçti.

Program komisyonu kuruldu, Dİ katılmadı. Katılmamasının tek nedeni, belirleyici olamayacağını anlamasıydı. Bilginiz varsa, ortaya koyun, biz öğrenmeye hazırız. Ama eğer sizin de bilmedikleriniz varsa, siz de öğrenmeye açık olun. Hayır, arkadaşların Almanya hakkındaki bilgileri en az on yıl eskiydi ve bunu da kabullenmek istemiyorlardı. 

Almanya programını hazırladık. Dİ de ayrı bir program hazırladı, ama ilk program karşısındaki yetersizlik açıkça ortaya çıktı. Kongreye gittik. Burada bize, programı aynen kabul ettiklerini ama örgütlenmenin insiyatif düzeyinde olması gerektiğini savunduklarını ilettiler. 

Bunu kabul edemezdik, çünkü nasıl bir örgütsel yapı kurulacağı programla belirlenir. Programda önümüze koyduğumuz hedefler ancak bir parti yapısı tarafından yerine getirilebilirdi. Bu parti komünist parti yapısına sahip olmayacaktı ve zaten bunu da kimse savunmuyordu. Ama şekilli bir yapı olacaktı, insiyatif gibi sınırları belirsiz, kimin hangi sorumluluğu taşıdığı belli olmayan bir yapı da olmayacaktı.

Anlaşamadık. Kongre, Koordinasyon Kurulu seçimlerine geçti. Dİ’den arkadaşlar Koordinasyon Kurulu’na girmeyeceklerini açıkladılar. Bilinen anlayış, biz olmazsak bir şey olmaz anlayışı. “Siz bilirsiniz, girmenizi isteriz ama yine de siz bilirsiniz!..” deyip seçime geçtik.

Bu arada “Parti mi, insiyatif mi?..” konusunda oylama yapıldı ve inanılmaz bir şey gerçekleşti. Dİ açık oylamayı kaybetti, azınlıkta kaldı. Salonda Dİ’den bazı arkadaşların tavrını görecektiniz. Adam hayatında azınlıkta kalmamış, böyle bir şeyi hiç yaşamamış. O kadar şaşırdılar ki, bu kadar olur. 

Oylamayı tanımamaya kalktılar, aldırmadık. Burada oyun oynamıyoruz, öyle değil mi! Sonucu tanımayacaksan oylamaya neden katılıyorsun?

Devrimci İşçi’nin içinde yer almadığı Koordinasyon Kurulu seçildi. Yer alan arkadaşlar kökenlerine göre şöyle belirtilebilir: TBKP, TKEP, İşçinin Sesi, Devrimci İşçi, Kurtuluş, TKSP... 

TSİP’li arkadaşlar SBP’den sonra politik mücadelede aktif olmadılar. Dİ’den birkaç arkadaş farklı tavır göstermiş ve koordinasyona da girmişti. Bundan sonraki bir yıllık süreç ya da ikinci kongreye kadar olan süreç, Dİ’nin ÖDP genel merkezinin de desteğiyle bizi çalıştırmamak çabasıyla karakterize olur.

Bu anlattıklarım 1997-1998 yıllarını kapsar. Gerisini gelecek yazıda anlatayım...


10 Mart 2012




HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ OLUR MU DERSİNİZ?


Halkların Demokratik Kongresi (HDK) son genel seçimde yapılan türlü engellemelere rağmen BDP’nin başarıyla çıkmasının ardından, esas olarak Kürt özgürlük hareketiyle Türkiye sosyalistleri arasında yakınlaşma ve giderek birlik sağlanması için kuruldu. Genel seçimde BDP ile belirli örgütler içinde bulunan ve bulunmayan çok sayıda Türk sosyalisti arasındaki işbirliği, böyle bir örgütün kurulmasında itici oldu. 

Bu konuda şu ana kadar bol miktarda propaganda ve görüş belirtmenin ötesinde somut herhangi bir gelişme de görülmedi. Söylenenlerde yeni bir şey yok. Birkaç yıl önce aynıları Çatı Partisi için söylenirdi. Çatı Partisi büyük bir fırsattı, kaçırılmamalıydı. Bu parti en geniş güçlerin birliğini sağlayabilirdi, vb. vb. 

Çatı Partisi hakkında yazılan o kadar yazıya, yapılan toplantılara, büyük propagandaya karşın somut hiçbir adım atılamadan hayattan silindi. Dahası unutuldu. 

Birkaç yıl önce Çatı Partisi’nin hayata geçmesi için çalışan birkaç arkadaş benim de bu partiyle ilgili çalışmalarda yer almamı istemişti, ancak kabul etmemiştim. Çatı Partisi’ne karşı değilim, sizi engellemeye kalkacak da değilim, ama hayata geçebileceğine inanmıyorum. Böyle söylemiştim ve doğrusu yanılmış olmayı da isterdim. 

HDK ile ilgili görüşüm de bu çerçevede. Hayata geçmesini mümkün görmüyorum. Çatı Partisi’ne göre biraz daha fazla şekillenebilir, ama sonuçta ortaya somut bir yapı çıkacağını sanmıyorum. 

“Neden böyle düşünüyorum?..” sorusunun cevabının zor olduğunu sanmıyorum. Şu veya bu düzeyde birlik konusunda yıllardan beri bol miktarda konuşuldu ve konuşulmaya da devam ediliyor. Hangi sonuç alındı ya da hangi somut adımlar atılabildi? 

Sosyalistlerin 12 Eylül sonrasındaki en büyük birlik projesi ÖDP idi. Bu proje hayata geçti ve fiyaskoyla sonuçlandı. Bu deneyin irdelemesini yapmadan kurulmaya kalkılacak yeni bir birlik örgütünün başarılı olabileceğini düşünmüyorum. 

HDK ile ÖDP farklı. İkincisinde Kürt hareketi yoktu, ama zaten sorun da Kürt hareketinden değil, Türk sosyalistlerinden kaynaklanıyor. 

1990’lı yıllarda hayata geçirilen BSP (Birleşik Sosyalist Parti) ve ÖDP’de Almanya’da bir dönem sorumlu düzeyde yer aldım. BSP; TBKP, TSİP, TKEP ve Kurtuluş tarafından oluşturulmuştu. SÖZ adlı haftalık bir dergi yayınlıyordu. Dergi hem içerik bakımından oldukça iyiydi hem de 5.000 civarında satışı vardı. Bu derginin Avrupa sorumluluğunu yaptığım yıllarda Almanya, Fransa ve İsviçre’deki toplam satışı yaklaşık bin kadardı ve oldukça iyi bir sayıydı. 

BSP bileşenleri arasında farklılıklar kuşkusuz vardı ama değişik konularda iyi anlaşıyorduk. Bu parti, eski Devrimci Yol’un bir kesiminin oluşturduğu yapıyla birleşme planına yapmaya başlayınca, itiraz ettim. İtirazımın gerekçesi, birlik için birlik yapılamayacağı idi. Eski DY’nin bir kesimiyle aramızda ciddi farklılıklar vardı. Kürt sorunu bunlardan birisiydi. Birlikte iş yapabilirdik ama aynı örgütsel yapı içinde birleşmek bizi iyi yerlere götürmeyecekti.

O dönem birlik, sihirli bir kelimeydi. Rahmetli Sıtkı Coşkun, “Bugün birlik en devrimci politikadır!..” derdi. Acı bir durumdur; ÖDP’nin kuruluşunda büyük emeği olan Sıtkı Coşkun vefat ettiğinde, ona en fazla yeri ayıran Yazın dergisi olmuştu. ÖDP kuruldu, iki dönem Almanya Koordinasyonunda yer aldım ve ardından bu ülkede toplu olarak ayrıldık. 

Bu süreci ve o dönemki sihirli birlik anlayışını sonraki yazıda anlatacağım.


22 Mart 2012




POZANTI CEZAEVİ


Pozantı Cezaevi’nde Terörle Mücadele Kanunu’na dayanılarak tutuklanan Kürt çocuklarına yönelik taciz ve tecavüz vakalarının ortaya çıkmasının ardından, Adalet Bakanlığı söz konusu cezaevine müfettiş gönderdi. Bilinen ve artık kanıksanan uygulama deyip geçmek gerekir.

Bilirsiniz, bazı tipler vardır, başkaları hakkında altından kalkamayacakları laflar ederler. Baktılar ki iş kötüye gidiyor, özür dilerler. Bilinen numaradır. Denersin, baktın ki tutmadı, “yanlış anlaşıldım” dersin, üstüne bir de özür dilersin. Ve bunu hep yaparsın. 

Pozantı Cezaevi’ndeki çocuklar buraya başka yerlerden sevk edilmişler ya da “suç yerleri” Pozantı değil. Bakanlık ve Ceza ve Tevkif Evleri Müdürlüğü bu cezaevinde çocuk koğuşu olmadığını mutlaka biliyordu. Bunu bilerek çocukları bu cezaevine göndermek ve onların kaçınılmaz olarak yetişkin adli tutuklularla birlikte aynı koğuşta kalmalarını sağlamak durumunda, ne olacağı önceden bellidir. 

16 yaşından küçüklerin yerleştirildiği çocuk koğuşlarının bulunduğu cezaevlerinde bile para karşılığında ilgili koğuş mümessilinin “oğlan ayarlaması”nın istenildiğini hem cezaevi yöneticileri hem de ilgili sorumlu daireler mutlaka biliyorlardır. Bu çocukları bile bile çocuk koğuşu olmayan yere gönder, ardından da konu kamuoyuna yansıyınca müfettiş gönder!

Bilinen uyutma numarası, başka bir şey değil. 

Bu çocukların Pozantı’ya gönderilmesinin asıl nedeni, tahliye olan çocukların anlatımlarına göre, ezilmeleridir. Kendilerine ezilmenin ve aşağılanmanın her çeşidi uygulanmıştır. Bu konuda koğuş ağalarıyla cezaevi yönetimi birlikte davranmıştır. Amaç onları iyice korkutup sindirmek ve böylece kendilerini bir daha cezaevine düşürecek eylemlerden kesinlikle uzak durmalarını sağlamaktır. Cezaevi jargonunda buna “kişiyi ezmek” denir. Sık uygulanan bir yöntemdir.

Örneğin, bir cezaevinde isyana karıştığınızda sürülürsünüz ve yeni cezaevinde hücre hapsinin yanı sıra ezilirsiniz. Ezme yöntemi eskiden beri uygulanan tipik bir yöntemdir ve kişiyi “uslandırmayı” amaçlar. Bireyler bazında başarılı olabilir, ama politik nedenlerle ve yaşları küçük bile olsa cezaevine girmiş olanlar üzerinde başarı şansı yok gibidir.

Konuyla ilgili olarak beni en çok şaşırtan, hemen her konuda fikir beyan eden çok sayıda insanın konuyla ilgili bilgisizliği oldu. Efendim, kamuoyu böyle bir olayda neden ayağa kalkmıyormuş? 

Demek ki siz, bu ülkede, erkek çocuklarının cinsel istismarının yıllardan beri yaygın olduğunu bilmiyorsunuz. Çocuğa yönelik baskının esas olarak kız çocuklarıyla ilgili olduğunu sanıyorsunuz. Günaydın yani, başka ne diyeyim!

Siz mutlaka “Yorgansız yatarız, oğlansız yatmayız!..” sözünü duymamışsınızdır. Urfa kökenli bir sözdür. Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak döneminde sefere çıkan yeniçeri ordusunun arkasından oğlanlar bölüğünün geldiğini de bilmiyorsunuz. Asker bu, iyi savaşması için gönlünü hoş tutmak ve her çeşit ihtiyacını önceden düşünmek gerekir. 

Türkiye Cumhuriyeti olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıyız!..” denilir. Denilir ama, devletin örgütlediği resmi “oğlanlar bölüğü” es geçilir. Çok erkek milletiz, ondan olsa gerek!

Peki divan şairlerinin oğlanlar için yazdıkları kasidelere, anlatılan hamam sefalarına ne demeli. Hürriyet gazetesinde Murat Bardakçı, bu kasideler için “Çevrilemez, yoksa muzır neşriyat kapsamına girer!..” demişti.

Bunlar tarihte olup bitenlerdir. Açıkça konuşulursa günaha girilmez. Ama sürekli gizlenir ve dahası tersi varmış gibi gösterilmeye çalışılırsa, erkek çocuklarının cinsel istismarı da yaygın şekilde sürer. 

Pozantı Cezaevi’ndeki son durum erkek çocuklarına yönelik cinsel saldırganlığın devletin bilgisi dahilinde ve ağırlıkla yıldırma amaçlı olarak yapılmış halidir. Özel bir durumdur, ama istisna değildir. Durum bundan ibarettir. 


1 Mart 2012 




FRANTZ FANON: SÖMÜRGECİLİĞİN PSİKOLOJİSİ


Yazmaya başladığım Fanon yazısının giriş bölümü aşağıdadır. 


1.  GİRİŞ

Her insan, yaşamı ve –varsa– yapıtlarıyla yaşadığı dönemin güçlü etkisini yansıtır. Kişiyi gerçekten anlamak ancak dönemini anlamakla mümkündür.

Bunun bilinen bir belirleme olduğu, dolayısıyla da yeni bir şey söylenmediği düşünülebilir. Belirleme genel bir doğru olmakla birlikte, kabul etmekle yapmak arasında fark vardır. Belirleme kabul edilmesine karşın, gerçekleşmeyebilir.
Fanon’un önemli bazı saptamaları için de benzer bir durum söz konusudur. Bu saptamalar döneminden ve somut koşullarından ayrılarak değerlendirildiklerinde, gerçek Fanon ile görüşleri eleştirilen Fanon arasında önemli bir ayrım ortaya çıkar. 
Yazının sonraki bölümlerinde inceleneceği gibi, Fanon’u ortamından ayırarak sömürgelerden metropollere taşıyan ve şiddetin işlevi konusundaki görüşünü bu bağlamda eleştirenler arasında Hannah Arendt de vardır.
Fanon’un özellikle önemli iki kitabı (Siyah Deri – Beyaz Maske ile Yeryüzünün Lanetlileri) bu incelemenin asıl konusunu oluşturuyor. Diğer kitaplarına, konuşma ve makalelerine ise kısaca değinilecektir. 
Fanon’un başlıca görüşleri bu iki kitap temelinde şekillenir. 
Fanon’un iki önemli kitabı iki temel konuyu ele alır:
Birincisi: Sömürgecilik sadece ekonomik ve askeri yönden değil, psikolojik olarak da ele alınmalıdır. Sömürgeci, sömürge insanının psikolojisini tahrip eder, onu çift kişilikli yapar, insanlıktan çıkarır.
Fanon, sömürgeciliğin ayrılmaz parçası olan, ama eski sömürge insanına karşı klasik sömürgecilik sona erdikten sonra da süren ırkçılığı da aynı bağlamda ele alır. 
İkincisi: Sömürge insanı ancak sömürgeciye karşı şiddet uygulayarak çift kişilikten, aşağılık kompleksinden, insanlık dışılıktan kendini kurtarabilir. Burada söz konusu olan, sömürge ülkenin ancak şiddet kullanılarak bağımsızlığını kazanabileceği, sömürgeciliğe karşı mücadelenin ancak bu yolla başarıya ulaşabileceği değildir. Bu, Fanon dönemine kadar bilinen ve genellikle de kabul edilen bir doğrudur. Sömürgecilik açık şiddete dayanır ve sona erdirilmesi de ancak şu veya bu oranda şiddet kullanılmasıyla mümkündür. 

Fanon’a göre şiddetin psikolojik olarak iyileştirici yanı da vardır. Sömürge insanı sömürgeciye uyguladığı şiddetle sadece ülkesini değil, psikolojik olarak kendisini de kurtarır; insan olur.
Başka bir deyişle şiddet, zorunlu kalındığı için başvurulan bir yol değildir; başvurulması zorunlu bir uygulamadır.
Fanon, Afrika’da ve özellikle Cezayir’de sömürgeciliğe karşı savaşın sorunlarını irdelerken, bu savaşın yürütücüsü temel güç üzerinde de durur. Fanon’a göre, sömürgeciliğe karşı ve sosyalizm hedefine yönelik mücadelenin temel gücü işçi sınıfı değil, köylülüktür.
1950’li yıllardaki sömürge kurtuluş savaşları sırasında Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki devrimin (1949) ve Mao’nun görüşleri temelinde şekillenen köylülüğün devrimdeki başat rolü anlayışı, 1960’lı yıllarda da uluslararası sosyalist hareketteki etkisini sürdürür.
Fanon’un “Toprağın Lanetlileri” yapıtında yer alan bu görüş uluslararası bağlamda kısaca ele alınacaktır.
Fanon’un görüşleriyle ilgili bir yazının asıl zor yanı, Fanon ile post Fanonizm’i ayırmaktır. 
Fanon’un sömürgecilik, sömürge ülke halkında yaratılan psikolojik yıkım ve ulusal kurtuluş mücadelesi konusundaki görüşleri, 1970’li yıllardan başlayarak önemini kaybetti. Sömürgecilik koşullarında ezilenlerin şiddetinin oynadığı olumlu rol, sonraki yıllarda da önemli bir saptama olarak değerlendirilmekle birlikte, Fanon’un özellikle ırkçılığın psikolojisi konusundaki görüşleri sonraki yıllarda değişik yönlerden geliştirildi ve değişik yorumlara konu oldu.
Burada söz konusu olan esas olarak metropollerdeki ırkçılıktır. Afrika kökenli siyah insanın beyazlarla olan ilişkisiyle bu ilişkinin kültürel kökenleridir. Fanon’un siyah ya da melez insanın beyaz toplumundaki psikolojisi ve bunun kökenleri konusundaki görüşleri, son dönemde önem kazanan Kültürel Çalışmalar’da (Cultural Studies)  dikkate alınır.
Bu yazı asıl olarak Fanon’un görüşleriyle ilgili olduğu için, post Fanonizm’in değişik gelişme yönleri üzerinde sadece kısaca durulacaktır.


29 Şubat 2012




ALMANYA’DA ALEVİLİK VE EĞİTİM


Başlarken belirteyim: Hayatım boyunca açık ya da kapalı hiçbir dini inanca ilgi duymadım. Ateistliğim sosyalist olmamla birlikte başlamadı, daha önce vardı. Politik düşüncelerim, 17 yaşında liberalizmden anarşizme, bunun ardından da 19 yaşında sosyalizme doğru evrildi. 17 yaşında, ODTÜ Hazırlık Sınıfı’nda iken, liberal politik düşünceye sahiptim ve ateisttim. Zamanla politik düşünce değişti, ama ateizm değişmedi.

Alevilerin ve Sünni İslam dışında açık ya da daha az açık dini düşünceye sahip olan herkesin bu inançlarıyla ilgili ibadet ve eğitim-öğrenim haklarına kavuşmasını isterim. Her dini inançta bulunan ritüellerinin serbestçe hayata geçirilebilmesini ve kimliklerini açıkça ifade edebilmelerini isterim.

Bu gibi konularda başta gelen sorunum, teori ile gerçek arasındaki büyük farklılıktır. Bu büyük farklılık Sünni İslam’ın her çeşidinde bulunduğu gibi, Aleviliğin çeşitlerinde de vardır. Sünnilik ya da Alevilik kendi başına alındıklarında Almanca’daki Sammelbegriff kapsamına girerler. Birbirinden oldukça farklı Sünnilikler ve Alevilikler aynı kavram altında toplanmıştır. Gerçekte ise bu kavramlar önemli ayrımları da içlerinde barındırmaktadır. Yazının konusu iç ayrımlar olmadığı için bunları belirtmekle yetineceğim.

Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nda (AABF) yakında Genel Kurul Toplantısı yapılacak ve yeni yönetim belirlenecek. Hürriyet Gazetesi Avrupa baskısı AABF’deki değişik listeleri tanıtan bir yazı dizisi yayınladı (25 Şubat 2012). Bu dizide Genel Kurul’da başkan adayı olacak olan Cemalettin Özer’in söyledikleri ilgimi çekti.

Konuya giriş olarak belirtmek gerek, Aleviler geçtiğimiz yıllarda Almanya’da önemli haklar elde ettiler. İnançları ve bunu ifade etmek konusunda herhangi bir baskıyla karşılaşmıyorlar. Çok sayıda Cem Evi var. Dahası, Alevilik bazı okullarda –tıpkı Sünni İslam gibi– din dersi olarak okutulabiliyor. Kuşkusuz daha atılacak adımlar var ama bunlar bile önemli kazanımlardır.

Özer ardından şunları söylüyor: “Almanya’da geçen günlerde, İslam Konferansı ile ilgili yayınlanan bir raporda Alevi çocuklarının okullarda, Sünni çocuklara göre daha başarısız olduğu ortaya çıktı. Üç bin kişi üzerinden yapılan bu çalışma Alevi çocuklarının büyük kısmının okul diploması almadığını gösteriyor. Eğitimdeki bu sorunun çözümüne ağırlık vermeliyiz.”

Üç bin kişi araştırma için iyi bir rakamdır ve sonuçların temsili özellik taşıdığını gösterir. Yine, Özer’e göre Almanya’da 800 bin kadar Alevi yaşıyor. 

Alevilik, teoriye göre, yeniliklere daha açık olan bir inançtır. Aleviler daha bilgilidirler, eğitime daha fazla önem verirler. Rakamlar ise, tersini söylüyor ya da teorinin bu bölümünün eskidiğini ve sadece gerçeklere dayanmayan propaganda özelliğini taşıdığını gösteriyor.

Almanya’daki göçmen grupları içinde Türk çocukları eğitimde en başarısız kesim içinde yer alır. Araştırmalar Türklük üzerinden ya da gelinen ülke baz alınarak TC pasaportuna sahip olmak üzerinden yapıldığı için, Kürtler ve Türkler, Aleviler ve Sünniler birlikte ele alınmaktadır.

Alevilik ve Sünnilik dışında kalan inanç sistemlerinin oldukça az olduğundan hareketle, Türk çocuklarının eğitimdeki büyük başarısızlığının Aleviliği ve Sünniliği birlikte içerdiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz burada ortalamadan söz edilmektedir. Konumuz tek tek başarılı örnekler değil, ortalama olarak okul çağındaki kitlenin hangi başarıyı gösterdiğiyle ilgilidir.

Özer’in aktardığı araştırmanın sonucu bize, eğitimde Alevi çocuklarının durumunun kötünün kötüsü olduğunu gösteriyor. Genel durum zaten kötüdür, Alevi çocuklarının durumu kötünün de kötüsüdür. Burada, sadece çocukları değil, Alevi aileleri ve genel olarak bütün Alevi toplumunu ilgilendiren önemli bir sorun bulunuyor. 

Genel olarak Türkler ve Kürtler çocuklarının iyi eğitim almasını sağlayamıyorlar. Aynı saptamayı bir başka adlandırmayla Aleviler ve Sünniler için de yapabiliriz. Alevi toplumu bu konuda Sünnilerden daha da başarısızdır. Doğru dürüst eğitimi olmayan, Hauptschule diplomasıyla yetinen ve hatta onu bile alamayan, dolayısıyla iş bulma şansı da olmayan ve kaçınılmaz olarak lümpenliğe sürüklenecek büyük bir genç kitle vardır. 

Bilinen bir gerçektir: Çocuğun okuldaki başarısı evdeki ortamla yakından ilgilidir. Dersleriyle ilgilenilmesi, başarı ya da başarısızlığının izlenmesi ve destek olunmasıyla yakından ilgilidir. Bu ilgi, çocuğun yaşı küçüldükçe daha da önem kazanır. Alevi ve Sünni çocukların büyük bölümü Almanya’da liseye gidemiyor. Almanya’da liseyi bitirebilen eğitim konusunda oldukça yol almış demektir. İlkokuldan ötesine gidememiş olan ise hemen hiç yol alamamıştır. Anlaşılan odur ki, Aleviler de tıpkı Sünniler gibi, “saldım çayıra, mevlam kayıra” anlayışından kurtulmamıştır. 

Yine bilinen bir gerçektir: Annesinde ve babasında okuma alışkanlığı görmeyen çocuk okuma alışkanlığına sahip olmaz. Evde on kitabı bir arada görmemiş çocuğun ne okumasını bekliyorsunuz? Cem Evleri’nde kültürel çalışmalar yapılıyor. Saz kursu ve semah dönme. Bu kadar! Bu durumda Alevi çocuklarının eğitim sorununun çözümünde ne yapılabilir?

Alevi Kültür Merkezleri (AKM) konuya eğilmeliler, ama neyi nasıl çözeceğini belirtmeden ya da somut öneriler getirmeden bir sorunun çözümünde yol almak mümkün değildir. 

Sorun sadece Alevi çocukların daha iyi bir eğitim görmesi için çaba harcamak değildir, ailenin de bu yönde eğitilmesi gerekir. Her aile çocuğunun daha iyi bir eğitim almasını ister, ama sadece istemekle bir şey olmadığı da bilinir. 

Çocuğun ve daha önemlisi ailenin eğitimiyle ilgili ne yapılabilir, hiç açık değildir. Öncelikle, Aleviler daha moderndir, yeniliğe daha açıktır, eğitime daha fazla önem verir gibi belirmelerin gerçeklikle uyuşmadığını kabullenmek gerekiyor. Almanya gibi önde gelen bir bilim ve teknoloji ülkesinde eğitimde Sünnilerin bile gerisinden geliyorlar. 

Üzerlerinde herhangi bir baskı yok, kimliklerini açıkça ifade edebiliyorlar, ibadetlerini açıkça yapabiliyorlar, ibadet yerlerini serbestçe açabiliyorlar. Ama sonuç da ortadadır. 


 28 Şubat 2012 





DERİNDEKİ MİLİTARİZM


Barış hareketinin önemli sorularından bir tanesi, “Bu ülkede militarizm neden bu kadar yaygın?..” sorusudur. Bunun nedenlerinden bir tanesi, ayrı bir yazının konusu olan, “ordunun ülkenin önemli ideolojik aygıtlarından birisi”ni oluşturmasıdır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri durum böyledir. Bu ideolojik aygıt, zaman içinde kendisini çağın gereklerine uydurmuş ve daha az doğrudan olan, toplumsal örgütlenmeye daha fazla önem veren yöntemlere geçmiştir. 

Bu açıklama, önemli olmakla birlikte, yeterli değildir. Militarizm, solda ya da başka bir deyişle devrimciler arasında neden bu kadar yaygındır? Militarizm kelimesini kullanıyorum, Kemalizm demiyorum. Bu ikisi birbiriyle ilgilidir ama aynı şey değildir.  Türkiye Cumhuriyeti tarihinde militarizm ve Kemalizm her zaman iç içe olmakla birlikte; militarizm, günün ihtiyaçlarına göre, klasik Kemalizm’den sapma gösterebilmiştir. Örneğin, İslamiyet’in devlet tarafından yoğun olarak kullanılabilmesi ve gerektiğinde dinci örgütlerin desteklenmesi gibi. 

Kemalizm, sonuçta genel bir modernleşmecilik ve amorf bir teori olduğu için, fazlasıyla esnetilebilecek özelliklere de sahiptir. Militarist anlayış ve buradan giderek de Kemalizm’in değişik çeşitleri sosyalistler arasında neden bu kadar yaygındır?

Bu soruya bugüne kadar kaba bir teorik cevap arandı. “Sosyalistler Kemalizm ile hesaplaşamadılar, ondan kopamadılar!..” denildi. Bu cevap, aslında cevap değildir. Bir saptama yapar, ama bu saptamanın nedenini açıklamaz. Sosyalistler yıllardan beri Kemalizm’den ve de militarizmden neden kopamadılar? Çok sayıda sosyalist tersini iddia ediyor ve kendilerinin dünya görüşleri itibariyle Kemalizm ile ilgilerinin bulunmadığını savunuyor.

Sosyalistler ya da kendisini genel olarak sol olarak tanımlayanlar arasında Kürtler konusunda devletçi çözümden bile daha geride olanların sayısının az olmadığı biliniyor. Bunun nedeninin açıklanması gerekir. “Militarizmden ve Kemalizm’den kopamadılar!..” demek, açıklama değildir, sadece soruyu başka bir alana yöneltmektir.

Biraz geriye gidelim. Sosyalist hareketimizin tarihinde 1965-1972 döneminin önemini hepimiz biliyoruz. Bu dönemin sonlarında ortaya çıkan THKO ve THKP-C gibi silahlı mücadele örgütlerinde Kemalizmin güçlü bir etkisinin olduğu da biliniyor.

Bu etkinin teorik olmaktan daha ötede, sosyalizasyon temelinde şekillendiğini belirtmek gerekir. Bu örgütlerin kadroları genellikle orta sınıf ve aydın denilebilecek ailelerin çocuklarıydı. Üniversiteye gelinceye kadar yoğun milliyetçi ve Kemalist eğitim görmüşlerdi. Sosyalist olduklarında “boş kâğıt” olmayan, önemli bir sosyalizasyonu geride bırakmış olan bu insanların güçlü militarist ve Kemalist özellikler taşımaları normaldir. Başka türlüsü düşünülemez. Kısa ve mücadele dolu hayatlarında önemli bir evrim geçirirler. Deniz Gezmiş bunun en bilinen örneğidir.

“Samsun’dan Ankara’ya 19 Mayıs Mustafa Kemal Yürüyüşü”nün düzenleyicileri arasında bulunan Deniz Gezmiş, başlangıçta militan bir Kemalisttir. Zaman içinde evrimleşir ve özellikle Ankara’ya geldikten sonra görüşlerinde değişim ortaya çıkar. İdam edilirken Kemalizm’de asla bulunmayan Kürt halkından söz etmesi bunun örneklerinden bir tanesidir.

Soruyu biraz genişleterek yeniden sorabiliriz: Bu evrim, aradan 40 yıla yakın süre geçmiş olmasına karşın neden bitmemiştir?

Solun değişik kesimleri Deniz Gezmiş’in Mustafa Kemal’ciliğini vurgulamaya özen gösterir. Bir dönem için haklıdırlar. Deniz Gezmiş, devrimci yaşamının bir döneminde Mustafa Kemal’cidir. Hangi insan hayatının sadece bir dönemi alınarak değerlendirilebilir? Bir insanın evrimini göz ardı ederek onu değerlendirmek mümkün değildir.

Böyle yapılmasının nedenlerinden bir tanesi solun iç zaaflarından, devletle iç içeliğinden kaynaklanmakla birlikte, önemli bir neden daha vardır.

26 Ocak 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ahmet Hakan’ın köşe yazısında “Akıncılar Marşı”ndan söz edilir. Marş şöyledir:

“Kar, bora, fırtına sükun bulacak. / Sana Siyonistler, sana komünistler selam duracak. / Toplarıyla tanklarıyla gelseler dahi, / Evelallah Müslüman kalacak Türk’ün ülkesi...” 

Bu marşın, farklı kelimelerle yazılmış bir benzeri, 1971 öncesinde devrimciler tarafından söylenirdi: “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi, / Bağımsız olacak Türkün ülkesi. / Fırtına bora sükun bulacak, / Bize Amerika bize Amerika selam duracak...” 

1970 sonlarından itibaren “Türk’ün ülkesi”, “halkın ülkesi” olarak değiştirilir. 

Akıncılar bu marşı devrimcilerden almışlar. Melodi aynı, sözler değiştirilmiş sadece. Bu marşın orijinali Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Marşı’dır. Devrimcilerin 1971 öncesindeki bu önemli marşı oradan alınmadır. 

İsim olarak tam hatırlamadığım için ve yanlış yazmamak amacıyla belirtmeyeceğim, ancak bu tek örnek değildir. Harbiye Marşı, İzmir Marşı gibi marşlar da melodiler aynı kalarak ama sözleri değiştirilerek çeşitli devrimci marşlar olarak kullanılmıştır. 

Bunun bilinçli bir çaba olduğunu düşünmüyorum. Yaşanılmış olan sosyalizasyon sonucu militarizm içselleştirilmiş ve bu durum da kendisini değişik şekillerde gösteriyor. Bilinçli teoride militarizmden kurtulduk denirken, militarizm bilinçaltından fırlayıveriyor. 

Tıpkı “erkek egemen söylem” gibi. Teorik olarak kurtulmuşsunuzdur, ama yıllardır yaşanılarak içselleştirilmiş olandan gerçekten kurtulmak o kadar basit değildir...

27 Şubat 2012 




TÜRKÇE UYGARLIK DİLİ MİDİR?


Bülent Arınç, Kürtçe’nin eğitim dili olamayacağını, ama ileride, seçmeli ders olabileceğini söyledikten sonra, Kürtlerin Türkçe öğrenmesini tavsiye etmiş. “Kürtçe eğitim olmaz, çünkü Kürtçe medeniyet dili değildir. Türkçe uygarlık dilidir, Türkçeyle uygarlığa açılırsınız!..” demiş. Gerçekten öyle mi acaba?

Önce tanım gerekiyor: Uygarlık dili ne demektir? 

Belirli bir dönemde çok kişi tarafından kabul edilen, mevcut uygarlığın değişik yapıtlarının yayınlandığı dil demektir. Bir çeşit dünya dili ya da dünyanın önemli dillerinden birisi demektir.

İnsanlık tarihi boyunca uygarlık dilleri sabit olmadı, değiştiler. Örneğin, milattan önce 200 yılları ve sonrasında o zamanın bilinen dünyasının ya da Akdeniz’in ortak dili Yunanca idi. Zamanın büyük filozoflarını yetiştirmiş ve ilk üniversitelerin kurulduğu Yunanistan’da ortaya çıkmış olan fikir akımları bugün bile değişik incelemelere konu oluyor: Platon, Aristoteles, Sofistler, Parmenides ve ötekiler. Eski Yunan filozofları günümüz Batı uygarlığının kurucuları olarak görülüyor. 

Ne ki, Yunanca, iki bin yıl önce dünya dili olmasına karşın, uzun zamandan beri bu özelliğe sahip değildir. Eski Yunancanın değerinin bilinmesi konunun uzmanlarıyla sınırlıdır. Bunun dışında Yunanistan dışında yaşayan bir kişinin Yunancaya ilgi duyması oldukça enderdir. 

Fransızca bir dönem dünya diliydi. Bu ülkenin ekonomik gücü, 1789 büyük burjuva devrimini gerçekleştirmesi ve bu devrimi bütün Avrupa’ya ihraç etmesi, sahip olduğu geniş sömürge imparatorluğu, Fransızcanın bir dönem dünya dili olmasını sağladı. Fransa, özellikle Afrika’daki sömürgelerinde yerel dilleri silerek yerine Fransızcayı yerleştirdi. Bu durum, söz konusu ülkeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da sürdü. Birleştirici tek dilin olmadığı, kabile dillerinin bulunduğu Afrika ülkelerinde Fransızca ortak anlaşma dili olarak yerleşti. 

Konunun başka bir yanı daha var: Fransızca büyük bir kültür birikimini barındırır. Çok sayıda yapıtın Fransızcaya çevrilmiş olmasının yanı sıra, Fransızcadan da değişik dillere çok sayıda yapıt çevrilmiştir. Başka bir deyişle, Fransızca öğrendiğiniz zaman dünyada ne olup bittiğini daha iyi izleyebilirsiniz. İnsanlığın ürettiği kültür değerlerine bu dil aracılığıyla önemli oranda ulaşabilirsiniz. 

Almanya dışında yaşayan Almanların çokluğu ve dağınıklığı, ek olarak da Almanya’nın ekonomik gücü, bu ülkenin dilini belirli oranda öne çıkardı. Almanca da dünyanın önde gelen dillerinden birisi olmasına karşın, Fransızcadan geridedir.

Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya dili İngilizcedir. Bu dilden başka dillere çok sayıda çeviri yapıldığı gibi, hangi ülkede yayınlanmış olursa olsun çok sayıda önemli yapıt bu dile çevrilmiştir.

Şöyle de denilebilir: Dünyanın en önemli dilleri sırasıyla İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Almancadır. Az bilinen bir dilin bulunduğu ülkede üretilmiş önemli bir yapıt, bazen bu dillerin tümüne, sık sık da bu dillerden bir ya da ikisine çevrilir.

Bilimin ve sanatın dili, en az yarım yüzyıldan beri İngilizcedir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngilizcenin egemenliği bu kadar belirgin değildi. 20. yüzyıl başlarında bilim dili Almancaydı. Fizikteki iki büyük devrimi, görelilik kuramını ve parçacık mekaniğini gerçekleştirenler büyük oranda Almanca konuşulan ülkelerden –Almanya ve Avusturya- çıktı. Keza, psikolojide de Almanca ön plandaydı (Avusturya ve Freud). Almanya’da Nazi iktidarından sonra durum değişir.

Gelelim Türkçenin durumuna. Bülent Arınç, Türkçenin “uygarlık dili” olduğunu iddia ediyor. Bunu neye dayanarak söylediğini bilmiyoruz. Eğer “Türkler tarihte büyük uygarlıklar kurdu!..” gibi bir noktadan hareket ediyorsa, aynısını Yunanlılar ve Araplar da yaptılar. Ne ki, bu durum, Yunanca ve Arapçanın uygarlık dilleri olmasını gerektirmiyor. Dahası, o Türk uygarlıklarında kullanılan dil de ağırlıkla Arapça ve Farsça idi.

Bugünün uygarlık dillerinden söz edeceksek eğer, Türkçe de Kürtçe de bunların arasında değildir. Bu dillerin konuşulduğu mekânlarda doğmamışsanız ya da bu dilleri konuşanlarla herhangi bir işiniz yoksa, bu dilleri öğrenmeye kalkmazsınız. Bu öğrenmenin size getireceği bir şey yoktur.

Türkçe gerçekten uygarlık dili ise, Kürtçeyi yasaklamanın, gelişmesini engellemenin, baskı altında tutmanın hiç gereği yoktur. Hiç kimse aptal değil, bu nedenle, siz istemeseniz bile insanlar uygarlık dilini öğrenirler. Türkçeden başlıca dillere –İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca– kaç tane yapıt çevrildiğini hiç düşündünüz mü? 

Uygarlık dili olmanın önemli göstergelerinden birisi de budur: insanlığın ortak değerini oluşturacak metinlerin bu dilde üretilmesi. Edebiyat metinleri dışında –Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve daha az oranda başka yazarlar– bu dillere çevrilmiş olan, Türkçe yazılmış kitaplar veya metinler var mıdır? 

Uluslararası çaptaki az sayıda bilim insanı bile makalelerini İngilizce yazmaktadır. Daha kötüsü, insanlığın bütün büyük dillere çevrilmiş önemli metinlerinin ne kadarı Türkçeye çevrilmiştir, hiç düşündünüz mü?

Daha çevrilmemiş epeyce kitap var. Bu konuda yayınevlerini suçlamıyorum, çünkü az sayıda kitap satışıyla ayakta kalabilmek için çeviride hayli seçmeci davranmak zorundalar. Başka ülkelerdeki gibi yoğun devlet desteği olmadan önemli metinlerin Türkçeye çevrilmesi için daha çok beklemek gerekecektir.

Şöyle söyleyebilirsiniz: Kürtçenin durumu daha da kötü. Evet, Kürtçenin yıllardan beri eğitim dili olduğu Güney Kürdistan’da bile bu dilin durumunun parlak olduğu söylenemez. Kürtçe yazılıp önemli dillere çevrilmiş yapıtlar Türkçeden daha azdır. 

Her durumda, Türkçenin dünyanın önemli dilleri karşısındaki durumu hiç de iyi değildir. Türkçenin ne kadar güzel bir dil olduğunu belirterek bu saptamaya karşı çıkılamaz. Bugün tartışmasız olarak ve açık farkla dünya dili olan İngilizce, hiç de düzenli bir dil sayılmaz. Az sayıda kural ve çok sayıda istisna ile dolu olan bu dil, yine de dünya dilidir. Dilin güzel olmasıyla dünya dili olması arasında bağlantı yoktur.

Geçmişle ve kendimize güzel geçmiş uydurarak avunmak yerine, Bugünün koşullarında Türkçe nasıl gelişebilir, nasıl daha önemli bir dil durumuna gelebilir konusunda kafa yormakta yarar vardır. Gelişmiş bir dil, başka dilleri yasaklamaz, buna ihtiyaç duymaz. 

Kürtçenin gelişmesini engellemek, Türkçeyi büyütmez, geliştirmez. Hayal görmeyi bırakıp dünyadaki diller hiyerarşisine baktığınızda, Türkçenin durumunun hiç de iyi olmadığını görürsünüz. Başkalarını bastırarak büyük olunmaz. Bugüne kadar dil konusunda da bunu anlamış olmanız gerekirdi. 


21 Şubat 2012




POLİTİKADA ZAMAN FAKTÖRÜ VE ACİLCİLER


Mayıs ayı içinde devrimci politik mücadelede 42 yılım geride kalmış olacak. Bu dönemin tamamında aktif bir insan oldum, değişik alanlarda birbirinden farklı deneyler yaşadım ve öğrenebildiğim kadar öğrendim. Öğrenmenin ilk kuralı, öğrenmeye açık olmaktır. Her şeyi bildiğinizi sanıyorsanız, öğrenemezsiniz. Zaten bildiğinize göre, öğrenmenize de gerek yoktur.

Değişik arkadaşlar benim kimseyi dinlemememden, burnumun dikine gitmemden şikâyetçidirler. Tümüyle haksız olduklarını söyleyemem. Gerçekten de bazı durumlarda daha farklı hareket etmem gerekirdi. Ama şunu da belirtmek gerekir: Israrla doğru bildiğimin peşinden gitmek, kim ne derse desin aldırmadan gitmek, bana verdiği zararla karşılaştırılamayacak kadar büyük kazanç sağladı. 

Böyle davranmamın en önemli nedeni, sürekli öğrenmektir. Bazı arkadaşlar hem konuyu bilmiyorlar, ama bildiklerini sanıyorlar ve böyle sandıkları için de sürekli akıl veriyorlar.

Eskiden beri söylerim: Konuşmak başkadır, yapmak başkadır. Bir konuda karar almak, o kararın hayata geçirilebileceği anlamına gelmez. Ve sık rastlanılan bir durumdur; o kararı alanların bile yapmaya niyeti yoktur. Karar alınmak için alınmıştır ve hepsi bu kadardır.

Sürekli öğrendiğiniz zaman durumu daha iyi görüyorsunuz. Toplamadan çıkarmadan başka bir şey bilmeyen, en fazla dört işlemden az buçuk anlayan kişilerin size yüksek cebir öğretmeye kalkmalarına aldırmıyorsunuz. 

Karşındakini ikna etmek için zaman harcayacağına, bekleme ve yap. Bir şeyin yapılabilmiş olması özellikle inandırıcıdır. Şöyle bir örnek vereyim: Başlangıçta örgütsel tarihimizin gizli ve çirkin yanlarının açıkça ortaya dökülmesine karşı olanlar, bugün büyük oranda iyi bir iş yaptığımızı söylüyorlar. Eleştiriler vardır, ama yapılan iş de sonuç olarak iyi bir iştir. Eğer tartışarak ve değişik arkadaşları ikna etmeye çalışarak işi başlasaydık, inanın şimdi halâ bu aşamada olurduk. Yapmak için adım atmak ne kelime, daha tartışma aşamasını geride bırakamamış olurduk. 

Zaman önemlidir. Politikada zaman faktörü özellikle önemlidir. Politikada ne yapıldığı kadar bunun ne zaman yapıldığı da önemlidir. Bugün bir şey yaparsınız, anlamı vardır. Aynı şeyi üç yıl sonra yaparsınız, anlamsız omduğunu görürsünüz.

Acilciler’in tarihi zaman faktörünün bazen bilinçli olarak ve bazen de rastlantılar sonucu oldukça iyi değerlendirildiğini göstermektedir. Acilciler’in 1979 başlarına kadar öteki bütün silahlı mücadele gruplarının toplamından daha büyük bir kitleye sahip olmasında, zaman faktörünü iyi değerlendirmenin de önemli payı vardır.

Kızıldere sonrasında ilk ortaya çıkan THKP-C kökenli örgüttük. Bu durum, teorik yetkinliğimizle birlikte, bize büyük avantaj sağladı. Önceden de belirtmiştim: 1974-1977 dönemi bizim yükselme yıllarımızdır. Sonraki dönemde de geliştik, ama devrimci hareketin genel gelişme temposunun gerisinde kaldık. İlk dönemde oluşturduğumuz isim ve prestijle işi götürdük. Bu durum, teorik üstünlükle birlikte, bize, geniş bir yerelde örgütlenme olanağı sağladı. Silahlı mücadele örgütleri büyük oranda İstanbul, İzmir ya da bir bölge dışında var olmaz iken, biz çok sayıda bölgede var olabildik. 

TDAS’ta defalarca belirttiğim gibi, askeri eylem, eğer onun propagandasını yapabilecek kadrolar yoksa, fazla işlevli olamaz. Bu nedenle, belirli merkezlerde yapılan askeri eylemler, kim tarafından yapılırsa yapılsın, bölgelerde daha çok bize yaradı. THKP-C’ye sempati duyan kişi, bölgede başka örgüt yoksa, kime gidecekti ki. Askeri eylem bakımından ön planda bir örgüt olmayışmıza karşın, örgütlenmede daha yaygın ve daha iyiydik. 

Silahlı propaganda da zaten bu demektir. Küçük bir askeri güçle büyük politik etki yaratabilmek. Bunu yapabilmek için, o küçük askeri gücü ne zaman ve nasıl kullandığınız son derece önemlidir. Bu da yetmez, yerel kadroların varlığı önemlidir. Bu konuda istediğimiz düzeyin hayli gerisinde olmamıza karşın, yine de benzerlerimize göre karşılaştırılamayacak kadar iyiydik. 

THKP-C kökenli değişik silahlı mücadele örgütlerinin iyi askeri eylemler yaptıklarını belirtmek gerekir. Örneğin, bu ülkedeki ilk kasaba baskını, 1984’te PKK’nin yaptığı Eruh baskını değil, 1979’da Eylem Birliği’nin yaptığı Tütünçiftlik baskınıdır. 1980 öncesi dönemde iki hapishane baskını yaşandı: MLSPB’nin Toptaşı baskınıyla Eylem Birliği’nin Gaziantep Cezaevi baskını gibi. 

Bizim Filistinli gerillaların kaçırılmasında etkin rol oynamamız, politik etkisi daha büyük olmakla birlikte, baskın kapsamına girmez. Girmesine gerek de yoktur. Önemli olan kişilerin kaçırılmış olması ve bunun da politik etkisinin yüksek olmasıdır.

Evet, biz askeri olarak geriydik, ama bizi esas ilgilendiren bu değildi. Bizi ilgilendiren, küçük bir askeri güçle olabilecek en büyük politik etkinin yaratılmasıydı. Bunu yaptık, yapabildik. Hata ve eksiklerimize, içimize sızdırılmış ajana rağmen yapabildik. 

Nerede, ne yapacağını bileceksin. Hata kuşkusuz yapılabilir, ama öz olarak bunu bilebilmek gerekir. Bu konuda bir örnek, 1982’deki ayrılık konusudur. Bazı arkadaşlar, 1982’de değil, 1988’de ayrıldılar. 1982’de benimle birlikte ayrılabilirlerdi, böyle yapmadılar. Arada geçen sadece altı yıl değildir. Devrimci hareket açısından son derece önemli altı yıldır. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaklaşık 30 bin devrimcinin ülke dışına çıkmak zorunda kaldığı tahmin ediliyor. Bunların büyük çoğunluğu Batı Avrupa ülkelerine geldiler ve faaliyetlerine burada devam ettiler. Yunanistan’da ve Suriye’de de devrimciler vardı, ama büyük çoğunluk Batı Avrupa’da idi. 1987’ye kadar devrimci hareketin merkezi Almanya idi. Bu tarihten sonra Türkiye’de işçi eylemleri ve kitle hareketinin yükselmesi, PKK’nin silahlı eylemlerinin etkinleşmesiyle birlikte merkez yer değiştirdi.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması sosyalist hareketin genelinde büyük bir şok etkisi yarattı ve hızlı bir gerileme ortaya çıktı. 1988-1994 arasında altı yıl vardır, 1982-1988 arasında da altı yıl vardır. Matematik olarak süre aynıdır, ama birisinde hızlı bir yükseliş, ötekinde hızlı bir gerileme vardır. Zaman faktörünü iyi değerlendirerek tam zamanında ayrılmışım. Bekleyerek geçecek her gün aleyhime olurdu. 

Hayat, aynı fırsatın iki kere karşınıza çıkmasını sağlayacak kadar uzun ve zengin değildir. Böyle de olabilir, ama ihtimal hayli düşüktür. Bu nedenle doğru zamanda ve doğru yerde bulunmak son derece önemlidir. 

1981-1982’de Paris’te bir sürü iş yaptıktan ve ortamı da iyice tanıdıktan sonra halâ Suriye’yi merkez sananlara sadece gülüyordum. Kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır. Bırak öyle sansın, sen işine bak. Muhabarat olan ve geleceğini bu ülkeye bağlayan doğal olarak Suriye’den kopamayacaktır. Bir süre sonra da feleği şaşacaktır. Nitekim aynen böyle oldu... 


16 Şubat 2011