BENİM FİLMLERİM


24 yaşına kadar neredeyse her hafta en az bir kere sinemaya giderdim. Sonra örgüt işleri yoğunlaşınca bu gidişim aksadı. Yıllardan beri sinemaya çok az gidiyorum. Yeni filmler hoşuma gitmiyor, bu nedenle...

Benim filmlerim dediğim zaman defalarca izlediğim filmlerden söz ediyorum demektir. Bir filmi defalarca izlemek ihtiyacını hissetmişsem, yeniden oynadığında, ister televizyonda isterse sinemada yeniden seyretmişsem, işte bunlar benim filmlerim demektir.

Benim birinci filmim, 1974 yılında Ankara'da Kavaklıdere Sineması'nda izlediğim The Chase adlı filmdir. İngilizcede takip anlamına gelir, Türkçe'de Kaçaklar adıyla oynadı. Başlıca oyuncuları Marlon Brando ve Jane Fonda idi. Bu ikili zaten benim en sevdiğim oyunculardır.

Film bir ABD kasabasında hafta sonunu anlatır. O kasabadan birisi hapisten kaçar, kaçarken birisini öldürür ve yolu rastlantı sonucu bu kasabaya düşer. Kasaba halkı adamı infaz eder. Marlon Brando infazı engellemeye çalışan şerif, Jane Fonda adamın eski sevgilisidir.

ABD'de bir taşra kasabasını bundan daha iyi anlatan bir film olamaz. Normal hayatlarında hepsi de saygıdeğer olan insanların aranan bir kişiye karşı nasıl vahşileştiklerini, kasabanın zengini olan kişinin diğerlerini nasıl yönlendirdiğini (zenginin oğlu Jane Fonda'ya aşıktır) büyük bir gerçekçilikle anlatılır. Bu filmi tam 8 kere gördüm. Alman televizyon kanallarından birisinde bir kere daha oynarsa 9. kez görürüm.

İkinci filmim, 1973 yılında yine Ankara'da izlediğim Quemada adlı filmdir. Türkçesi Kanlı Ada  olarak gösterilmişti. Antillerde bir adada İngilizlerin halkı İspanyol sömürgecilere karşı kışkırtması, devrimden sonra yeni sömürge olan adanın İngiliz egemenliğine girmesi ve halkın yeniden isyan etmesi ve kaybetmesi anlatılır. İsyan önderinin adı bile aklımdadır: Jose Dolores... Marlon Brando da ilk isyanı örgütleyen İngiliz ajanı rolündeydi. Bu filmi de 5 kere gördüm. Yeniden oynarsa bir kere daha görürüm.

En erken gördüğüm beni çok etkileyen filmi ise 19 yaşında iken Ankara Sinematek'te izledim: Sıradan Faşizm. Yıl 1969'du ve birkaç hafta bu filmin etkisinden kurtulamadım. Film, nazilerin iktidara gelişini dökümanter olarak anlatıyordu. O zamanın en modern tekniklerini kullanmışlar. Bu filmi bir daha göremedim. 

Ama yıllar sonra bu film üzerine yapılmış uzun bir araştırmayı okudum. Sıradan Faşizm filminin dökümanter bölümü ünlü nazi propaganda filmi Triumpf des Willen -Arzunun Zaferi- filminden alınmıştı. Araştırma filmde hangi sahnenin hangi amaçla çekildiğini ve hangi tekniklerin nasıl kullanıldığını anlatıyordu.

İki yıl önce beni koştura koştura sinemaya götüren film ise Der Untergang 'dır. Türkçede Çöküş adıyla oynadı. Hitler'in sığınağındaki son günlerini anlatır. Filmin en etkileyici karakteri Göbbels 'in eşi Magda 'dır.

Yenildik, bizim için gelecek bitti, artık yaşamamızın gereği yok. Ama bizi ele geçiremeyeceksiniz. İntihar ederler ve cesetleri de yakılır.

Magda bir dönem tereddüt geçirdikten sonra 6 çocuğunu zehirleyerek öldürür. Kendisine, “Bizim için gelecek bitti ama çocuklar için gelecek var, onları neden öldürüyorsun?..“ diyen subaya, "Nasyonal sosyalizmden sonra gelecek yoktur!.." cevabını verir. Son mektubunu yazar: Nasyonal sosyalizmin bulunmadığı bir dünya, yaşanmaya değer bir dünya değildir. Kaybetmiştir ve bu kaybın fiyatını da amasız fakatsız ödemektedir. Josef önce onu sonra kendini vurur, arkada benzin bidonlarıyla bekleyen askerler tarafından cesetleri hemen yakılır... 

Josef Göbbels ile birlikte sığınaktan çıkarlar. Berlin artık düşmek üzeredir. Müthiş bir sahnedir. Josef silahını çeker, bir süre birbirlerine bakarlar. Kadının son derece mağrur bir duruşu vardır. Hiçbir şeyden pişman değildir. Bu filmi iki yılda tam 4 kere gördüm, daha da göreceğimden başka...

Bunlar nazi ama bu insanlara bakınca tanımak talihsizliğine uğradığım insan müsveddesi bazı devrimcileri hatırlıyorum. Nazi bile olsa kişilikli insan benim için ayrı bir öneme sahiptir. 

Aklıma Andre Malraux 'nun İnsanlık Durumu romanındaki bir belirleme gelir. Sorumlu mevkideki bir adam rakiplerini takdir etmektedir: Onları yakalamayı, uzun uzun konuşmayı, onları tanımayı, sonra da hepsini kurşuna dizdirmeyi çok isterdi... 

Düşman bile olsa kişilik sahibi olanı takdir etmemek mümkün değildir. 

3 Eylül 2009