DOMUZDAN KIL KOPARMAK!..

Anlatacağım olayı bugüne kadar benden başka bilen yoktu... 

“Domuzdan kıl koparmak” deyimi, haksız elde edilmiş kazançlardan pay almayı, beş para etmez ama elinde olanak bulunan kişilerin bu olanaklarını azaltmayı anlatır. “Domuzdan kaç kıl koparsan kârdır” deyişi de buradan gelir. 

Mihrac Ural’ın yıllarca insanların gözününü içine baka baka büyük bir serveti nasıl biriktirdiğini anlamak zor. Marifet sadece onda değil, görüp de ses çıkarmayanlardadır. Ya da yapılan saçma sapan açıklamalara uzun süre ikna olanlardadır. Sahi, bunca zaman gözünüzün önünde olup biteni neden görmediniz? Adam Suriye’de servet yığıyor, ama Türkiye’deki –artık ne kadar varsa– örgütün parası yok. Normalde kıyametin kopması gerekir, hem de zaman geçmeden. Ama olmamış işte!.. 

“Domuzdan bir kıl koparmış” birisi olarak bu konuda rahatım. Nasıl oldu, anlatayım: 

Suriye’den gitmek üzereyim. Şam’dan Budapeşte aktarmalı olarak Zürih’e uçacağım. Yanımda Süleyman adlı bir arkadaş olacak. O beni Zürih’te bırakıp Fransa’ya gidecek. Fransa’da çalıştığı için oturma ve çalışma kartı var, o nedenle bu ülkeye girişi sorun olmayacak. Bir araba ayarlayıp gelecek ve beni alıp kaçak olarak Fransa’ya sokacak. İsviçre üzerinden gitmemizin nedeni, İsviçre’nin TC pasaportlarından vize istememesi. Plan böyle... 

Mihrac sahte pasaportumu verdi. Baktım ve hemen “bu pasaport olmaz” dedim. O kadar acemice yapılmış ki, sahte olduğunu anlamak için uzman olmak gerekmiyor. O zamanki TC pasaportlarında resim üst köşesinden yuvarlak bir demirle sayfaya tutturulur, üzerinde de soğuk damga olurdu. Fotoğrafın olduğu sayfa tamam, sayfayı çevir, öndeki soğuk damganın hizasıyla arkasındaki izi arasında bağlantı yok. Söz konusu olan öyle küçük bir kayma değil, dikkati çekecek kadar bariz bir kayma. Üstelik 31 yaşında olan ben pasaporta göre 19 yaşındayım. Bu kadar üstünkörü sahte bir pasaport yapılabilirdi. 

“Başka imkânımız yok, bu kadar yaptık” vb. açıklamalarını dinledikten sonra sıra para konusuna geldi. Bana bir miktar Suriye parası verildi. Bu para yetmezdi. Açıkça söyledim, bu para yetmez! Ama paramız yokmuş, bununla idare etmeliymişim! Paramız olduğunu biliyordum. Birkaç gün önce, şimdi nasıl olduğunu hatırlamıyorum, ama bir miktar para gelmişti, hem de dolar olarak gelmişti. 

Sesimi çıkarmadım. Evde iki kişiydik, yatıp uyuduk. Bir süre sonra kalktım, cüzdanını buldum. İçi tahmin ettiğim gibi dolar doluydu. Bir bölümünü aldım. Ne kadar aldım hatırlamıyorum. Az değil, ama belli olacak kadar da çok değil. Sonra yatıp uyudum. 

Bu para, Süleyman’ın gidip de dönmekte geciktiği ve otel param olmadığı için Zürih’te parklarda uyumaya başladığım günlerde oldukça işime yarayacaktı. 

Pasaport ile inanılması zor bir macera yaşadım. Şam havaalanında pasaportun sahte olduğunu hemen anladılar. Polisler birbirlerine soğuk damgaların hizalarını gösteriyor, arada bir de bana ”sen 19 yaşında mısın?” diye İngilizce olarak soruyorlardı. Ülkeden çıkış yaptığım için fazla üzerinde durmadılar. Nasıl olsa gidiyordum!  Budapeşte havaalanında da aynı şey oldu. Durumu hemen anladılar. Macarca anlamıyordum ama pasaportu birbirlerine göstermelerinden ve arada da “transit” kelimesinin geçmesinden beni tutmayacaklarını anladım. Nasıl olsa gidiyordum! Bakalım Zürih’te ne olacaktı? 

Zürih havaalanında pasaport memuru polis açıp ilk sayfadaki fotoğrafa baktı. Bana İngilizce olarak bu ülkede ne yapacağımı sordu. Aklıma hemen Zeiss firması geldi. Düzgün bir İngilizce ile bu firmayı ziyaret edeceğimi söyledim. Polis pasaportun başka sayfasını çevirmedi, “İsviçre’ye hoş geldiniz” dedi ve içeri girdim. Ardımdan gelen ve her şeyi normal olan Süleyman’ı ise yarım saat tutacaklar, evraklarını iyice inceleyeceklerdi. 

Sonraki günlerde, Fransa’ya giden Süleyman’ı beklerken, Zürih garındaki bir polis kontrolünde yakalandım. Polis pasaporta şöyle bir baktı ve durumu hemen anladı. Önce polis merkezine alındım, bir gece orada yattım, oradan sorguya çıktım. 

Hakim biraz İngilizce anlıyordu ve hemen İngilizce bir çevirmen buldular. Aklıma hemen birkaç gün önce Belçika ya da Hollanda’da öldürülen Filistin Kurtuluş Örgütü temsilcisi geldi. “Filistinliyim ve hayatım tehlikededir” diye başladım. Örnek olarak da öldürülen temsilciyi verdim. Bir telaş ki sormayın. İyi ki öyle oldu, Arapça bilip bilmediğim kimsenin aklına gelmedi. Gayet iyi İngilizce konuşuyordum, onların da işine geliyordu. 

Bu ülkeye neden geldiğimi sordular? Amacım vize alıp Fransa’ya gitmek, dedim. Birkaç gün önce Zürih’teki Fransız Konsolosluğu’na gidip vize başvurusu yapmıştım. Kâğıdı da yanımdaydı, ayrıca sorabilirlerdi de. Fransa’ya kaçak gireceğimi bile bile niçin vize başvurusu yapmıştım, şimdi hatırlamıyorum. Galiba yağmurda dolaşırken fazla ıslanmamak için önüme çıkan konsolosluğa girmiştim. 

“Buraya nereden geldin?” 

Suriye’den!.. 

Adres istediler. Bassit köyünü verdim. Doğru adres verdim ki, yakalandığımı haber alsınlar. “Engin ortadan kayboldu, ne olduğu belli değil!..“ numarasına yatmasınlar. 

Tutuklanıp cezaevine gönderildim. Sonraki günlerde iki kez daha sorguya çıktım. Bütün Ortadoğu ülkelerine fotoğrafımla birlikte durumum sorulacaktı. Aranıyorsam öğrenilecekti. Hemen itiraz ettim. Hakim, bir aralık, sahte kimlik taşımanın cezasının bir ay olduğunu söylemişti. İyi de, Ortadoğu ülkelerinden cevap gelinceye kadar en az 6 ay geçerdi. “Tek ülkeden aranmadığınıza dair cevap gelsin, yeter” dedi. Belirtmeye gerek yok, çevirmen İngilizceyi Almancaya sonra da Almancayı İngilizceye çeviriyordu. 

Tek ümidim ilk cevabın Türkiye’den gelmemesiydi. Hiç sanmıyordum, ama belli mi olur. Türk olduğum meydana çıkarsa ne yapacağımı bilmiyordum. Neyse, 25 gün sonra ilk cevap Mısır’dan geldi. Tabii ki aranmıyordum! Hakim biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Bana “sahte pasaport taşımak suçunu işleyip işlemediğimi” sordu. Sahte pasaportla yakalandığıma göre herhalde işlemiştim, ama, dedim, “bir ülkede bir şey yapmak için sahte kimlik taşımakla, sadece oradan geçmek için sahte kimlik taşımak birbirinden farklı şeydir”. 

Hakim bu sefer hiç beklemediğim bir şekilde hangi üniversiteyi bitirdiğimi sordu. Tabii ki söyleyemezdim. “Liseden terkim” dedim. İnanmadı. “Siz bir kanun maddesinin farklı yorumları olabileceğini biliyorsunuz. Bunu lisede öğretmezler” dedi. Ben de “özel eğitim gördüm” dedim. 

Sonra kararı okudu. Suçumu kabul ettiğim için 4 gün erken tahliye edilecekmişim. İlerde suç işlersem bu 4 gün cezama eklenecekmiş. Hepsi iyi güzel de şimdi ne olacak? 

Beni yeniden Zürih polisine teslim ettiler. Çıkardılar rütbeli birisinin karşısına. Adam gayet iyi İngilizce konuşuyor. “Seni Suriye’ye geri gönderelim” dedi. Parasını da onlar karşılayacaklardı. Kesin olarak reddettim. Fransa’ya gitmek istiyordum. 

“Nasıl gideceksin, kimliğin yok” dedi. Haklıydı aslında, ama ben yine de, beni Fransa’ya gönderin, diye ısrar ettim. Baktılar olmayacak, iki polis beni Zürih garından Paris trenine bindirdi. Bilet parasını da cebimdeki paradan almışlardı.  Tren kalkarken gülüyorlardı. Gülerler tabii, İsviçre polisinden Fransız polisine postalandığımı anlamam zor değildi. 

Tren ekspres idi ve Basel’a kadar durmadı. Basel’da kafamı zorluyorum. Hatırladığım kadarıyla burası sınır, birazdan pasaport kontrolu olacak. Ne yapsam? İnip sınırı kaçak geçmeyi mi denesem? İyi de ne Fransızca biliyorum, ne de Almanca... 

Trenden inmedim ve bir süre sonra pasaport kontrolu için polis geldi. Bende hakim tarafından verilmiş kâğıtlar vardı. Almanca bilmiyordum ama anlayabildiğim kadarıyla kâğıtta karar yazılıydı, sahte pasaport kullanmaktan şu kadar ceza almıştır gibi. Fransız polisine İngilizce olarak, “İsviçre polisi pasaportumu aldı, bana da bu kâğıtları verdi” dedim. Polis kâğıtlara şöyle bir baktı, Almanca anlamadığı belliydi. Fransızca olarak bagajımı sordu. Bagaj kelimesinden ne istediğini anladım. İçinde birkaç parça giysi olan bir çantam vardı. Kâğıtları geri verdi, çantanın içine şöyle bir baktı ve gitti. Olur şey değil!  Bu arada tren hareket etmişti. Şaşkınlıktan “Burası Fransa mı?” diye sordum. Kompartımandaki öteki yolcular gülerek “Evet, Fransa” dediler. 

Benimki de aptalca bir soruydu işte. Basel’dan Paris’e giden bir tren İsviçre’den çıktıktan sonra Arjantin’e girecek değil ya! 

Paris’e varınca, Şam’da Süleyman’a ve bana verilen adres kâğıdını buldum. Konfeksiyoncu Şefik, Strassbourg Saint Denis. Yine İngilizcemle Strassbourg Saint Denis’nin bir semt olduğunu öğrendim. Çok az kalan paramla bir metro bileti alıp, gösterilen yöne gittim, o durakta indim ve bulduğum ilk otele girip uyudum. Param neredeyse bitmişti ve o gün başka bir şey yapacak halim kalmamıştı. 

Sabahleyin macera başladı, Konfeksiyoncu Şefik’i nereden bulacağım? Ortalıkta Türk yok, Türk dükkânı yok, hiçbir şey yok. Kimi kimden soracaksın?  Bu gece otele gidemem. Zürih’teki gibi parkta yatamam, sahte bile olsa kimliğim yok. Caddede bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyorum. Nihayet tipinden Türk olduğunu tahmin ettiğim birisi İtalyan değil de Türk çıkmıştı, ama o da bu ismi tanımıyordu. Akşam oluyordu. Bir gazete bayisinin önünden geçerken gazetelerin arasında Hürriyet’i gördüm. Burada Hürriyet satılıyor, demek alan var ki, satılıyor. Orada bir saatten fazla bekledim. Artık akşam olmuştu ve birisi gelip Hürriyet aldı ve ben de hemen yanına gidip Konfeksiyoncu Şefik’i sordum. Allah allah, adam zaten onun yanında çalışıyormuş. “Gel seni götüreyim” dedi. Birkaç sokak yürüdük. Bir köşeyi döndük, atölye bu sokaktaymış. Sokağın öbür ucundan da Şam’dan birlikte yola çıktığımız Süleyman geliyordu.  
 Yıl 1981, aylardan Haziran. 

Sonradan bakılınca durum daha iyi anlaşılıyor. Mihrac benim Suriye’den bir an önce gitmemi istiyordu. Böylece denetimden kurtulacaktı. Öte yandan, denetimden kurtuluşun karşılıklı olduğunu da anladığından huzursuzdu. Bu nedenle yolda başımın belaya girmesi için elinden ne geliyorsa hepsini yapmıştı. 

Ama olmamıştı! Bundan sonra beni artık kim tutar? 

Domuzdan kopardığım kıl doğrusu bana uğurlu gelmişti!..