Örgüt olarak 1977'de çok kayıp verdik. Ölümler yakalanmalar derken Mihrac Ural'ın önü açıldı. Zaten ölümler ve yakalanmalar olmasaydı, kendisi Antakya sorumlusu olmanın ötesine gidemezdi. Hangi yeteneğiyle gidecekti ki?
1977 sonlarına gelindiğinde en büyük sorunumuz şuydu. Adı bütün ülkede bilinen bir hareket olmuştuk. Ama buna karşılık kitle bağımız zayıftı. Kitle bağımız o sırada tahmin ettiğimizden daha fazlaydı ama bütün ülkede bilinen bir isim olmanın gerisinde kalıyordu.
Mihrac Ural'ın örgütte yükselmesi, Antakya'da öteki bölgelere göre oldukça gelişmiş olduğu söylenilen kitle örgütlenmesi efsanesiyla başlar. Deniliyordu ki, ülke çapında bir ismimiz ve Antakya'da bu isme uygun kapsamda bir örgütlenmemiz var.
Ülkenin değişik yerlerine gönderilen kişiler bire on katarak bu örgütlenmeyi anlattılar. Bunu art niyetle yaptıklarını zannetmiyorum. Bire on katarak anlatmak o bölge insanının genel özelliğidir.
Silahlı mücadele hareketi, illegal yapı ve bunların sonucunda doğal olarak bir bölgenin başka bölge hakkında ancak genel bilgi sahibi olması, efsane ortamı yaratır. Yoldaşların ilettiği bilgi üfürük müdür değil midir, araştırmak bilmek mümkün değildir. O zaman inanmak zorundasınız...
Mihrac Ural bu dönemde, belki dar bir çevrenin dışında, benim aleyhimde hiçbir şeye girmedi. Tersine, sürekli benimle birlikte olduğunu yaymaya özen gösterdi. Örgütün ülkede bir isim olarak ortaya çıkmasında Mihrac'ın hiçbir işlevi olmadı. Ne teoride ne de pratikte kayda değer hiçbir işlevi olmadı. Antakyalı yoldaşlara bile benimle birlikte olduğunu anlattı.
Durum Suriye'de değişti. Öncelikle örgütün Antakya örgütlenmesinin öteki bölgelerdeki örgütlenmeden pek farklı olmadığı açık olarak görülüyordu. Aslında bunun böyle olduğunun göstergeleri önceden de görülebilirdi. Samandağ Ziraat Bankası soyulmuş ve polis eylemi yapanları kısa sürede yakalamıştı. Bankadan alınan paranın yarısı da kayıptı. Bu durum bile oradaki örgütlenmenin özelliklerini yeterince ortaya koyuyordu.
Suriye'de durum açıkça ortadaydı. 12 Eylül ile birlikte Antakya örgütlenmesi de öteki bölgelerdeki örgütlenmeler gibi ağır darbe yedi. Hatta darbe yenmesi 12 Eylül öncesinden söz konusuydu. Açıkçası, bu bölgedeki örgütlenmeyle ilgili olarak söylenenler büyük bir abartmadan ibaretti.
Suriye'de örgütün hızlı bir şekilde Suriyelileştirilmesi başladı. Muhabarat ve Cemil Esad ile yoğun ilişki vardı. Kısa süre önce öğrendik ki, bu ilişki daha önce de varmış.
Ben orada iken, Tacettin Sarı'nın bizden ayrılıp Muhabarat'ta polis olarak çalıştığı konuşuluyordu. Düşünün, bir ülkeye geliyorsunuz, kısa süre sonra o ülkenin gizli servisinde polis olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Mihrac Ural da ülkeye geldikten 6 ay sonra Cemil Esad'ın emriyle vatandaş oluyor. Önceden bağlantı olmadan bunlar olmaz. Nerede o bolluk!
1981 yılı Nisan sonunda Suriye’den ayrıldım. Gitmeden birkaç gün önce Şam'da ülkeye yeni gelmiş olan Teslim Töre ile ben ve Mihrac görüştük. Önemli bir şey konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Sonraki aylarda, ben Paris'te iken, TKEP ile Acilciler arasında ittifak bildirgesi imzalandı. Bundan 4-5 ay kadar sonra, Ağustos 1982'de, bir grup arkadaşla birlikte örgütten ayrıldığımı yazılı olarak açıkladım. Almanya'ya gittim. Almanya'daki Acilciler örgütlenmesi bir çadır ise, o çadırı ayakta tutan direkler de ayrılma kararı verdiler.
Bu arada Suriye'de bir grubun örgütten ayrıldığını duydum. Tahmin ettiğim gibi, ayrılanların içinde Müntecep Kesici de vardı. Müntecep, daha ben Suriye'de iken, örgütün Suriyelileştirilmesine açıkça karşı çıkıyordu. Arapça bildiği için Muhabarat ile örgütün içiçe geçmesini, Cemil Esad gibi Suriye komünistlerine işkence yaptırmış bir gerici ile girilen ilişkinin boyutlarını benden daha iyi biliyordu.
Ayrılık sırasında Paris'teki bir olayı karşımdakilerin zihniyetini ortaya çıkarmak bakımından anlatayım: Zafer ve Salih Paris'e gelmişlerdi ama oradaki kitlenin büyük bölümünü etkileyememişlerdi. Normali de buydu...
Bir yılda Paris'te dergi çıkartmış, konfeksiyon işçilerinin çalıştığı üç atölye işgalini organize etmiş, Fransız Komünist Partisi ve sendikası CGT ile iyi ilişkiler kurmuş, Paris'teki lojman sorununa dikkat çekmek için üç boş apartmanı işgal etmiş, bu nedenle gazete ve televizyonlarda günlerce konu olmuş bir örgüttük. O günün Paris koşullarında kitlesel örgütlerden birisi sayılıyorduk. 100-130 kişi kadar vardık. Herkes beni tanıyordu. Bu durumda, Salih'in aleyhimde seminerler düzenlemesini, bildiri dağıtmasını, tahmin edileceği gibi, ciddiye almadım.
Bu sırada Faşizme Karşı Brleşik Direniş Cephesi kurulmuş, Acilciler de 8 katılımcı örgütten bir tanesi olmuştu. "Yükselen bir hareketiz, bu ayrılık hiç iyi olmayacak" belirlemesi Zafer tarafından yapılıyordu. Diyeceksiniz, 12 Eylül herkesin üzerinden silindir gibi geçiyor. Biz de aynı durumdayız. O halde bu yükselmek de nereden çıktı?
Anlatayım: Mihrac Ural kendisini Türkiye devrimci hareketinin müstakbel önderi olarak görüyordu. 12 Eylül ortamında ülke dışına çıkmak zorunda kalan militanların bir bölümü de Suriye'ye geliyordu. Suriye yönetimiyle ya da Muhabarat ile iyi ilişkilere sahip olanın bu nedenle yolunun açık olacağı düşünülüyordu. “Mihrac Ural'ı önder olarak tanı, Suriye'de rahat et!..” propagandası yapılıyordu.
Mihrac, kendisine rakip olarak Teslim Töre'yi görüyordu. Teslim Töre ne de olsa bütün Filistin örgütleri tarafından tanınıyordu. Bu nedenle Mihrac, teslim ile özel dostluk geliştirmeye büyük önem verdi. 1981 sonlarında Paris'e kısa süre geldiğinde bana Teslim'i Bassit Köyüne davet ettiğini, kendisini iyi ağırladıklarını uzun uzun anlattı. Adamın hesaplanı var, tabii böyle yapacak. Lakin, evdeki hesap çarşıya uymadı.
Müntecep Kesici hazırlanmış bir kaza sonucu öldürüldü. Hem de ne zaman? “Sol içi şiddet devrimci harekete büyük zarar vermiştir!..” diye açıklama yapan FKBDC'nin kuruluşunun hemen ardından.
Mihrac'ın adamları ayrılanlardan iki kişiyi kaçırdılar. FKBDC'nin müdahale etmesi üzerine bıraktılar. FKBDC, Acilciler'e ihtar verdi.
Mihrac Ural'ın yükselişi burada bitti. Hemen arkasından "TKEP ayrılanları almayacak" kampanyası başladı. Yaşanan, 12 Eylül sonrasındaki ilk büyük ayrılıktı. Devrimci harekette tanınan bir insandım ve bir grup yoldaşla birlikte ayrılmıştım ve başka bir örgüte katılıyordum. Mihrac Ural'a büyük darbe tabii! Ne yapsın, koştu Teslim Töre'ye ve bizim TKEP'e alınmamamızı istedi. Teslim kendisine, daha sonra bana aktardığına göre, şöyle demiş: "Böyle bir şeyi sen yapabilirsin. Ben yapamam. Burası parti. Adamın ağzına sıçarlar."
25 yıl önce de bugünkü yöntemin aynısı vardı. Fransa’daki ve Almanya'daki Acilciler -bir bölümü Antakyalı, ötekiler başka illerdendi- hep bir ağızdan tekrarlamaya başladılar: TKEP bize söz verdi. Ayrılanları almayacak...
Tahmin edilebileceği gibi bu kolektif salaklık haline aldırmadım.
Tarzan zor durumda...
Paris'te üç binayı işgal ettiğimiz ve o zamanki Belediye Başkanı Chirac ile mahkemelik olduğumuz zaman, Paris'te yayınladığımız Tek Yol Devrim'in özel sayısını çıkarmıştık. Dergide yazıların yanısıra işgal edilen binaların fotoğrafları da vardı. Bu dergileri Suriye'ye gönderdim. Mihrac bunları değişik siyasetlere dağıtırken, öğünmeyi de ihmal etmemiş. “İşte biz böyle bir örgütüz!..” demiş. Dergide benim adım yok, ama 12 Eylül sonrasında Türkiye devrimci hareketinin Türkçe gazetelere de yansıyan bu eyleminin kimsenin tanımadığı kişilerce yapılmadığını da herkes biliyor.
Şimdi aynı Mihrac, birkaç ay önce dergi verdiği insanları dolaşıp benim ne kadar kötü birisi olduğumu anlatıyordu. Kendisini bu kadar kötü duruma düşürmek istemezdim ama ne yapayım. Kendi düşen ağlamaz!
TKEP konusu fazla sürmedi. Parti Merkez Komitesi Plenumu aday üyelik sürecinden geçirilmeden doğrudan üye olmam için karar verdi. Normalde üyeliğim için MK Dış Bürosu'nun karar vermesi gerekirdi. Anlaşıldığı kadarıyla alınırdı alınmazdı meselesinin kapanması için MK kararını uygun bulmuşlardı. Böyle bir karar almak için fazla akıllı olmak da gerekmiyordu. TKEP'in Avrupa'daki örgütlenmesi sempatizan çevresinden ibaretti. Hem tanınan bir insansınız, hem de bu alanda başarılı olduğunuzu göstermişsiniz, parti sizi almayıp da ne yapacak!..
TKEP içinde Acilciler ile ittifaka hiç de iyi gözle bakmayan çok sayıda insan vardı. Anlaşılan, 12 Eylül sonrasının karmakarışık koşullarında bu ittifak Mihrac ile Teslim arasında yapılmış, TKEP'ten de o koşullarda itiraz eden olmadı. Bir yandan, “iyi ki ittifak yapmışız" diyorlardı, Acilcilerin o sırada dışarıda bulunan kesiminin en iyileri onlara katılmıştı. Diğer yandan, bu ittifakın bitmesi gerektiğine inanıyorlardı, Mihrac'dan fena halde rahatsızdılar. Mihrac da TKEP'e yönelik saldırılarıyla bu bitişin kısa sürede olmasını sağladı.
Sonraki yıllarda Dış Büro toplantılarına katılmak için birkaç kez Şam'a gittim. Orada bulunduğum süre içinde değişik siyasetlerden insanları da gördüm. Mihrac'ı ciddiye alan hiç kimse yoktu. Anlatılanlan da korkunçtu: Türkiye’den gelen devrimcilerin isimlerini Mihrac'ın adamları Muhabarat'a bildiriyorlardı. Acilciler, Muhabarat'ın Türkiye devrimci hareketi içindeki uzantısı haline gelmişti.
Sonraki yıllarda ne Mihrac ilgilendim, ne de eski Acilciler ile hiçbir ilgisi kalmamış olan bu örgüt ile uğraştım. 1988'de Paris'te İbrahim'e de bu nedenle, “Uğraşma bunlarla. İnsanlar bizim bildiğimizden fazlasını biliyorlar. En kestirme belirlemeyle, bunlar Suriye ajanları...“ dedim.
Dikkati çeken bir nokta, 1982'de Ali Çakmaklı konusunun bizim dışımızda kimse tarafından bilinmemesiydi. 12 Eylül'ün karmakarışık koşullarında öldürülmesi dikkati çekmemişti.
Derken 1988'in üzerinden 20 yıl geçti. Mihrac Ural, yaptıklarının unutulmuş olduğunu sandığı için, bana saldırmakla bir şey yapabileceğini sandı. “Eceli gelen köpek cami duvarına işer“ diye bir söz vardır. Aynen öyle oldu. Benim için, Mihrac Ural konusu 1982'de bitti. 1982'deki bütün hayallerini suya düşürdüğüm için bana olan büyük kin duymasını anlıyordum, ama tahminimden daha hesapsız kitapsız çıktı.
Eh, biz de savaşa girdik ve neler olduğunu biliyorsunuz. Mihrac Ural zaten çökmüştü, şimdi battı. Pisliğe gömülü olarak kaldı.
Meğer daha bilmediğim neler ve de neler varmış!
“Sen ayrılmasaydın biz de bu duruma düşmezdik...“ diyen arkadaşların dikkatini çekmek isterim. Eğer ayrılmasaydım, bütün bu pisliğe ben de ortak olacaktım. Örgütün sorumlu düzeyde bir insanı olarak, yapılanlara karşı olduğunuzu açıklasanız bile, orada durduğunuz sürece bu pisliğe ortak olursunuz. Dahası, bu pislik, benim adım da kullanılarak meşrulaştırılmaya çalışılacaktı.
“Keşke ayrılmasaydın Mihrac kim ki, onu ergeç hallederdik...“ diyen bir arkadaş, Sami'nin işkenceyle öldürülmesini öğrendikten sonra söyleyecek bir şey bulamamış, “Ben örgütün bu kadar kirlendiğini düşünmemiştim...“ dedi.
Mihrac Ural'ın son 30 yılına şöyle bir bakarsanız, polisle işbirliği ve ihbarcılık çizgisinin sürekli olduğunu görürsünüz. 1978'de polisle anlaşarak Nebil Rahuma'yı yakalatıyor. 1980 sonlarından başlayarak Suriye'de Muhabarat ile açık işbirliğine giriyor. Önceden de belirttiğim gibi, bu işbirliği daha önce de var, ama Suriye'de artık açık olarak yapılıyordu. Daha sonra, Suriye'ye gelen devrimcilerin adını Muhabarat'a bildiriyor. Son olarak, Hasan'ı ihbar ve hedef göstermeye yöneliyor. Hep aynı çizgi. 1978'de Nebil'in yakalatılması bir hata değil. Öyle olsaydı tek örnek olarak kalması gerekirdi. 31 yıldır bu çizgi sürüyor...
Nihayet kendisini iyice deşifre ettik ve çamurun dibine kadar batırdık.
6 Eylül 2009