ACİLCİLER'İN ÖTEKİ YÜZÜ (2)
“Tarihte ilk defa oluyor!..” gibi büyük bir laf etmeyeceğim, ama olanın ender rastlanan bir olay olduğu açıktır. 2007 yılında Mihrac Ural ile kapıştığımda, Acilciler’den ayrılalı 25 yıl olmuştu (1982-2007). Aradan çeyrek yüzyıl geçmiş!
İbrahim de örgütten 1988’de ayrılmıştı. Bu kapışmaya 2008’de başında ya da 20 yıl sonra katıldı. Örgütten 20-25 yıl önce ayrılmış insanların, o zamandan beri kendisini “Genel Sekreter” sanan bir tipe karşı mücadeleye girmeleri ve gerçek çehresini açığa çıkarmaları olacak iş midir?
Normal koşullar altında, bu örgütteki insanların benim ancak adımı hatırlamaları gerekirdi, o kadar. Normal koşullar altında, “Genel Sekreter” ünvanını taşıyan bir şahsın, örgütten 25 yıl önce ayrılmış birisine savaş açmaması gerekirdi. Sadece bunlar bile, bu 25 yıl boyunca hiç de normal olmayan gelişmelerin yaşandığını gösterir.
Ağustos 1982’de bu insanlarla her türlü ilişkimi kestim. Birlikte ayrıldığımız arkadaşlara da üstüne basa basa, “Bu insanlarla uğraşmayın. Kendinizi yeniden üretin ve başarılı olun. Bunlar bu işi götüremez ve herkes de sizin ne yaptığınıza bakıyor olacak!..” dedim.
Arkamda bıraktığım örgütteki psikolojiyi gayet iyi anlamış olduğum sonraki gelişmelerle ortaya çıktı. Normal olarak kimsenin benimle ilgilenmemesi gerekirdi, ama biliyordum ki, herkes benim ne yaptığıma bakıyordu. Hem ayrılmıştım, hem de insanlara gidebilecekleri bir yer göstermiştim. Bundan gerisine artık kendilerinin karar vermesi gerekiyordu.
1988 yılında yaşanılan Paris merkezli ayrılığa kadar, Acilciler adını ne konuştum ne de yazdım. Dahası, TKEP içinde Mihrac Ural’ın ağzı köpürerek yaptığı saldırılara cevap verilmesi anlayışına da karşı çıktım. Bırakın debelene debelene gebersin…
1988 sonrasında da Acilciler beni ilgilendirmedi. Suriye’de yapılan pislikler ayyuka çıkmıştı ve böyle bir örgütle ilgilenmeye gerek de yoktu.
2000 yılında Rıza’dan bir çıkış geldi. Yazın dergisinde “benim yıldönümlerim” başlıklı bir yazı yazmıştım. 2000 yılı, örgütlü devrimciliğe başlamamın 30., TDAS’ı yazmamın 25., hapisten kaçmamın ise 20. yılıydı. Böyle yuvarlak sayılı yıldönümleri her zaman denk gelmezdi. Bir arkadaştan Rıza’nın “TDAS ortak yazılmıştır” diye itiraz ettiğini duydum. Bak sen!!
Altından kalkamayacağı bir cevap verdim. Bütün uydurmalarda olduğu gibi genellemeden hareket ediliyor, ayrıntıya girilmiyordu. Kim kim ortak yazmış mesela!
Sen ne İlker’i tanırdın ne de Yüksel’i…
Yoksa sen de mi vardın o ortaklık içinde!
Bazı insanlar sürekli reklam yapmaya alışmışlar. Reklam yapmayanı, buna ihtiyacı da olmayanı ise yanlış değerlendiriyorlardı. Burada yaygın olan bir örgüt anlayışını da görüyorduk.
Her zaman söylerim: TDAS’ı yazarken, metin içindeki değişik saptamaları sürekli olarak insanlarla tartıştım. İlker ile de, Yüksel ile de, Necati ile de…
Zaten başka türlü nasıl olabilirdi? Burası Hacı Baba Tekkesi değil. Ben de tekke şeyhi değildim. “Ben yazarım ve örgüt yayını olur!..” diye bir şey olamaz.
Aynı yazım tarzı, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz’de de izlenmiştir. İlker bu broşürü yazarken en fazla benimle tartıştı. Nedeni, ikimiz de Ankara’da idik. Başka türlüsü de olamazdı.
İlker broşür yazar ve bu da örgüt broşürü olur!
Burası Hacı Baba Tekkesi değil!
İlker de Dede değildi...
Sonuçta, o broşürü İlker yazdı. TDAS’ı benim yazdığım gibi.
Devrimcilerin arasında ne yazık ki yaygın bir durumdur: klasiklerin –o da hepsi değil– dışında kitap okumazlar. Sosyal araştırmaları okumazlar. O araştırmaların giriş bölümlerinde uzun uzun bazı insanlara kitabın yazım sürecinde yazarla yaptıkları tartışmalardan dolayı teşekkür edilir. Ama kitap onu yazanındır, ortak yazılmış değildir ve bu da yıllardan beri normal olan bir durumdur. Kitaba yöneltilen eleştiri de yazana yöneltilir.
Diyorum ya, bilgisizlikle uğraşmak zor, insan resmen sıkılıyor. Bunların dışında 1982 yılından beri Acilciler ve HDÖ’de kimin ne yaptığıyla ilgilenmedim. Bu arada da TKEP’te gösterilen büyük başarının ötesinde, sosyalist hareket çapındaki insanlardan birisi durumuna gelmdim. Benim için asıl önemli olan da zaten buydu.
2005 veya 2006 yılında Ankara’daki bir arkadaş benden mesaj istedi. Eski Acilciler ve HDÖ’lülerin bir bölümü birlikte yemek düzenlemişti ve mesaj da bunun için isteniyordu. Yazıp gönderdim. Mihrac ve Rıza da mesaj göndermişler, ancak ikisininki de okunmamış. Mihrac’a alınan tavrı anlamıştım da, Rıza’ya da tavır alınması benim için yeniydi.
Nedenini merak etmedim, aslında tahmin etmek de zor değildi. Bir şeyi savunuyorsanız, yaparsınız. 25 yıl halk savaşından söz edip de herhangi bir şey yapmamışsanız, insanlar doğal olarak tavır alır. Muhtemelen başka nedenler de vardı.
Bir yıl kadar sonra Özgür Medya sitesi kuruldu ve kurucu arkadaşlar beni de yazmaya davet ettiler. Mihrac’a ve Rıza’ya ise yer verilmedi. Rıza, bildiğim kadarıyla herhangi bir karşı tavır geliştirmedi. Mihrac ise pek celallendi. Birkaç ay sonra okur çevresinin örgütün kuruluşu, geçirdiği aşamalar ve 1982 ayrılığı hakkında bilgisinin oldukça az olduğunu gördüm ve bunları anlatmaya başladım.
Bu da garip bir durumdu. 1982’nin üzerinden 25 yıl geçmişti. 1980’li yıllarda, çok kişinin hapishanede bulunduğu yıllarda değildik. Ama 1990’lı yıllarda bilgi edinmiş olmaları gerekirdi. Öyle olmamış…
Ya da şöyle denilebilir: Mihrac Ural 1982 ayrılığı hakkında herkese bilgi vermişti, ama hiç inandırıcı değildi. Tıpkı HDÖ ile halk savaşı meselesindeki tartışmada yazılan yazıların hepsini ben yazdım dediği gibi…
Bir adama bakıyorsun, bir de yazıya bakıyorsun. Adamın teorik düzeyi ortada ve bu yazıları o yazmış olamaz. Nitekim önceki yazılarda da ortaya konuldu: Cephe’nin içinde Öncü Savaşının politik Sanatı yazısının da yer aldığı ve Nisan 1980’de İstanbul’da yayınlanan sayısını bırakın görmeyi, duymamış bile. Lider ne de olsa, böyle basit şeyleri duymasa da olur!..
Peki bu bilgiyi neden benden istiyorlardı?
Birinci nedeni bilmek kolay: Devrimci hareket çapında bir isim durumundaydım, dolayısıyla benim söyleyeceklerim herkesinkinden önemliydi.
İkincisi ise, serzenişti: “Sen gitmeseydin bu örgüt de bu duruma düşmezdi!..” deniliyordu.
O dönem hapishanede olan ve ne zaman tahliye olacağı belli de olmayanlar için bir şey söyleyemem. Ama dışarıda olduğu halde Mihrac Ural’ın çirkin çehresini ve örgütün bir Suriye örgütü haline dönüştürülmesini görmeyenler için, daha doğrusu görmek istemeyenler için, söylenecek çok şey var. Söylemenin en iyi yöntemi de onları kaderleriyle baş başa bırakmaktı. Nitekim 1982’de bizim tutumumuza şiddetle karşı olanlar, 1988’deki büyük ayrılığa kadar birer ikişer örgütü terk ettiler.
Ek olarak, Suriye’de Mihrac Ural ile mücadeleye girecek kadar akılsız da değildim. Suriye’de ülkenin gizli servisi Muhabarat ile mücadeleye giriyorsunuz ve bunu kazanmanız da mümkün değil. Mihrac Ural’ın da Suriye dışındaki bir mücadeleyi kazanması mümkün değildi ve kendisi böyle bir mücadeleye asla girmedi.
Ağustos 1982’de Avrupa’daki ayrılıkta bu zatın gelmesini bekliyordum. Mihrac Ural hiç başka bir alanda mücadeleye girer mi? Tutunamayacağını biliyordu. Bu nedenle kepaze olmamak için Salih ile Zafer’i gönderdi. Bu garibanlar da neye uğradıklarını şaşırmışlardı...
2007 yılı başlarında Mihrac Ural’ın saldırısı başladı. Biraz bekledim, zira yapılmak istenileni anlamamıştım. Savaşa girerken ne yaparsınız? Karşınızdakinin zayıf olduğuna inandığınız yerine öncelikle saldırırınız. Bu herif benim en güçlü olduğum yere saldırıyor ve bana devrimci hareket çapında savaş açıyordu. Bu savaşı kazanması mümkün değildi. Hiç kimse de kaybetmesi kaçınılmaz olan bir savaşa girmeyeceğine göre, acaba görmediğim bir şey mi vardı? Biraz düşündüm, bulamadım.
Savaş mı istiyorsun, sen savaşın ne olduğunu şimdi görürsün!
Herifin savaş taktiği son derece basitti: Her türlü vasıtayı ve suçlamayı kullanarak var gücüyle saldırmak. Bu saldırı sonucu kısa sürede karşı tarafı çökertebilirse ne iyi, çökertemezse işi bitmiş durumdadır…
Başlangıçta izlediğim neredeyse tümüyle savunma politikasıydı. Ateş et evladım, ateş et… Cephane bitsin… Bak ondan sonra neler olacak…
Bu arada dikkatimi çeken, sadece eski HDÖ’lüler ve Acilciler arasında değil, genel olarak devrimci harekette Mihrac Ural’a yönelik büyük bir nefretin olmasıydı. Konuyla ilgilenmemiş olduğum için açıkçası biraz cahil kalmıştım.
Benim bilgim Muhabarat ajanlığı ile Ali Çakmaklı ve Müntecep Kesici’nin katledilmesinden ibaretti. Mihrac Ural’a karşı büyük bir nefret ve bu nefret temelinde şekillenmiş büyük bir potansiyel vardı. İnsanları susturmak için her yöntemi kullanmış ve açıkçası bunda da başarılı olmuştu. Kimisine ajan demiş, kimisine polis demiş ve akla gelebilecek her türden suçlamayı yapmıştı.
25-30 yıl önce oligarşiden çekinmemiş olan Acilciler ve HDÖ’lüler bu pislikten çekiniyorlardı. Herif internetten pislik saçıyordu ve birçok kişi de internetin etki alanını fazlasıyla abarttığı için herifi bir şey zannediyordu.
19 yaşından beri sevdiğim bir söz vardır: “Bazı koşullarda bir kişinin tutumunda ısrar etmesi, çoğunluğu sağlamak için yeterlidir.”
“Bazı koşullarda!..”, buna dikkat etmek gerekir. Sınırlarını göremediğim kadar geniş potansiyelin bulunduğu bir alandaydım. Potansiyelin eyleme dönüşmemesi için her türlü pis yöntem kullanılıyor. Tabii en başta da bana karşı kullanılıyordu. Eğer birkaç ay ayakta durur ve ek olarak da yavaş bile olsa saldırıyı geliştirirsem, bu iş bir yerlerden çatlayacaktı. Nasıl olacaktı, bilmiyordum, ama bu kadar tepkinin olduğu yerde sessizliğin sürmesi de mümkün değildi. Ayakta kal, gerileme ve yavaş yavaş ilerle…
Üstelik en güçlü olduğum alanda bana saldırmış ve büyük bir hızla kaybetmişti. Kaybetmesi, sonuç alamamasından da görünüyordu. Ve arkasından ardı arkası kesilmeyen dalgalar halinde gelen saldırı başladı. Tehlikeyi daha önceden görmüştü ve her şeyi durdurmayı, yazılanların hepsinin karşılıklı olarak silinmesini talep etti. Başka bir isim kullanarak kendisi yazıyordu.
Reddettim!
Savaş başlamıştır ve bu savaş sen değil biz istediğimiz zaman biter. Devrimci hareket çapındaki savaş neredeyse başlamadan bitmişti. Bu alanda kazanacağım baştan beri belliydi ve nasıl belli olmasın…
Beni ilgilendiren değişik örgütlerin ön plandaki olan kadro durumundaki insanlarıydı. Dedikodudan başka işi olmayan, geçmişin mirasını bire bin katarak anlatmaktan başka iş de yapmayan ve kendini devrimci zanneden tiplerle işim yoktu. Onlar ne isterlerse düşünebilirlerdi ve onların da tıpkı sokak kabadayıları gibi üstün geleni tutacaklarını biliyordum. Onları ikna etmeye çalışma…
Önce karşındakini ezmeye başla, kazanacağın belli olsun, onlar zaten senden yana olurlar. Olmayanın da canı cehenneme…
Bu yazılanlardan hareketle okur, 1982 sonrasında TKEP içinde de olmak üzere devrimci harekette bir sürü mücadeleye girdiğimi ve bunlardan çok şey öğrendiğimi anlamış olmalıdır. Almanya sosyalist hareketinde internetin ne işe yaradığını ve yaramadığını öğrenmiştim. İnternet var olanı en fazla yüzde 20 yukarı çıkarır ya da aşağıya indirir. Var değil isen, sadece veya esas olarak internetle hiçbir şey yapamazsın. Sadece gürültü yaparsın ve ona da kanmamak gerekir.
Mücadelenin ikinci aşaması eski Acilciler ve HDÖ’lüler üzerinde oldu. Artık sayımız çoğalmıştı ve bu aşamayı da kazanacağımızı da biliyordum. Mihrac Ural ilk aşamada feci şekilde yenilmişti ve ben de bu arada herifin ucuz savaş yöntemlerini iyice öğrenmiştim.
Hayret yani! Bu ucuz yöntemlerle 25 yıl boyunca örgütsel mirasın üzerinde tepinmiş, herkesi susturmuş ya da en fazla homurdanmalarını sağlamıştı. Denilebilir ki, homurdanmanın ötesine ilk adım atanlar Özgür Medya’yı kuranlar olmuştu. Bunun ötesinde taraf olmak istemiyorlardı ve zaten olmalarını –en azından kendi açımdan– isteyen de yoktu.
Ne Acilcilerin ne de HDÖ’lülerin 30-35 yıl öncesi kişilerle pek ilgisi kalmamıştı. Geçmişle güzel güzel yaşayıp gidiyorlar ve geçmişteki rezillikler ortaya saçıldıkça da bundan rahatsız oluyorlardı. Evet, Acilciler’in göklere çıkarılacak özellikleri vardı, ama rezil yanları da vardı. Geçmiş neredeyse tek sermayeleri olduğu için bunların açıkça ortaya dökülmesini de istemiyorlardı.
Acilciler’in büyük geçmişiyle iç içe geçmiş öylesine rezil bir başka geçmiş de vardı ki, sürece her yeni katılan işin bir başka yanını ortaya çıkarıyordu. Bu kadar büyük bir malzemeye sahip olacağımızı doğrusu düşünmemiştim. Başlamıştık ve sonuna kadar da gidecektik…
Bu bölümün sonunda 1982 ayrılığı konusuna yeniden eğileyim: Sosyalist harekette 40 yılı geride bıraktım ve bunun sadece 8 yılı ya da yüzde 20’si Acilciler içindedir (1974-1982). Bu uzun tarihin Acilciler’den öncesi ve sonrası da vardır.
Önemli bir adım atarsınız, size doğru gibi gelir, ama aradan uzun zaman geçtikten sonra yanlış olduğu ortaya çıkar veya tersi doğrulanır. 1982 yılında ayrıldığım için beni eleştiren arkadaşlar daha sonra düşüncelerini değiştirdiler ve “Örgütün bu kadar kirlendiğini bilmiyorduk. Bu pislik içinde durulmazdı!..” dediler.
1982’de ayrılmasaydım, artık ayyuka çıkmaya başlayan pisliğe, Muhabarat ile iç içeliğe, örgüt içi infazlara da kaçınılmaz olarak meşruluk kazandıracaktım. Bunlara karşı çıksam bile meşruluk kazandıracaktım, çünkü sonuçta örgütte duruyordum. Benim örgütte durmam önemliydi, zira Mihrac’ı kimse ciddiye almıyordu. Bunu 1981 yılında başka siyasetlerle yapılan görüşmelerde bile görmek mümkündü.
1982 ayrılığı, örgüt için sonun başlangıcı oldu ve can çekişme sürecine girildi. Bu kadar pisliğe batmış ve hızla daha da fazla batan bir örgütün savunulacak yanı yoktu. Bu nedenle, aradan 29 yıl geçtikten sonra, doğru bir adım atmış olduğumu bir kere daha anlıyorum diyebilirim. Gelecek yazıda bu mücadelenin aşamalarını anlatacağım.
Bazı arkadaşlardan mücadele süreciyle ilgili değişik eleştiriler geliyor. Olabilir, eleştiriye açık ve her eleştiriyi dinleyen birisiyim. Doğru bulduğum eleştiri olur, kabul etmediğim eleştiri de olur. Sadece şunu belirtmek gerek: Neredeyse üç yıldır süren ve herkesin de gördüğü gibi büyük bir başarıya ulaşan bir mücadele yaşandı. Bu sitede yaklaşık 20 kişi yazı yazdı ve Mihrac Ural adlı hainin ihanetlerini değişik yönlerden açıkladı.
Bazı arkadaşlar, kendilerine göre bazı gerekçelere sahip olarak, ısrarla bu mücadeleye katılmadılar, geri durdular. Kendileri Mihraccı değillerdi, ama homurdanmanın ötesinde bir tavra da girmiyorlar, açık tutum almaktan ısrarla geri duruyorlardı. Nedenini anlamak zor değil. Örgütün geçmişiyle övünüyorlardı. O geçmişte yaptıklarıyla övünüyorlardı. Ve bundan ötesi de yoktu. Yer aldıkları o geçmişle övünmek doğal haklarıdır. O geçmişin kirli yanlarının ortaya çıkarılmasından ise hoşlanmıyorlardı. Bunu da –kabul etmemekle birlikte– anlamak mümkün…
Bir nokta daha vardı ve Mihrac Ural’ın bu kadar insanı bu kadar yıl susturabilmesinin de asıl nedeniydi. Herif açıkça, “O şanlı geçmişin ön planındaki kişi benim. Her şey benim isteğim ve direktifimle yapılmıştır. Bunu kabul et, o geçmişte yer al. Etmezsen ve hele de bana karşı çıkarsan, geçmişinle ilgili olarak bir sürü şey ortaya atarım. Geçmişin falan kalmaz...” diyordu. İşte Mihrac Ural’a karşı olan birçok insanın sessizliğe gömülmesini sağlayan da buydu. Elimde bir tek bu geçmiş var. Sesimi çıkarırsam, Mihrac Ural bunu da rezil eder. İyisi mi susayım…
Üç yıldır verilen mücadelenin kırdıklarından birisi de budur: Bu herif hiçbir şey yapamaz. Yapabilseydi, bana yapardı. Hiçbir şey yapamadı.
Gelecek yazı yayınlanmadan önce, bugüne kadar kenarda durmayı seçmiş arkadaşlarımızın düşünmesi gereken bir konu vardır: Eleştiriye tamam, ama önce aynaya bakın ve neden bunca yıl sessiz kaldığınızın hesabını kendi kendinize verin. Sanırım mücadelenin sadece internet ortamında sürdüğünü düşünmüyorsunuz. Burası mücadelenin görünen yanıdır. Bir de bu işin büyük bir arka planı var. Hemen her alanda mücadeleye girdik, bazılarında neredeyse gırtlak gırtlağa savaştık ve hepsini kazandık.
Savaşanlar, izleyicilere fikir sormadılar, doğru. Ve neden sorsunlar!
Sürecek…
14 Ocak 2011