24 Ocak 1971

24 Ocak denilince akla önce 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlar gelir. Bu kararların uygulanması ancak 12 Eylül rejimi altında mümkün olacaktı. Bir başka 24 Ocak daha var. 24 Ocak 1971’de polis yaklaşık 8 saat süren silahlı çatışmadan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi Yurdunu “fethetti”. 

Polisin yaptığı ve ülkücü komandoların –o zamanki adları böyleydi– dışardan desteklediği operasyonda gösterilen vahşet 12 Mart 1971 sonrasında neler olacağının göstergesi gibiydi.
   
Ankara’da “yurt savaşları” 12 Mart öncesindeki sürecin karakteristiklerinden bir tanesidir. Polis Şubat 1971’de Hacettepe Yurdu’nu basacak ve onu da saatlerce süren çatışmayla ele geçirecekti. Ardından 5 Mart 1971’de jandarma bölgesinde olduğu için ODTÜ yurtlarının jandarma tarafından basılması gerçekleşecek. Biri öğrenci, biri jandarma, biri de yandaki Maden Tetkik Arama Enstitüsü ile ODTÜ yurtlarını ayıran tepenin üzerinde çatışmayı seyreden seyirci olmak üzere toplam üç kişi ölecekti. 
   
Bu çatışma, aynı zamanda devrimcilerin ordu ile ilk silahlı çatışmasıdır. 

Öğrenciler arasında çok sayıda yaralı bulunmasına karşın sadece bir kişinin ölmüş olması, ODTÜ öğrencilerinin mühendislik bilgisi sayesindedir. Jandarmanın kullandığı M-1 mermileri yurtların briket duvarlarını delip içeriye giriyor ve öteki duvarda parçalanıyordu. Öğrenciler ateş edilen yer ile yurtlar arasındaki açıyı hesap ederek gizlendikleri için yaralandılar ama doğrudan isabet almadılar. 

24 Ocak 1971’e dönelim... 

Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’nun (TDGF) yayın organı İleri dergisinin 6. sayısının (açıklanmamıştı ama bu sayı son olacak ve bundan sonra THKP-C’nin gayrı resmi yayın organı olan Kurtuluş Gazetesi çıkmaya başlayacaktı) yazı işlerinden ve ülkede genel dağıtımından sorumlu kişi olarak öğle saatleri civarında SBF yurduna gitmiştim. Dergilerin büyük bölümü hem Ankara içinde dağılmış hem de ülkenin çeşitli yerlerine oradan gelenler tarafından götürülmüştü. Birkaç yüz kadar dergi giriş katındaki camlı bir odada duruyordu.

Birden dışarıdan sesler geldi. Yakındaki Site Yurdu’nda –MHP’lilerin denetimindeydi– kavga çıkmış ve birkaç kişi koşarak SBF yurduna kadar gelmişti. Peşlerinden de polis, o zamanki toplum polisi ya da yine o zamanki adıyla Frukolar, yurdun önüne kadar geldiler. Garip bir durum vardı, çünkü çok sayıda polis birdenbire yurdun önünü doldurdu. Kavga edip kaçanları aramak için yurda gireceklerini anons ettiler. 

Yanlış hatırlamıyorsam, Sinan Kâzım Özüdoğru kapıdabeğırıyordu, “Çıkacak olanlar hemen çıksın, kapıları kapatıyoruz!..“ 

Bir an tereddütte kaldım. Aklıma Ertuğrul’un (Kürkçü, o sırada TDGF başkanıydı) tembihi geldi. “Ortalıkta dolaşıp deşifre olma. Polis herkesi tanıyor. Tanınmayan ve güvenilebilir insan kalmadı. İleride gerekli olabilirsin.” 
   
Ben, kalan dergileri toplayıp öyle çıkayım, diye düşünürken kapılar kapandı. Dahası, dergileri de toplayamadım çünkü polis hemen saldırıya geçti. Bundan sonra, yaklaşık 8 saat sürecek yurdun kat kat savunulması başladı. 
   
Birinci kata çıkıp elimize ne geçtiyse merdivenlere yığıp barikat yaptık. Polis de aşağıdan barikatı parçalayarak yukarıya çıkmaya çalışıyordu. Bu arada bir arkadaş kesinlikle pencerelere yaklaşılmamasını söyledi. Dışarıdan yurtlara ateş ediliyordu. (Ertesi gün, o zaman ilericilerin de bulunduğu TRT’de, yerinde yapılmış çekimler gösterilecekti. Birkaç polis tabancalarıyla yurtlara ateş ediyorlardı. Etraflarında da birkaç MHP’li genç, “Abi ne olursun ver, ben de ateş edeyim!..” diye yalvarıyordu. 
   
Yurtta silah vardı ama merdivenlerdeki barikattan hedef görünmediği için ateş etmenin anlamı yoktu. Polis barikatı parçalayıp bir kat çıktığında biz daha üst kata çıkıp yeniden barikat kuruyorduk. Baktık olacak gibi değil, dinamit kullanmaya başladık. Yarım lokum ateşlenip merdiven boşluğundan bırakılıyor ve bir kat altımızda feci bir patlama oluyordu. Polis bir süre duruyor ve yeniden gözyaşartıcı atarak karşılık veriyordu. 
   
Gözyaşartıcı bombanın solunum yoluyla etki ettiğini, mendili ıslatıp –o zaman sadece kumaş mendil vardı– buruna bağlamak gerektiğini ve ellerin kesinlikle göze sürülmemesini orada öğrendim. Buna rağmen, o kadar çok gözyaşartıcı atılıyordu ki, hepimiz ağlıyorduk. 
   
Hava kararmıştı ve üst katın bir alt katındaydık. Ne bulduysak merdivene yığdık ve üst kata çıkmaya yöneldik ama en üst kattakilerin kurdukları barikat kapanıverdi. Çıkmayı da deneyemezdik çünkü yukardan atılan dinamitlere hedef olabilirdik. Altı kişiydik. Hepimiz bir odaya oturup beklemeye başladık. Yapılacak başka birşey yoktu. 
   
Yaklaşık yarım saat kadar sonra toplum polisleri bizim bulunduğumuz kata çıktılar. Her birimizi iki polis alıp aşağıya indirmeye başlamadan önce yukarıya bağırdılar. “Atmayın lan, atmayın lan!” 
   
Dinamitler biraz durdu. Bütün merdivenler polis doluydu. “Bunlar üst kat mı?” diye soruyorlardı. “Yok” denilince birkaç cop ve yumruk yiyip geçiyorduk. 
   
Üst kata özel muamele yapılacak ve kat ele geçirildikten sonra burada bulunanlar altı kat merdiven boyunca dizilmiş polislerden sürekli cop yiyerek aşağıya kadar ineceklerdi.
   
Yurdun dışına çıktık. Ortalık bize küfreden MHP’lilerle doluydu. Bu arada gelip geçen polislerden cop yediğimizi eklemek gerekmiyor. Bir polis kamyonu –Fruko kasası – geldi, beş kişi tekme tokat buraya bindirildi ve ben binemeden kamyon kalktı. Yanımda iki polisle ortada kaldım. Her taraftan MHP’lilerin attığı taşlar geliyordu. Yanımdaki polisler sövüp saymaya başladı, çünkü onlar da gelen taşlardan nasiplerini alıyorlardı. Etrafımızdaki çember daralırken bir polis jipi geldi, iki polis ile birlikte yola çıktık. Bu arada cipin tavanına iri bir taş isabet etti. 
   
Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne geldik. Özellikle başımdan aşağıya kanlar indiğini hissediyordum. Kimlik tespiti ardından benim durumumdaki birkaç kişiyle hastaneye götürüldüm. Orada başka bir curcuna vardı. Doktorlar polislere bağırıp çağırıyordu. Nedeni ise, bazı polislerin tedaviye getirdikleri öğrencileri Acil Servis’te dövmesiydi. 
   
Doktor kafama baktı. Kanları sildiler, birkaç dikiş atıldı. “Git yüzünü yıka” denildi, tuvalete gittim. Aynaya bakınca yüzümden korktum. Rengi değişmemiş tek santim yer kalmamıştı. Ya morarmış, ya da kan oturmuştu. 
   
Doktorun odasına döndüm. Doktor halimi çok perişan görmüş olacak ki, “istersen bu gece burada kal” dedi. “Olur” dedim. Benimle birlikte birkaç kişinin daha hastanede kalmasına karar verdi. Polisler bizi götürmek isteyince birkaç doktor yeniden bağırıp çağırdı. 1971’deki doktorları görüyor musunuz! Bizi birer birer odalara yatırdılar. Sabaha kadar ağrıdan sızıdan uyuyamadım.
   
Sabah yaralarım tekrar muayene edildi, kafam sargı beziyle sarıldı. Bizi almaya gelen polislerle birlikte yeniden Emniyet Sarayı’na döndük. Biraz sonra savcı geldi. Yurttan getirilenler arasında aranan iki kişi varmış, onların dışında herkesi bıraktılar. İfade bile alınmadı. Polisin derdi güç gösterisi yapmaktı ve yapmıştı.
   
Bu konularda tecrübeli olanlar hepimizi uyardılar. “Grup halinde çıkalım, kimse yalnız başına uzaklaşmasın.” Öyle yaptık ve SBF yurduna döndük. 
   
Ben belki bulurum diye düşen gözlüğümü arayacaktım. Yurda girer girmez ağlamaya başlıyordunuz. Gözyaşartıcı gaz duvarlara sinmişti. Tabii gözlük falan bulamadım. Kalan dergiler de ortada yoktu.
   
SBF baskını sonraki günlerde zamanın ilerici gazetesi Cumhuriyet ile Ankara’da yayınlanan ve adı yanlış hatırlamıyorsam Yeni Halkçı olan bir gazetede –yaralılar listesinde benim adımı da yayınlamıştı– konu oldu. 
   
Polis yurdun kızlar bölümünde herkesi dövdüğü gibi bazılarına copla tecavüz etmeye kalkmıştı. Bazı MHP’liler TRT kamerasına “komünist bir orospu bulmak için buraya geldiklerini” söyleyeceklerdi.
   
TRT’de yaralananlarla ilgili bir programa çağırdılar. Ertuğrul’un sözünü tuttum. TRT’ye gitmedim. 
   
Yurt bir hafta kadar sonra yeniden açıldı. Ali Orhan Yücelalp ve İlhan Kalaycıoğlu (12 Mart sonrasında THY’nin Ankara-İstanbul uçağı THKO’lular tarafından Sofya’ya kaçırılınca, hiç ilgisi olmadığı halde Emin Galip Sandalcı ile birlikte gözaltına alınacak, sonraki yıllarda da vefat edecekti) ile birlikte Kurtuluş gazetesini çıkarmakla ve Kurtuluş Yayınevi’nde broşür basılmasıyla uğraşmakla görevlendirildim. İlk broşür Yusuf Küpeli’nin yazdığı “1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev Genç” idi. İkincisi, Mahir Çayan’ın "Kesintisiz Devrim I" broşürü idi, ancak 12 Mart’ın hemen sonrasında basımı biten bu broşüre polis matbaada el koyacaktı.   

20 Ocak 2009