BİZ BU İŞİ NASIL YAPTIK?
“Önemli Bir Soru” başlıklı yazıda şunu sormuştum: “İçimize sızdırılmış ve bir dönem örgütün üst kademesinde olan Mihrac Ural adlı köstebeğe rağmen, Acilciler kendilerini devrimci hareket içinde özel bir yere oturtan ismi nasıl yaptılar?”
Açıklaması var ve bu açıklama Nuri Gündeş’in kitabında ham olarak bulunuyor.
Acilciler’de Mihrac Ural adlı köstebek, MİT köstebeği, 1977 Ağustos’undan başlayarak ön planda olmuştur. Bu köstebek marifetiyle Acilciler çok sayıda bölgede peş peşe yakalandılar. 1978 operasyonu, polisin örgütün bir ucundan girip öteki ucundan çıktığı bu operasyon, yıllarca karanlıkta bırakıldı. 1979 operasyonu bu kadar karanlık olmasa bile, onun da ayrıntılarıyla ortaya çıkmamasına çalışıldı. Bunların tipik polis yöntemleri olduğu, dikkatlerin sonrakilerine göre hafif kalan 1977 operasyonu üzerinde bilinçli olarak yoğunlaştırılarak hedef karartılmaya çalışıldığı bugün artık anlaşılmış durumdadır.
Örgüt içine sızdırılmış ve üst kademede yer alan köstebek Mihrac Ural (ve en az bir yardımcısı Ali Fuat) vasıtasıyla daha büyük felaketlerle de karşılaşabilirdik. Ama böyle olmadı. Neden?
Osman Nuri Gündeş’in kitabının Acilciler bölümünde yazdığı ilgili bölümü yeniden okuyalım: “Örgüt içine sızdırılmış eleman kanadı ile tüm hareketleri kontrol altına alınan grubun önemli zarara yönelmelerini önlemek açısından çökertme zamanının hesap edilerek bekleme sürecine girilmiştir.”
Daha önce de dikkatinizi çekmiş idim: Örgüt içine sızdırılmış elemandan değil, eleman kanadından yani birden fazla elemandan söz ediliyor. Köstebeğin vazifesi, örgütün denetlenmesini ve zamanı gelince de kadrolarının yakalanmasını sağlamaktır.
Köstebek’e neden daha aktif bir görev verilmediği sorulabilir. Polis, bizi, köstebek vasıtasıyla sol içi çatışmaya da itebilirdi. Mesela, dönemin en büyük örgütü Devrimci Yol ile zaten önemli çelişkilerimiz vardı ve aramızda yaygın bir silahlı çatışma çıkması polis için doğrusu çok uygun olurdu. MİT’in böyle bir yönelime girmemesi normaldir. Aksi durumda köstebek çabucak deşifre olurdu.
Biz asla ve asla sol içi çatışmaya karışmadık ve kadrolarımızı da bu anlayışla eğittik. Hiçbir şey olmadı denilemez, ama solun birbirini vurduğu o ortamda bizim karıştıklarımız devede kulak bile sayılmaz. Onları da mümkün olduğu kadar engellemeye çalıştık.
Acilciler ve HDÖ’nün sol içi (örgüt içi dahil) çatışmaya karışması 12 Eylül sonrasındadır. Önceden de belirtmiştim; 12 Eylül sonrasındaki ilk dört sol içi cinayet bu iki örgüte aittir. İkinci ve dördüncü cinayetler, Ali Çakmaklı ve Müntecep Kesici bize aittir.
1982 yılında kurulmuş olan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi, kurulduktan kısa süre sonra gerçekleşen Müntecep Kesici cinayetinin “kaza sonucu” olduğuna inanmamış ve zamanın Acilciler’ine –neyse ki ben artık içlerinde yoktum– uyarı vermiş, yani bunun cinayet olduğunu tescillemişti. İçimizdeki köstebekler vasıtasıyla polis bizi zararlı eylemlere de itebilirdi. Örneğin, o dönemin “popüler“ eylemlerinden birisine, kahve taramalara yönlendirebilirdi. Sağa sola hedefsiz bomba atmaya da yönlendirebilirdi.
O dönemde “faşistlerin kahvesi”dir diye kahve taramak modaydı ve kahvede artık kim varsa öldürülürdü.Bu çeşit kör askeri eylemler hem silahlı mücadelenin prestijine büyük zarar vermiş hem de halkın devrimci hareketten soğumasına katkıda bulunmuştur.
Bizim de böyle kör iki eylemimiz var ve ikisi de Güney bölgesindedir. Antakya’da pazar yerinde bomba patlamış ve bir de Adana’da bir okula bomba atılmıştır. Yaralananlar olduğunu biliyorum, ölen var mıydı, sanırım bir kişiydi, belki fazlaydı. Bu eylemler de bildiğim kadarıyla bilinçli olarak yapılmamışlardı. Bunların dışında bilinçsiz olarak bile kör bir eylemimiz olmadı.
Intercontinental’in kurşunlanması öncesinde eyleme birlikte katıldığımız iki yoldaşa (birisi Nebil idi) Taksim Gezi Parkı’nın tam hizasında olan lokanta bölümünün değil, otelin daha üst bölümünün taranması gerektiğini söyledim. Lokantada oturanlar vardı ve ölebilirlerdi.
1 Mayıs 1977’de bu otelin kontr-gerillanın üssü olarak kullanılmasıyla, o sırada lokantada yemek yiyenlerin ilgisi yoktu. Dolayısıyla onlara zarar vermemiz gerekmezdi. O dönemde Halkın Devrimci Öncüleri, böyle bir politik eylem terbiyesine sahiptiler. İçimizdeki köstebeğin bu terbiyeyi bozması mümkün değildi. Teşebbüs ederse tepki görürdü.
İçimizdeki baş köstebek, Mihrac Ural, bu nedenle, örgütün gelişmesini engellemek (Nuri Gündeş buna “önemli zarara yönelmelerini önlemek“ diyor) için kullanılmıştır. Kendisinin ele geçirip yayınladığımız çetleşmelerinde kullandığı ifade “örgütü ehlileştirdim“ de zaten bu durumu anlatmaktadır.
MİT’in içimize sızdırdığı baş köstebek Mihrac Ural vasıtasıyla akıllı bir politika izlediğini belirtmek gerek. Durumu iyi analiz etmişler. O dönemdeki adıyla Halkın Devrimci Öncüleri, 1975 ortasıyla 1977 ortası arasındaki iki yıllık dönemde gelişmesinin en üst düzeyine ulaşmıştı. Bu dönemde Mihrac Ural’ın ne teorik ne de pratik hiçbir rolü yoktur.
Mihrac Ural benim yakalanmam ve kalanların da sessiz kalması sonucu bu örgütte sorumlu olduğunda, o dönemde bile kısaca Acilciler diye bilinen örgüt zaten ülke çapında bir isim durumundaydı. 1977 ortasından sonra da değişik eylemler yapıldı, ama devrimci hareketin genel faaliyet ortalaması içinde gittikçe gerilere düştük. Ve büyük oranda eskiden yaratılmış olan isimle idare eder olduk.
MLSPB örneği bile yeterlidir. Bu örgüt eylem açısından bizi oldukça geride bırakmıştı. Devrimci hareket içinde, buna rağmen, bilinen önemli bir isim olarak kalabildiysek, bu durum, teorik ve pratik olarak gerçekleştirilen önceki performansımızdan geliyordu.
MİT ve içimizdeki baş köstebeği bu ismi silemezdi. Bunun yerine örgütün yükselmesini engellemeyi tercih ettiler. Akıllıca bir politika olduğunu kabul etmek gerek.
Biz bu işi işte böyle yaptık!..
7 Nisan 2011