AĞUSTOS 1980

Birden öğrendim ki 47 kişiyi öldürmüşüm!.. 

Ağustos ayının ilk günleriydi. Hürriyet Gazetesi’nde çıkan fotoğraflı bir habere göre, iki sol görüşlü kişi bir markette öldürülmüşlerdi. Polis, öldürenlerin eşgalinden hareketle içlerinden birisinin ben olduğuma hükmetmişti. 

“Bu da nereden çıktı?” diye düşündüm. Ertesi gün daha büyüğü geldi. Son Havadis gazetesinin manşetten verdiği habere göre, kaçtıktan sonra polis subay ve yüksek dereceli devlet memurlarının da aralarında bulunduğu toplam 47 kişiyi öldürmüştüm. Hesapladım... Bu durumda kaçtıktan sonra günaşırı bir kişiyi öldürmüş olmam gerekiyordu. Mübarek adam değil, İstanbul canavarı! 

Böyle bir olay durup dururken ortaya çıkamazdı. Koordineli bir olaydı. O sırada örgüt olarak adımız ön planda da değildi. Olması da mümkün değildi. 1975-77 dönemi geride kalmış, devrimci harekette adı bilinen ama etkinliği oldukça gerilemiş bir örgüt durumuna düşmüştük. 1978 yılından itibaren yaşanılan düşüş bizi devrimci hareket içinde geri plana itmişti. Bizim düşüşümüzle devrimci hareketin hızla kitleselleşmesi, bizim bu kitleselleşmeyi kaçırmamız bir araya gelince iyice geri plana düşmüştük. 

O zaman MİT ile bağlantılı olduğu açıkça görülebilen bu haberlerin arkasında ne yatıyordu? Beni ele geçirebilirlerse sağ bırakmayacaklardı. Muhtemelen gazetelerdeki haberler de bunun zeminini oluşturmak amacını taşıyordu. Acaba hedefe yaklaştıklarını mı düşünüyorlardı? İnsan kesin olarak hiç bir zaman bilemez ama zaten az sayıdaki ilişkimde böyle bir tehlike sezilmiyordu. 

Hürriyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğü’ne telefon açtım ve sövüp saydım. Bunun bir anlamı olmadığını biliyordum. Yine de böyle yaptım. 

Bir süre sonra markette öldürülen devrimcilerin katillerinin yakalandıklarını okuyacaktım. Beklenilebileceği gibi MHP’li idiler. 

Derken, 12 Eylül geldi. İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim Komutanlığı bir isim listesi yayınladı. Bu listede adı bulunanlar için “vur emri” çıkardı. Bu listedekiler “yakalanmaya karşı direnirlerse” öldürüleceklerdi. Bunun “gördüğünüz yerde vurun” anlamına geldiğini açıklamak gerekmiyor. İstanbul’da fotoğrafımın bulunduğu afişin önünde otobüs beklemek de pek hoş oluyordu doğrusu... 

O günlerde Adana Cezaevi’nde olanları ise yıllar sonra öğrenecektim... 

Mihrac Adana Cezaevi’nden kaçmak üzere ve koğuş arkadaşlarına, “kaçtığı anlaşılınca gazetelerin manşetler atacağını, televizyonun onun kaçışıyla ilgili haberlerle dolu olacağını” anlatıyor.  Durumu anladım. Ben kaçtıktan sonra günlerce gazetelerde ve televizyonda konu olmam adama dokunmuştu. 

O da aynısını istiyordu. Ne ki, yerel bir Adana gazetesinin iç sayfasındaki küçük bir haberden başka kaçışıyla ilgili haber çıkmayacak, o da bunu “oligarşinin kendisine karşı oyunu” olarak nitelendirecekti. 

Ne denilebilir ki!.. 

Aklı başında ve şöhret budalası olmayan bir devrimci ancak tersini isteyebilir. Keşke kaçtığım zaman gazetelere hiç konu olmasaydım, fotoğraflarım yayınlanmasaydı, televizyonda defalarca kaçışımdan söz edilmeseydi. 

Böylece hareket serbestliğim artar, günlerce bir eve tıkılıp kalmak zorunda kalmazdım. 

İnsan, gazetelerin reklamıyla değil, yaptıklarıyla isim oluyor. Yaptıkların kalır, ötesi gelip geçer. Reklam kampanyaları ya da filanın ya da falanın yaptığı övgü üzerinde yükselmeyen isimler kalıcıdır. O isimlere bir şey olmuyor.