ANTAKYA'DAN BAŞLAYAN TAKİP


Mihrac Ural kendisine yöneltilen ağır suçlamalardan kurtulmaya çalışıyor. Ama yapamıyor, yapması mümkün değil. Ağustos 1977’deki İstanbul yakalanması Antakya’dan başlayan takip sonucu gerçekleşti. Bu takibi daha sonra nasıl fark ettiğini bizimle birlikte Antakya’ya giden ve oradan yine bizimle birlikte malzeme getiren Erkan anlattı. Tekrarlamayacağım. 

Mihrac Ural, Antakya’dan başlayan polis takibinin üzerini örtebilmek için, benim İbrahim Yalçın’ı kısa süre önce örgüte aldığımı ve hemen banka soygunu yaptırdığımı ve bu nedenle yakalanma olduğunu söylüyor. Komik bile değil. 

Seni bilmem ama ben salak değilim. O dönem silahlı mücadele örgütleri içinde askeri olarak en gelişmiş, en karışık eylemleri yapanlar bizlerdik. Esaslı bir planlama ve eylemin usta kişilerce yürütülmesi sonucu hiç açık vermezdik. Al sana Intercontinental eylemi. İstanbul’da Taksim’de onca kişinin arasından 1 Mayıs’ın hedef otelini taramak ve kaçabilmek ne demektir!.. 

Ben buralardan geldim ve dün örgüte girmiş birisiyle banka soygununa girecek kadar salak değilim. Soyduğumuz banka da Orduevi’nin karşısında üstelik. Bizimle kapıdaki jandarmalar arasında yüz metre bile yoktu. Bu eylemde yakalanmasaydık, bir dahaki soygun için Taksim’deki iki katlı bir bankayı kafaya koymuştum. Taksim’de iki katlı banka. Biz yaparız. Eminim sen duyunca bile titriyorsundur. 

Böyle bir tecrübeye sahip olan insan, eyleme kiminle gireceğini de bilir. Eylem kadrosunun doğru seçimi planlamanın önemli bir parçasıdır. 

Biliyorum, sende eylem tecrübesi diye bir şey yok, ama bende var. Kaçamayacaksın Mihrac Ural. Uğraş uğraşabildiğin kadar kaçamayacaksın. Sen 1976’da Acilciler’e sızmış çift taraflı çalışan bir ajansın. Zamanında bilebilseydik sana bir değil iki tane sıkardık. Her biri bir polis örgütü için olmak üzere hakkın bir değil iki tane olurdu... 

29 Eylül 2010 




1982-1988 : BİR ÖRGÜTÜN CAN ÇEKİŞMESİ (1)


Örgütsel tarihimizin bir dönemi, 1982-1988 arası, eksik kaldı. Bu dönem, örgütten iki büyük ayrılık arasında kalan dönemdir. 1982’de Avrupa’da benim, Suriye’de Aydın, Ahmet Çolak ve Müntecep’in içinde bulunduğu kesim birkaç ay arayla örgütten ayrıldı. 1982 sonrasında örgütten tek tek ayrılıklar sürdü. Son olarak 1988’de yaşanılan yeni bir büyük ayrılık geldi ve Acilciler’in örgütsel yaşamı da orada sona erdi. 

1982-1988 arası, örgütün can çekişme dönemidir. Ayrıldığımda örgüte 5 yıl ömür biçmiştim. Günay Karaca on yıl biçmiş. Altı yıl sürdü. Bu dönemin örgüt içini iyi bilmiyorum. Bilenler anlattılar. 

Ben ayrılmadan önce sadece Ali Çakmaklı öldürülmüştü. Bunun ardından Müntecep Kesici, Hanna Maptunoğlu, Sami ve Yusuf’un öldürülmeleri geldi. Bu süreci kendi bildiğim tarafından anlatmaya çalışacağım. Dışardan bakınca bile içerde ne olduğu görülüyordu: can çekişiyorlardı.

1982’den başlayayım. Birinci Konferans’a katılmadım ama Mihrac Ural’ın bu örgütü felakete götürdüğünü anlatan uzun bir yazı yazdım ve bu yazı ellerine geçti. Zira, Mihrac efendi 17 sayfalık küfürlü ve uzun bir cevap yazmıştı. Canı cehenneme! Biz ne yapacağımızı biliyoruz nasıl olsa.. 

Mihrac’ın benimle hesaplaşmak için Avrupa’ya gelmesini bekliyordum. Onun yerine Yavru ile Kâtip geldi. Belki hatırlarsınız, 1970’li yıllarda sinemalarda Yavru ile Kâtip adlı bir İtalyan dizi filmi oynardı. Yavru orta boylu ve biraz tıknazdı (Zafer) , Kâtip ise uzun boyluydu (Salih). 

Bunlar bana çok hafif geldiler. Paris’te kitlemizin önemli bölümü ayrıldı. Almanya’ya zaten daha önce gitmiştim. Herkesin önemli sorunları vardı ve beklediğim insanlar örgütten ayrıldılar.  

Benim o sırada Suriye’de de bir grup yoldaşın ayrılmak üzere olduğundan haberim yoktu. Aydın, Müntecep ve Ahmet, örgütün Suriyelileştirilmesine karşı çıkarak ayrılmışlar. Nisan 1981 sonuna kadar orada iken bile bu Suriyelileştirmeyi görmek mümkündü ve anlaşılan işler artık iyice ilerlemişti. 

Bunlar benim ayrılmama şaşırmadılar, TKEP’e geçmeme şaşırdılar. Bilinen numara: kafalarında bir senaryo kuruyorlar, kendileri de buna inanıyorlar ve öyle olmayınca da şaşırıp kalıyorlardı. Bekledikleri, benim, Suriye’de ayrılanlarla birlikte ayrı bir örgüt kurmamdı. Ayrı örgüt kurmak için eksiğimiz de yoktu doğrusu. İyi de, neden ayrı örgüt kuracağız? 

TKEP ile aramızda örgütsel birliği hedefleyen İttifak Bildirgesi imzalanmış. TKEP son birkaç yılda evrim geçirmiş. Biz de evrim geçirmişiz ve görüşlerimiz birbirine yakınlaşmış. Bu durum, İttifak Bildirgesi’nde biraz gösterişli bile denilebilecek tarzda açıklanmış. O zaman ayrı örgüte ne gerek var. 

İlker, Yüksel ve ben, 1974’te, genel af sonucu hapisten çıkan eski THKP-C’lilerle anlaşabilseydik, (sonra Devrimci Yol, Kurtuluş ve Halkın Yolu gibi örgütleri kurdular), ayrı örgüt kurmamıza da gerek kalmazdı. 

1982 yılında da benim “baş ol da soğan başı ol” gibi bir niyetim hiç yoktu. Ayrı örgüt gerekliyse kurulur, ki o sırada gerekmiyordu. Nereye girersem gireyim, gerektiğinde aşağıdan başlar ve epeyce yukarılara kadar çıkarım. O konuda kendime güvenim de var. Kısacası, kendimi tatmin için yeni örgüt kurmaya ve başına geçmeye hiç ihtiyacım yoktu. Karşımdakilerin bunu anlaması mümkün değildi. Hiç beklemiyorlardı. 

Mihrac duyduklarına inanamamış. “Yani buradakilerin başına geçip ayrı örgüt kurmayacak mı, emin misiniz?..” demiş. Neyse, sonunda emin olmuşlar!..  

Mihrac Ural’ın politik mücadelede aceminin ve hatta salağın birisi olduğu burada iyice açığa çıktı. İki büyük aptallık yaptı. Bu aptallıkları yaptıran panik içinde olmasıydı. Bunu anlıyordum, ama paniğin çözüme katkısı yoktur. 

İlk aptallığını, Suriye’dekilere saldırarak yaptı. Müntecep hazırlanmış bir tertip sonucu öldürüldü, Aydın ve Hakan kaçırıldı ve ancak FKBDC’nin araya girmesiyle bırakıldı. Adamlar ayrı örgüt kurma düşüncesindeler. Sen ise onlara saldırarak bu insanları benim izlediğim yola itiyorsun. Davranış tarzımın farklı olduğunu onlara telefonda iletmiştim. Bu durumda ayrı örgüt kurmaları hayli zordu. Bir de üzerine saldırı gelince... 

İnsan, karşısında iki farklı grup varsa, bunların birleşmesini engellemeye çalışır, onları birbirine doğru itmez. Tabii bu kafası çalışan insanlar için geçerlidir, köylü kurnazları bunu düşünemez! 

Çaresizlik insanı zorluyor. Ne yapsın Mihrac Ural? “TKEP bunları almayacak” diye bir laf yumurtladı. Mihrac Ural bu, hep aynı numara! Bir şey söyler ve bol miktarda gürültü yaparak herkese bunu kabul ettirmeye çalışır. 

Okur, 28 yıl önceki numaraların bugün de tekrarlandığını ve Mihrac’ın bu kadar uzun zaman içinde yeni numara bulamadığını görecektir. 

Hemen, Teslim Töre’yi ziyarete gider. Herhalde dostluklarını, yakın arkadaşlıklarını falan gündeme getirmiştir. İçerde konuşulanları biliyorum. Durumu kötüydü ve adım adım geriliyordu. Önce, “Bunları almayacaksınız!..” buyurdu. Olacak şey değil! 

Burası kimsenin babasının çiftliği değil. Üyeliğe başvuran birisini partiye almayacak isen, yeterli gerekçe göstermen gerekir. Hele de benim gibi tanınan birisini almayacaksan... 

Hemen aleyhimde propaganda başladı. Mihrac Suriye’de, Yavru ile Kâtip de Paris’te. Paris kolay. Bir yılda, ev işgalleri dahil, bir sürü işte ön planda bulunmuşum. Paris’in allahıyım gibi bir durum var. Sen istediğin kadar konuş. Bir şey değil. Ayrıldığım duyulunca talibim de çoğaldı. TKP, İşçinin Sesi yakından bildiklerim. Biz kararımızı vermişiz gerçi... 

Mihrac baktı ki olmuyor, bir adım geri atıyor. “Aydın ve Engin’i almayın. Ötekiler ne yaparsa yapsın!..” diyor. Yavru ile Kâtip de Paris’te TKEP’in bir MK üyesi üzerinde çalışıyorlar ama olmuyor bir türlü. 

Nasıl olsun! Türkiye’deki tanınmışlığı bir yana bırakın. Bir yılda Paris’te yaptıklarımız bütün devrimci hareket içinde duyulmuş, herkesin dikkatini çekmiş. 

Paris’te çıkardığımız yayınları Suriye’ye gönderdim. Mihrac ve tayfası da, sağ olsunlar, dağıtmışlar. “İşte biz böyle örgütüz!..” diye bol bol propagandamı yapmışlar. Ayrılmanın ardından, “Engin zaten şu kadar kötü birisidir” deyince, insanlar sana “haydi ordan” demesinler de ne yapsınlar... 

Arkasından son aşama geldi. Mihrac Ural baktı olmuyor, son kozunu oynadı: “Hiç olmazsa 6 ay partiye almayın!..” dedi. Yahu komedinin bu kadarı da olur mu! Ne demek 6 ay almayın! Ya hemen alınır, ya hiç alınmaz. Altı ayı nasıl gerekçelendireceksin. Dedim ya, panik, başka bir şey değil. 

Başka siyasetlere gidip, “TKEP bizi likide ediyor!..” diye şikâyet etmeyi de ihmal etmiyormuş. Aslanım!.. Görüyor musun aslanı... Kuyruğunu tramvay çiğnemiş. Kendini aslan sanan çakal olduğu ortaya çıkmış. 

Bu sırada bir laf daha ortaya çıktı: TKEP bu kişileri partiye almayacak. Kimden çıktı bilmiyorum, böyle bir laf dolaşmaya başladı. Ben rahattım. “İsterlerse almasınlar ve bakalım bunu devrimci harekete nasıl açıklayacaklar!..” diye düşündüm. Daha sonra öğrendim: Bu laf Mihrac Ural’ın uydurmasıymış. Kimse böyle bir şey söylememiş... 

Bu sırada TKEP’in Avrupa tabanında bir dalgalanma oldu. Taban esas olarak Almanya’da idi. İsviçre’de yeni oluşuyordu, Fransa’da sadece birkaç kişi vardı. “Ne demek bu insanları partiye almayız!.. Kim karar veriyor?.. Bizim fikrimiz alınmadan böyle karar verilemez!..” diyenler duyuldu. TKEP taraftarı ve üyeleri rapor yazmaya başladılar.  

Mihrac Ural’da yalan çok. “Engin aslında İşçinin Sesi’ndendir!..” buyurmuş. Maksat olayı saptırmak, kusura bakma ama ne demişler, yemezler... İşin kötüsü, İşçinin Sesi de kendilerine geçeceğimi sanmaya başlamış!.. 

Talibimiz eksik değildi yani. 12 Eylül’den sonra Türkiye devrimci hareketinin Avrupa’daki en büyük eylemini yapmışız, üç evi işgal etmişiz, günlerce gazetelerin ilk sayfalarına ve Fransız televizyonuna çıkmışız, boru mu yani. Avrupa’da bir türlü örgütlenemeyenlere bu iş nasıl yapılır onu göstermişiz. Paris’te bir yılda birkaç kişiden başlayarak kitle hareketi durumuna gelmişiz. 

Adam gösterdiğin performansa bakarak seni istiyor. Neyse, lafı uzatmayayım. Merkez Komitesi Plenumu toplanır. Ben henüz üyelik başvurusu yapmamıştım, zira Avrupa’dan Plenuma giden üye, “biz bir konuşalım da öyle yap” demişti. İyi, beklerim. Plenum, üyelik başvurusu yaptığım anda aday üyelik sürecinden geçirilmeden üye olarak kabul edilmemi karara bağlar. Olay bitmiştir! 

Mihrac Ural hayatının ilk büyük şamarını yer. Öyle bir şamar ki, devrimci harekette duymayan kalmadı. Ne yapalım, kendi suçları. İşi bu kadar büyüten onlardı. 12 Eylül 1980 sonrasının soldaki ilk büyük ayrılığıydı. 

Tahmin edebileceğiniz gibi Mihrac Ural, benden çok TKEP’e düşman oldu. Aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra bu konuda yazdıklarına bakıyorum da, yediği kazığın acısı halâ geçmemiş. Ne yapalım, işi bu kadar büyütmeseydi, bu kadar güçlü bir şamar da yemezdi. 

Acilciler çürümeye artan oranda itiraz ettiler. Suriyelileşmeye itiraz ettiler. Burada olmuyorsa başka yerde kendilerini yeniden ürettiler. 

Gelecek yazıda örgütün açık can çekişmesini anlatacağım. 

27 Eylül 2010 




12 EYLÜL VE İLK DÖRT SOL İÇİ CİNAYET


1975-1980 döneminde solun önemli özelliklerinden bir tanesi sol içi şiddettir. O kadar çok olay var ki, sadece yaralama ve öldürmeyle bitenler dikkate alınsa bile, hepsinin ortaya çıkarılması hayli zor. Ya 12 Eylül 1980’den sonra sol içi şiddetin durumu nedir? 

Yapılan saptamalara göre, örgütler arasındaki sol şiddet azalmış, bunun yerini örgüt içi infazlar almıştır. Örgütler arası sol şiddetin azalmasının önde gelen nedeni, örgütlerin hayli zayıflamış olmaları ve bu nedenle de çatışmalarının azalmış olmasıdır.Örgüt içi şiddetin önde gelen nedeni ise, büyük darbeler yiyen ve zayıflayan sol örgütlerin kendilerini sürdürme çabasıdır. Karşı olan, muhalefet yapan ya da hata yapmış olsa bile bunun öldürülmeyi gerektirmeyeceği kişiler, örgütler tarafından, “düzeni sağlamak” amacıyla infaz edilmişlerdir. 

Ragıp Zarakolu, “Ölümden Öte” kitabına yazdığı Önsöz’de: « 12 Eylül sonrasında ilk idam cezası verilen ve infaz edilen kişilerden birinin, bir başka solcuyu vurduktan sonra yakalanmış olması, son derece dramatik bir durumdu. » der. Burada sözü edilen Serdar Soyergin’dir. 

Çukobirlik’te ihbarcı davranışları olduğu söylenen bir İGD’liyi uyarmak amacıyla gittiği kahvede çatışma çıkmış, İGD’li ölmüş, Serdar ve arkadaşları kaçarlarken olaya müdahale eden bir yüzbaşıyı öldürmüşler. Serdar yakalanmış ve yıldırım hızıyla sözümona yargılama yapılmış. Verilen idam cezasının infazı da bu nedenle gündeme gelmiştir. Buradan anlaşıldığı kadarıyla öldürmenin önceden planlanmamış olması, sol içi cinayet olgusunu ortadan kaldırmıyor. 

İkinci sol içi cinayetin yeri yine Adana’dır: Ali Çakmaklı öldürülmüştür. Bu cinayet, birkaç ay öncesinden planlanmış bir cinayettir. 

Üçüncü sol içi cinayet, Nebil Rahuma’nın  İstanbul’da öldürülmesidir. Tarihlerden anlaşıldığı kadarıyla bu cinayete kısa sürede karar veriliyor. Cinayetin nedeni, Nebil Rahuma’nın Mihrac Ural’ın HDÖ içine soktuğu bir ajan olduğundan şüphelenilmesi ve Ali Çakmaklı’nın öldürülmesine misilleme amacıyla öldürülmesidir. 

Dördüncü sol içi cinayet, Suriye’de Müntecep Kesici’nin öldürülmesidir. Müntecep, hazırlanmış bir provokasyon sonucu öldürüldüğünde, Acilciler’den ayrılmak üzereydi. Etkili bir kişiydi ve bu nedenle de öldürüldü. Mihrac Ural ve Muhabarat cinayeti birlikte örtbas ettiler. 

İlk sol içi cinayet, birbirine uzak iki örgüt (HDÖ ile İGD) arasındaki çatışmadan kaynaklanır. İkinci sol içi cinayet, kısa süre önce aynı yapı içinde olan birbirine yakın iki örgüt arasında gerçekleşmiş, Mihrac Ural’ın emri ve Adana Cezaevi’nde yazdığı “Karanlık Adam” bildirisi temelinde, HDÖ’nün sorumlu kişilerinden Ali Çakmaklı öldürülmüştür. 

Üçüncü cinayet, örgüt içi infazdır. Nebil Rahuma, aynı örgütün militanları tarafından öldürülmüştür. Dördüncü cinayet, yine örgüt içi infazdır. Müntecep Kesici, aynı örgütten bir kişi tarafından öldürülür. Bu cinayetin, yeni kurulan Faşizme Karşı birleşik Direniş Cephesi’nin sol içi çatışma konusunda açık özeleştiri yapmasının hemen ardından işlenmesi ise, Mihrac Ural’ın başında olduğu kliğin gözünün ne kadar dönmüş olduğunu göstermektedir. 

Suriye’de daha sonra öldürülen Hanna Maptunoğlu, Yusuf ve Sami de örgüt içi infaz kapsamına girerler. 

İlk dört cinayetin ikisi HDÖ, ikisi Acilciler tarafından işlenir. 

12 Eylül sonrasının ilk sol içi cinayetlerinde bu iki örgütün adı ön plandadır. HDÖ’de başka olay olmaz, Acilciler’de ise örgüt içi infazlar sürer. 12 Eylül sonrasındaki dört sol içi infazın iki tanesinde parmaklar doğrudan Mihrac Ural’ı gösterir (Ali Çakmaklı ve Müntecep Kesici). 

Nebil Rahuma’nın katledilmesinde ise Nebil, Mihrac Ural tarafından hedef gösterilmiştir. Nebil’in “Mihrac Ural’ın HDÖ içindeki elemanı olduğu” yönünde imaj yaratılmıştır. Nebil’in HDÖ’de katledilmesinin asıl nedeni de budur: Nebil, Mihrac Ural’ın adamı ya da casusu zannedilmiştir. Nebil’i sadece öldüren değil, öldürten de sorumludur. Parmaklar yine Mihrac Ural’ı gösteriyor! 

12 Eylül sonrasındaki ilk dört sol içi cinayetin üçü Mihrac Ural ile bağlantılı. Sadece iki yıl içinde. Devrimcilerin katili bu konuda hızlı gerçekten, öyle değil mi!.. 

20 Eylül 2010 




İNSAN NASIL APTALLAŞIR?..


Tövbe tövbe... Şu Allah’ın işine bakın!.. Bazen Mihrac Ural’ı savunmak zorunda kalıyorum. Şaka yapmıyorum, gerçekten söylüyorum. Son aylarda gittikçe daha sık bir şekilde “bu adam da aptalın birisiymiş, bu kadar aptal olduğunu bilmiyorduk” gibisinden belirlemeler duyuyorum. Bazı arkadaşlar Mihrac Ural’ı daha akıllı zannederlermiş ama tutumunu ve yazdıklarını gördükçe fikirlerini değiştirmişler. 

Ben de buna karşılık diyorum ki, Mihrac Ural eskiden bu kadar aptal değildi, zaman içinde aptallaştı. Gerekçem şöyle: İnsan kafası akü gibidir. Sürekli şarj yapmazsanız kendiliğinden boşalır. İnsan kendi kendine gelişemez. İlişkiler içinde gelişir. Gelişmiş insanlarla birlikte bulunursanız, gelişirsiniz. Aksi durumda tersi olur. Şimdi bu temelde kendinizi Mihrac Ural’ın yerine koyun... 

30 yıldır Suriye gibi Türkiye’den yaklaşık yirmi yıl geride olan bir ülkede yaşıyorsunuz. 1988’den beri örgüt fiili olarak kalmamış. Yaklaşık 20 yıldır yalnızsınız. Çevrenizde, Beşir kanmaz gibi, zekâ ve gelişmişlik düzeyi düşük insanlar var. İlişki içinde olduğunuz değişik tiplerin de zekâsı ve kapasitesi düşüktür. Bulunduğunuz ülkede politik bir insan değilsiniz. Arapça anadiliniz ama politika yapabilecek kadar Arapça bile öğrenmemişsiniz. Okumak gibi bir derdiniz yok. Güncel bazı yayınları okursunuz, internette dolaşırsınız. Sonuçta, her konuda yüzeysel bilgiye sahipsiniz. Bu koşullarda insan aptallaşmaz da ne olur!.. 

Ben de Suriye gibi bir ülkede 30 yıl yaşasaydım, benim de her gün gördüğüm tipler zekâsı ve çapı düşük olan insanlar olsaydı, sonuçta ben de aptallaşırdım. Üzüm üzüme baka baka kararır diye boşuna söylememişler. İlişkileriniz kıt zekâlı insanlardan oluşuyorsa, zamanla siz de kaçınılmaz olarak onlara benzersiniz. Mihrac Ural aptal değildir, aptallaşmıştır. Otuz yıl önce bu kadar beceriksiz, bu kadar ebleh değildi. Dahası var... 

Zekâ, çalışma ve bilgiyle bağlantılıdır. Zekânın değişik tanımları vardır. Zekâ, bilgiden bilgi üretebilmek olarak da tanımlanabilir. Doğru dürüst bilginiz yoksa, zekânız da gelişemez demektir. Hele zamanınızı “kimi nasıl kazıklarım, nasıl yalan söylerim” konularıyla harcıyorsanız, sizden hiçbir şey olmaz. Mihrac Ural bu durumdadır. Zekidir ama bilgi olmayınca zekâsı köylü kurnazlığından öteye gidememektedir. 

Bazı arkadaşlar, “Bunun çapsız birisi olduğunu biliyorduk ama bu kadarını da düşünmemiştik!..” diyorlar. Artan çapsızlığı artan aptallaşmayla birlikte düşünün. Mihrac Ural’ın 30 yıldır yaşadığı ortamda insan ancak aptallaşır. 

20 Eylül 2010 




12 EYLÜL VE ACİLCİLER (2)


Araya başka konular girince “12 Eylül ve Acilciler” başlıklı yazının ikinci bölümünü yazmam gecikti. Önceki yazıda belirttim: 12 Eylül 1980 sonrasında, adı sanı pek bilinen bir silahlı mücadele örgütü olarak, kayda değer bir direniş gösteremedik. Bu durumumuzla devrimci hareketin geri kalan bölümünden herhangi farklı bir yan da taşımıyorduk. 

1980 yılının son günlerinde geldiğim Suriye’de fazla kalmadım. Dört ay sonra çıkan ilk fırsatta buradan ayrıldım. Değişik devrimci örgütlerden kişilerin doluştukları bir yerde fazla bir şey yapılabileceğini düşünmüyordum. Bol bol konuşursun, tartışırsın, ama ortada üretilen bir şey olmayınca ya da üretilen kısa ömürlü olunca Suriye’de bulunanlar ya burayı terk edecekler ya da çürüyeceklerdi. Nitekim de öyle oldu... 

1981– 1982’de bunu görmek kolay değildi. Bu durumu ancak Suriye dışından görebilirdiniz. Devrimci hareketin kadrolarının büyük oranda Batı Avrupa ülkelerinde yoğunlaşacağını ve üstelik de bu bölgede yaşayan üç milyon Türkiyeli nedeniyle önemli bir tabanın var olduğunu ancak bu bölgeye geldiğinizde görebiliyordunuz. 

PKK dışında Suriye’de kalanlar, Mubaharat ile faşist cunta arasında sıkıştılar. Ya Muhabarat’a teslim olacaksın, ya ülkeye geri döneceksin ya da burasını terk edeceksin. 

PKK, 1984 yılından başlayarak ülkede önemli bir faaliyete yöneldi. Artan oranda Suriye’ye mahkum olmaktan kurtuldu. Devrimci örgütlerden çok sayıda kişi kısa sürede Suriye’yi terk ettiler.Yunanistan’a ve Batı Avrupa ülkelerine gittiler. 

Mihrac Ural gibi Muhabarat’a teslim olanlar ise, Avrupa ülkelerine gidenlerin arkasından “orada çürüyecekler” diye tantana yaptılar. Çürüyen her yerde çürüyor. Türkiye’de de çürüyor. Suriye’dekiler de çürüdü. Hem de istihbarat servisinin bünyesinde aşağılık bir çürümeyi yaşadılar. 

SİLAHLI PROPAGANDANIN SONA ERMESİ 

TDAS’ın ikinci bölümünde Latin Amerika ülkelerindeki gerilla savaşlarının panoraması verilir. Hangi ülkede kim nasıl savaşmış, hangi sonuçlara ulaşmış, hangi hataları yapmış, tek tek incelenir. Bu geniş panoramada eksik olan, Uruguay’da Tupamaroslar’dır. 1975 yılında İngilizce’de bu örgüt hakkında daha fazla bilgi bulunamıyordu. 

Gerilla savaşı konusunda Latin Amerika’nın bizden farkı, on yıl kadar önce olmasıdır. 1975 yılında Latin Amerika ülkelerindeki gerilla hareketleri, Peru’daki Aydınlık Yol ve Kolombiya’daki örgüt hariç, sona ermişti. Ağır yenilgiyle sona ermişti. TDAS’ın ikinci bölümü yenilen örgütlerin -1975 yılında bulunabildiği kadarıyla- muhasebelerini de içerir ve bunlardan sonuçlar çıkarır. 

Meseleye bu yönden baktığımızda THKP-C’nin teorik devamcısı olduğumuz söylenebilir. Öncü savaşı ve silahlı propaganda, 1960’lı yıllardaki Küba’nın çizgisidir. Önce Che’de ifadesini bulur, bu arada Latin Amerika ülkelerinin koşullarına göre bazı değişikliklere –kentlerin öneminin artması gibi- uğrar. 

TDAS’ın ikinci bölümünde yapılan, silahlı propaganda teorisinin güncellenmeye çalışılmasıydı. 1960’lı yıllarda söylenenlerle kendimizi sınırlandırmadık, 1970’li yılları ve yaşanılan yenilgileri de ele aldık. Bu ele alışın kır gerillası boyutu hayata geçmedi. Sadece biz değil, PKK dışında hiçbir örgüt hayata geçiremedi. Kürtlerin mücadelesinde bizde bulunmayan ulusal boyut belirleyiciydi. 

1975 yılından bu yana geçen 35 yılda TKP/ML’in ve Devrimci Sol’un girişimlerinin dışında hiç kimse kır gerillasına teşebbüs bile etmedi. Bu iki örgütün girişimleri de ya başarısız oldu ya da küçük bir bölgenin dışına çıkamadı. Hal böyle iken, halk savaşı savunusunu halâ sürdürmeyi anlamak zordur. 

Bunu teorik olarak anlayamazsınız. Meseleye teorik olarak bakıldığında, yaşanılmış büyük başarısızlıklar var, dahası savunmak ama yapmamak var. 

İşin gerçek nedeni psikolojiktir. İnsanlar önceki görüşlerinin yerine başka bir görüş koyabildikten sonra eski görüşlerinden gerçekten uzaklaşırlar. Farklı bir görüşe sahip olup, bunun da pratiğini yapabildiğiniz oranda eskisinden uzaklaşırsınız. Aksi durumda eski görüşün çeşitlemelerini yaparsınız. 

İnternet çıktığından beri gerilla savaşı için yeni bir ortam doğdu ve internet gerillası tipler ortaya çıktı. Çıksın, bunların üzerinde durmaya gerek yok. İnternet ancak pratikte var olanı ileriye götürebilir, olmayanı olur duruma getiremez. İnternet acemileri bu durumu ancak birkaç yıl sonra anlayabiliyorlar... 

Benim açımdan silahlı propagandaya dayalı örgütlenme anlayışının sona ermesinde kendi pratiğimizin yanı sıra Latin Amerika ülkelerinde yaşanılan büyük yenilgi de belirleyici oldu. 1980’li yıllarda bu yenilginin nedenlerini ve bunları içeren belgeleri daha yakından incelemek olanağı buldum. İşin ilginç yanı, o ülkelerde de genellikle bizdeki gibi askeri darbenin ardından yenilgi belirgin olarak ortaya çıkmıştı. 

Sonraki yıllarda, Nikaragua tarihini öğrendiğim zaman kendi cahilliğime güldüm. 1979 yılında Selimiye’de Eylem Birliği ve THKP-C Savaşçıları örgütlerinden arkadaşlarla halk savaşının bizim gibi ülkelerde geçersiz ya da ancak sınırlı oranda geçerli olabileceğini tartışırdık. Bana sürekli olarak o yıllarda güncel olan Nikaragua’daki savaşını gösterirlerdi. Nikaragua dediğin birkaç milyonluk ülke. Buradan hareketle evrensel sonuçlara varılamaz. Bu işin bir tarafı... 

Daha sonra öğrendim ki, Nikaragua’da silahlı mücadelenin –Sandino ile başlayan- uzun bir geçmişi bulunuyor. Aynı durum El Salvador’daki Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi için de geçerli. Bu örgütler tarihlerinde kurtarılmış bölgeler kurmuşlar ve mücadeleyi bu temel üzerinde yükseltmişler. 

Bizim insanlar bir garip... Nepal’i biliyorsunuz. Burada klasik halk savaşıyla geniş bir örgütlenmeye ulaşılmış durumda. Bu örgütün temsilcileri sık sık Almanya’ya gelirler (tahmin edilebileceği gibi TKP/ML veya yeni adıyla Maoist Komünist Partisi’nin davetlisi olarak) ve konferanslar verirler. Bunların birkaçına katıldım. Garip olan gelenlerin anlattıkları değil, dinleyicilerin eleştirileri. Mesela, “hükümet ile filanca anlaşmayı yapmayacaktınız” ya da “mücadelenin filanca aşamasına geçmeniz gerekirdi”  eleştirileri... Kardeşim, adam yıllardır başarılı bir mücadele yürütüyor, sesini kes de dinle. Akıl öğretmek sana mı kaldı!.. 

Ne yapalım, bizim insanda akıl çok! Sadece kendisi yapamaz! Savunduğu söylediği şeyi yapmayanı ciddiye almayacaksın. Savunuyorsan önce yapmaya başla, ondan sonra tartışırız. Aksi durumda tartışmanın gereği de yok. Önce ciddi ol, öyle değil mi... 

Silahlı propaganda savunusunun soytarılık düzeyine inmesinde Mihrac Ural özel bir yere sahiptir. 1982 yılında şöyle bir ifade yumurtladı (başka bir kelime bulamadım): «Biz siyasi mücadeleyi temel kabul ediyoruz, buna da silahlı propaganda diyoruz!.. »

Suriye’ye doluşmuş, henüz kişiliğini bulamamış, oldukça genç Antakyalı gençleri kandırma teorisi. Başka bir şey değil. Biz silahlı propagandayı temel alıyoruz, ama... Soytarılığın bu kadarı ciddiye alınmaz, ben de almadım. İnanacak kadar aptal olanlar varsa inansınlar, onlarla da zaten benim işim olamaz... 

Mihrac Ural teorik olarak boş birisidir. Eskiden de böyleydi. Üç kelime bilmekle bir şey olmaz. Ama karşınızdaki bunu bile bilmiyorsa, sizin teorik düzeyiniz “yüksek” olur! Kendini Antakyalı yeni yetme gençlere yutturabilirsin. Onun dışında seni kimse ciddiye almaz... 

Bu durumu 1982 yılı sonbaharında Suriye’de yaşanılan büyük ayrılıkta da görmüştük. Müntecep Kesici, Mihrac’ı teorik olarak ciddiye almıyordu. Pratikte zaten almıyordu. Arapça bildiği için örgütün Muhabaratlaştığını en iyi o görüyordu. Mahir Çayan, örgütün Suriye’nin kucağına oturtulmasına kılıf geçirmek amacıyla kullanılmaya çalışıyordu. 

Yutarsan, hiç durma sen de otur! 

Oturanlar da bir daha kalkamadılar zaten. Ajanlıklarına doymasınlar! 

19 Eylül 2010 




GERÇEK VE ÜFÜRÜK ANNELER


İnsanın annesiyle babasıyla akrabasıyla övünmesi tek kelimeyle aptalcadır. Kendisinin övünebileceği bir özelliği yoksa, kişi ne yapsın, işin içine yakın akrabalarını karıştırır. Böyle bir tutum, aptallığı ve çaresizliği gösterir. 

Hangi anneden babadan dünyaya geleceğiniz, nasıl bir akraba çevresine sahip olacağınız, sizin belirleyebildiğiniz ve hatta küçük oranda bile olsa etkileyebildiğiniz durum değildir. Dünyaya gelirsiniz ve kendinizi belirli bir çevrede bulursunuz. Bunu size soran olmamıştır, sizin de hiçbir belirleme şansınız olmamıştır. Sizin hiçbir etkinizin bulunmadığı bir durumla ilgili olarak övünmek ya da yerinmek, bu nedenle aptalcadır. 

Babanız subay olabilir, polis şefi olabilir, MİT mensubu olabilir, işkenceci bir polis olabilir... Hiçbir çocuğu ve daha sonra yeni yetme genci bu nedenle suçlayamazsınız. Bu durumun oluşmasında onun hiçbir katkısı yoktur. Onun katkısı, kendini bildiği, belirli bir bilinç düzeyine ulaştıktan sonra başlar. Bu insanları, bu ilişkileri kabul edecek misin, etmeyecek misin? 

Burada kişi ilk kez ailesine ve akrabalarına karşı kendi iradesini kullanabilir. MİT mensubu bir akrabayı kabul ediyor musun, etmiyor musun? Ajanlık yapan babayı kabul ediyor musun, etmiyor musun? İnsan yeni doğduğunda ya da on yaşındayken bu soruları cevaplandıramaz. Ama 18-20 yaşlarında artık cevaplandırabilir. 

Almanya’da 1968 hareketine katılan çok sayıda genç, babalarının eskiden Nazi subayı olduğunu öğrendiğinde önce şok geçirmiş, ardından da babalarıyla ilişkilerini kesmişlerdi. Bunu yapabiliyor musun, yapamıyor musun? Mesele budur!.. 

Şimdi gelelim kendi somutumuza. Mihrac Ural’ı babasının Muhabarat ile kaçınılmaz olarak ilişkisi bulunan Uruba kadrolarından olmasından dolayı suçlayamayız. Aynı şekilde,  anne tarafından dedesinin MİT elemanı olması nedeniyle de kendisini suçlayamayız. O, bu ilişkilerin içine doğmuştur. Hangi çevreye doğacağı konusunda kendisinin hiçbir etkisi söz konusu olamazdı. Ama ya sonrası... 

Bir kişi hayatı Suriye ajanlığıyla iç içe geçmiş babasının bu durumuna sahip çıkıyorsa, bu sahip çıkış, “Ben de ajanım!..” demenin öteki türlüsüdür. Bir devrimcinin böylesi durumda yapacağı tek şey, babası olacak herifin suratına tükürmek ve ilişkisini kesmektir. 

Aynı durum anne tarafında da görülüyor. Anne tarafından MİT ajanı akrabaya tavır alınmıyor. Tersine, bu akraba Mihrac Ural’ı koruyor ve kolluyor. Başka bir deyişle faaliyetler iç içe. Mesele budur... 

Beşir Kanmaz’ı bir subay çocuğu olması nedeniyle suçlamak saçmalıktır. Ama aynı Beşir Kanmaz, subay babasına danışıp ve örgütün motosikletini de birlikte götürerek polise teslim olduğunda işin rengi değişir. Mihrac Ural’ın en yakın adamı olan Beşir, burada subay babası ve polisten ayrı bir kategoride değildir. 

Ya Mihrac Ural’ın hiçbir özelliği bulunmayan anasıyla övünmesine ne demeli. Garibimin başka bir özelliği yok ki, ne yapsın, anasını şişirecek de şişirecek... 

Bakın ne anlatacağım? Bunu ilk kez anlatıyorum. Şimdiye kadar benim ailemle övündüğümü gören ya da duyan olmamıştır. Sözünü bile etmem. Annemi biraz anlatayım da Mihrac Ural’ın bunalımı biraz daha derinleşsin. Annemin babasının iki kızı var. İkisi de okur-yazar kadının bile zor bulunduğu 1940’lı yılların Türkiye’sinde üniversite bitirirler. Nezahat Erkiner kafasına estiği gibi hareket eden isyancı bir kadındır. Anneannemle hiç geçinemez. Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurarak tayinini ister ve Adana’ya gider. Yıl 1945, kadındaki cesarete bak. Tipik bir Cumhuriyet kadınıdır. Okumayı sever ve fena halde otoriterdir. Ülkenin sayılı lise tarih öğretmenlerinden biridir. Dört yıl önce, 83 yaşında öldü. Bugüne kadar hiç söz etmedim. Ne gerek var ki!.. 

Benim yeterince özelliğim var, annemi işin içine karıştırarak neden övüneyim ki! Üstelik bir insanın yakınlarını işin içine karıştırarak kendini yüceltmeye çalışmasını komik bulurum. Böylesi bir çaba, kişinin çapsızlığını gösterir. 

Sahi şu bizim Mihrac Ural’ın annesinin okuması yazması var mıydı? Hiç olmazsa ilkokulu bitirebilmiş miydi? Yoksa o da, Mihrac Ural’ın İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde ve Ali Fuat’ın da Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğu gibi, Oxford’da doktora yapmış mıydı? 

Soytarılıkta sınır olur ama bu adamda yok. Mihrac Ural’a göre annesi uyanık bir kadın. Bu uyanık kadının eşinin Urubacılığını bilmemesi mümkün değil. Bu uyanık kadının MİT ilişkisini bilmemesi mümkün değil. Bu uyanık kadının hayatı boyunca çalışmamış olan oğlunun büyük servetinin kaynağını tahmin etmemesi mümkün değil. Buna rağmen, hep birlikte örgüt parası yemekte sakınca görmemiştir yeri cehennem olasıca. 

Bunlar aile boyu ajan!.. 

18 Eylül 2010 




12 EYLÜL VE ACİLCİLER (1)


12 Eylül’ün 30. yılında devrimci harekette değişen fazla bir şey bulunmuyor. 12 Eylül, bu yıl Referandum tartışmalarının gölgesinde kaldı. Arada bir “sol kendisiyle yüzleşmelidir” sesleri duyuldu. Bu sesi önceki yıllarda da duymuştuk. Söylenildi geçildi. Herhalde bir dahaki yıla kadar da yeniden hatırlanmaz. 

Aradan geçen 30 yılın da fazlasıyla gösterdiği gibi, “sol kendi geçmişiyle ve 12 Eylül ile yüzleşmelidir” söylemi, kendi başına boş bir söylemdir. İçeriği belli olmadığı için boş bir söylemdir. Ne demek yüzleşmek ya da kendi geçmişiyle hesaplaşmak? 

Ve ikincisi, bu nasıl yapılacak? Bu iki soruya somut cevaplar verilmeden yapılabilecek tek şey yıllardan beri süre giden boş konuşmaya devam etmektir. Bir şeyi istemek yetmez. İstediğin şeyi nasıl yapacaksın, aşağı yukarı bilmen gerekir. Bunu bilmiyorsan, istemekle yetinirsin ve seneler de böyle akıp gider. 

Burada bazı okurların “İyi ama yüzleşme fazlasıyla yapılmadı mı?..” dediğini duyar gibiyim. Haklısınız, biz bu işi yaptık. Yapmak sadece cesaret ya da niyet işi değildir. Belirli önkoşulları vardır. Bunların başta geleni, kişiler olarak 12 Eylül’ü ve daha öncesini geride bırakmış olmaktır. İnsan, eskinin yerine yeni bir şey koyabildiğinde, eskiyi rahat değerlendirir. 12 Eylül öncesindeki büyük Acilciler adını aşamamış iseniz, devrimci hayatınız boyunca yaptığınız en büyük işler 12 Eylül öncesinde kalmış ise, o günlerle hesaplaşmanız zordur. 

Kişi olarak konuşayım: Hem TDAS’ı yazmış ve hem de adımızı tüm ülkeye duyuran 1977 atılımının önde gelen kişisi olarak o günlerde kalsaydım, aşamamış olsaydım, gerçekçi bir değerlendirme yapmak benim için de zor olurdu. 

Acilciler’in 12 Eylül 1980 sonrasında adlarını geniş bir çevrede yeniden duyuran iki büyük performansları vardır: 

Birincisi: Cezaevleri direnişlerinde aktif rol oynamak. Burada Mamak ve Haydar Yılmaz’ın adı daha ön plana çıkmakla birlikte, adlarını herkesin bildiği sapı silik bir takım tiplerin dışında bütün Acilciler cezaevlerindeki direnişlere katıldılar. 

İkincisi: 1982 yılındaki Paris ev işgalleridir. Bu eylem Hürriyet ve Tercüman gazetelerinde geniş olarak yer aldığı için sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de duyuldu. 1982’de Filistin direnişinde yer alındı ama burada özel bir rolümüz olmadı. Çok sayıda devrimci bu direnişe katıldı.Bu kadar!..

Acilciler’in 12 Eylül 1980 sonrası tarihi 1982’de biter. 

12 Eylül 1980 sonrası sol içindeki ilk cinayet bize aittir: Oligarşi devrimcileri kovalarken Adana’da Mihrac Ural’ın adamları infaz etmek için Ali Çakmaklı’nın peşinde dolaşıyordu. 12 Eylül 1980 sonrasının bir başka ilk sol cinayetlerinden bir tanesi de Suriye’de Müntecep Kesici’nin hazırlanmış bir provokasyon sonucu öldürülmesidir. 

Örgütün kurulduğu 1974 yılından 12 Eylül 1980’e kadar geçen altı yılı değerlendirmek gerekirse: 1976’daki Beylerderesi katliamı örgüt tarihinde dönüm noktasıdır. Çok erken darbe yedik ve büyük kayıp verdik. Geniş bir bölgeyle olan ilişkimiz tümüyle koptu. 1976 yılı yaz aylarında bir ajan örgüte sızdı. Polis değişik örgütlere adam sokmuştur, bu bilinen bir şeydir. Bizdeki farklılık, ajanın (Mihrac Ural’ın) yabancı bir istihbarat servisinden (Muhabarat) olmasıdır. Bu, değişik bir durumdur. Değişik bir örgüt olan Acilciler’in ajanı bile değişiktir. Bu ajan, en geç Mart 1978’den itibaren MİT ile de işbirliğine girdi ve bize büyük zarar verdi. 

Ağustos 1977’de benim yakalanmamdan sonra örgüt içinde dükalıklar oluştu ve merkezi otorite kalmadı. 1978 Mart operasyonunun birçok yanı halâ karanlıktadır. Karanlığın başında polis ifadesi ortadan kaybedilmiş olan Mihrac Ural bulunmaktadır. Keza, 1979 Aralık operasyonunun da Niğde Cezaevi’nde bulunan Mihrac Ural’ı sürekli ziyaret edenlerin takip edilmesiyle Kayseri’den başladığı açığa çıkmış durumdadır. 1979 başında gerçekleşen HDÖ-Acilciler ayrılığı gereksiz bir ayrılıktı. Bunu daha önce de yazdım. İlerde ve belirsiz bir tarihte gerçekleşecek olan ayaklanma ya da halk savaşı temelinde ayrılık anlamsızdı. Bu ayrılık örgütü bölmedi, var olan bölünmenin üzerine teorik kılıf geçirdi. 

12 Eylül 1980’e bu durumda gelen bir örgütün kayda değer direniş göstermesi söz konusu olamazdı. Biz de gösteremedik, devrimci hareketin öteki bileşenleri de gösteremediler. Yapılan direnişler de küçük ve koordinesiz oldukları için herhangi bir sonuca ulaşamadılar. 

Kendini “örgütün önderi” zanneden Mihrac Ural, 12 Eylül’den 1,5 ay önce hapisten arkasından iteklenerek kaçırıldıktan sonra tabanları yağlayıp hemen Suriye’ye gitmişti. “12 Eylül’ün geleceğini bilseydim ülkede kalırdım!..” açıklaması zırvadan ibarettir. Nerede kalırdın mesela? 

12 Eylül’den sonra sadece biz değil, öteki siyasetler de hızlı bir şekilde küçük yerleşim birimlerini boşaltıyorlardı. Herkes İstanbul’a doluyordu. Aralık 1980 ortalarında Adana’da idim. Güney bölgesinin bu büyük kentinde bile durumumuz hiç iyi değildi. Sadece bizim mi! Adana’nın en büyük örgütü olan Devrimci Yol’dan Mustafa Özenç, darbeden kısa süre sonra iki bekçi ve iki jandarmayı öldürüp kaçtı ve abisinin evinde yakalandı. Neden? Çünkü, gidecek başka yer bulamadı!.. 

Aynı yılın Aralık ayı sonunda Lazkiye’ye geldiğimde Adana’nın ve Antakya’nın çok sayıda kadrosunun burada bulunduğunu gördüm. Nedeni basit. Anlı şanlı Güney örgütlenmemiz darbeden sonra birkaç kişiyi bile saklayabilecek durumda değildi.  

Ben Adana’da iken İstanbul’da operasyon oldu. Suriye’ye geldikten kısa süre sonra beş kişilik komik politik büro kuruldu. Komik diyorum çünkü merkez komitesi olmayan politik büroya ancak komik denilebilir. Mihrac, Salih, Ali, ben ve kısa süre sonra Suriye’ye gelecek olan Zafer’den oluşuyordu. 

Bu ülkedeki durumumuzdan, Cemil Esad ile olan ilişkiden, hoşlanmadığım için çıkacak ilk fırsatta gitmeyi kafama koydum. Bu nedenle Arapça öğrenmedim ve beklediğim fırsat da geldikten üç ay sonra çıktı. Dört ay sonra artık Suriye’de değildim. 

Şansa bakın, Fransa’ya geldim. İyi ki de Almanya’ya gelmemişim. Almanya’ya gelseydim, o yılların atmosferi beni de içine çekecek ve bütün faaliyetim Türkiye’ye yönelik olacaktı. Paris’te ise bir yıl içinde Avrupa’da nasıl çalışılmalı konusunda çok şey öğrendim. Almanya’da kısa sürede bu kadar öğrenemezdim. Ev işgalleri gibi büyük bir çıkışın mimarı olamazdım. 

Mihrac Ural’ın sürekli olarak 12 Eylül öncesi hakkında efsaneler anlatması normal. Suriye’de 30 yıl boyunca yaptığı bir şey olmadı ki. Anlatabileceği bir şey yok. Varsa yoksa, örgüt parasını cebine atmak ve Muhabarat ile çalışmak. Yok başka bir şey... 

“30 yıldır bulunduğun ülkede politik olarak ne yaptın?..” diye sorulsa, cevap yok. Zorunlu olarak 12 Eylül öncesine sığınmaya çalışıyordu, ama yapamadı. 12 Eylül öncesinde Türkiye’deki faaliyetleriyle ilgili yalanlarını ve pisliklerini de önemli oranda ortaya çıkardık. 

12 Eylül öncesinde bu örgütün yükselişi 1977 yılı içinde sona erdi. 1974-1977 arası bizi biz yapan sürecin ana bölümüdür. Daha sonra da çok çaba harcandı ve faaliyet gösterildi ama devrimci hareket içindeki önceki konumumuza bir daha ulaşamadık. Biz de geliştik ama devrimci hareketin gelişme ivmesi bizden hızlıydı. Bu nedenle de eskiden tanınmış olan adımızın gölgesinde yürüdük. 

Bizi biz yapan özellikler, önemli oranda ilk çıkış yapan örgüt olmamızda yatar. THKP-C’den sonra ilk çıkış yapan örgüt. Politikada ne yaptığınız kadar onu ne zaman yaptığınız da önemlidir. Zamanlamayı iyi yapmışız... 

1976 sonlarında olan Devrimci Savaş ayrılığı bu bakımdan stratejik bir ayrılıktır. Şimdi geriye bakılınca görülüyor ki, 1977 başlarında harekete geçmemiş olsaydık, treni kaçırmış olacaktık. Hem devrimci hareketin gelişme ivmesi arttığı için biz arada kaybolacaktık ve hem de o sırada henüz yeni olduğu için etkili olamayan içimize sızmış ajanın zarar verici faaliyeti daha etkili olacaktı.

1978 yılı yaz aylarında MLSPB’nin önemli askeri eylemleri gerçekleşti. O zamana kadar zaten isim yapmış bir örgüt olmasaydık, bundan sonra işimiz oldukça daha zor olurdu. 

TDAS 1975’te değil de iki yıl sonra yayınlansaydı, Beylerderesi 1976’da değil de polisle çatışmaların ve devrimci ölümlerinin yaygınlaştığı 1978’de olsaydı, 1977’de değil de 1979’da harekete geçseydik, Acilciler gibi bugün bile hatırlanan bir adımız da olmazdı... 

Gelecek yazıda önce dünyada sonra da bizde öncü savaşına dayanan silahlı mücadele hareketinin ağır yenilgisi üzerinde duracağım. 

10 Eylül 2010 




ACİLCİLER VE KENDİSİYLE BARIŞMAK


Mehmet Koç yoldaşın ölümünden sonra Paris’te yapılan törene gösterilen ilgi, konuya ilişkin yazıların yer aldığı bu sitenin günlük okur sayısının artması, benzer gelişmelerin Türkiye’de de görülmesi artık yeni ve önemli bir aşamaya ulaşıldığını gösteriyor: Acilciler’in kendileriyle barışmasının koşulları oluşmuştur... 

Dört yıl önce farklı bir durum vardı. Çok az kişi birbiriyle konuşuyordu. Çok kişinin arası iyi değildi. Örgütün 1980 sonrası döneminde ortaya serilen rezillikler ve özellikle de Suriye yılları konuşuluyor ve çok kişi bu geçmişe karşı hiç de iyi olmayan duygular besliyordu. Bu durum kendiliğinden oluşmadı. Mihrac Ural ile işbirliği yapmayan çok sayıda yoldaş, Muhabarat’ın ve MİT’in desteğiyle ya öldürüldü ya da yakalatıldı. 

Özgür Medya’nın kurulmasıyla olumlu yönde gelişmeler başladı. Hem eski Acilciler’den ve hem de eski HDÖ’den kişilerin içinde yer aldığı bu oluşum Mihrac Ural’ı fena halde rahatsız etti. Hele de kendisinin dışlanması iyice rahatsız etti. Kısa süre sonra bana saldırmaya başladı ve bugünlere kadar geldik. 

Ne yaptık? Öncelikle Acilciler’in kirlenmiş kimliğini yıkadık. Bu kimliği kirleten Suriyeli Mihrac Ural idi. Tehdit şantaj yalan dolan yöntemleriyle bir dönem vaziyeti idare edebilmişti ama artık sonuna gelinmişti. 

Suriyeli Mihrac Ural’ın marifetleri, bu sitede yazan ve yazmayan çok kişinin ortaklaşa çabasıyla ortaya döküldü: Örgüt içi ticaret, MİT ile işbirliği, Muhabarat elemanlığı, 12 Eylül sonrasında Ali Çakmaklı ile başlayan sol içi cinayetler, yüksek miktarda örgüt parasının zimmete geçirilmesi, Mihrac Ural ile ters düşen başka üyelerin öldürülmeleri. Liste uzatılabilir, daha da çıkıyor. 

Bu siteye yazan ve yazmayan toplam 30 kadar kişinin çabasıyla içimizdeki polis, içimizdeki ajan büyük oranda açığa çıkartıldı. Sadece bizim için değil, bu ülkedeki bütün devrimci örgütler için de açığa çıkartıldı. Durumu bilmeyen yok. Mihrac Ural ya da onunla bağlantılı bir kişi denildi mi akla ilk gelen kelime Muhabarat’tır. 

Neredeyse üç yıldır yaşanılan bu sürece kısaca alanın “temizlenmes iadı“ verilebilir. Acilciler’in tarihi ajan devreden çıkarılarak yeniden yazıldı. Son gelişmeler gösterdi ki, Acilciler birbirlerine olan sevgi ve saygılarını yeniden kazanmış durumdalar. 

Bir örgüt olmaktan ya da ideolojik birlikten söz etmiyorum. Tarihine, kendine ve birbirine karşı sevgi ve saygı için örgüt olmak gerekli değildir. İdeolojik birlik de gerekli değildir. Birlikte büyük olayları yaşadık. 

Ve açık konuşmak gerek: Acilciler, içine erken tarihten beri bir ajanın sızmış olduğu bir örgüttür. Ya da bizler bugün bile unutulmayan adımızı içimizdeki bir ajanın varlığına rağmen oluşturabildik. Burada Acilciler derken HDÖ ve Devrimci Savaş’ı da katıyorum. Ajan bize büyük zarar verdi ama tümüyle engel olamadı. Engel olması için Suriye’de Muhabarat’ın açık desteği gerekiyordu. 

Ve işin bir başka gerçeği de şudur: Bu örgütün Suriye tarihi yoktur. Suriye tarihimiz Muhabarat tarihidir. Reddedilmelidir. Nitekim de öyle yapıldı. 

Geçmişte bu örgütün ister yöneticisi ister sempatizanı olsun, isterse bir şekilde ilişkisi olanı olsun, insanlar geçmişlerine sahip çıkıyorlar. Bu geçmişte büyük çelişkileri olan insanları bile Suriye ajanının kullanımına bırakmıyorlar. 

Cahit’in şu satırları bunu gösteriyor: « Günay’ı hain hırsız arsız yüzsüz katil casus pislik takımına karşı savunma görevim var. Eksiği yanlışı niyeti yaptığı ne olursa olsun, Günay bu toprağın çocuğudur ve öyle kalacaktır. Yurduna yurttaşına karşı casusluk yapan “ayrı varlık”ların suç ortağı olmadı, olmayacaktır. Bildiğimi gördüğümü gerçeği yazmak zorundayım. Günay öldü diye, gerçeği gizleyecek değiştirecek değilim. » 

Bundan sonra karşımızdaki iş nedir? 

Ajanın teşhirine devam edeceğiz. Konunun en az yüzde 90’ı ortaya çıktı. Tarihimizde karanlık hiç bir nokta kalmayıncaya kadar devam edeceğiz. Kendisi bağırıp çağırablir, tehditler savurabilir, türlü çeşitli senaryolar kurabilir. Önemli değildir. Bu süreçte büyük bir başarı elde edilmiştir. Tarihimizdeki pislik önemli oranda temizlenmiştir. Zaten bu başarı elde edilemeseydi, Acilciler’in gerçek kimliği de ortaya çıkmazdı. Başarı olmadan bugünkü durum ortaya çıkmazdı. 

Karşımızdaki esas iş ise, bu tarihin insanlarını yazıya dökmektir. Bunu belirli oranda bu sitede,  http://thkp-c-acilciler.blogspot.com ve http://thkp-c-acilciler-tarih.blogspot.com ’da yaptık. Yetmez, yazılı hale gelmeleri gerek. 

İlk adımı Nebil Rahuma kitabıyla yapacağız. Bunu Mehmet Koç ile ilgili kitap izleyecek. Bu arada Yüksel Eriş ile ilgili kitap da çıkacak. Bu kitapları başkaları da izlemeli. Örneğin, İlker Akman, Ali Çakmaklı, Müntecep Kesici ve diğerleri. Bunlar, aynı zamanda, solda şimdiye kadar bilinen hamaset ve övgü yazımının dışındaki kitaplar da olacaklar. Güçlü bir teorik yanları da olacak. Bu da onları, tıpkı TDAS gibi, yıllar sonra bile hatırlanan metinler kapsamına sokacak. Eğer iyi çalışabilirsek bu iş bizim yaklaşık beş yılımızı alır. 

Hepimizin konu üzerinde daha yoğun düşünmemizde yarar vardır... 

5 Eylül 2010