1982

1981 yılı benim için şokla başladı. Suriye’nin Bassit köyünde bir tatil evinde ülkeden gelen birkaç yoldaş kalıyordu. Ek olarak başka bir ev daha vardı. Teksir makinemiz de yakında olacaktı. O civarın bölge valisi sayılan Cemil Esad –Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşi- her türlü ihtiyacımızı karşılıyordu. Önce Suriye’nin bize olan ilgisini anlamadım. Zaten beni şoke eden de başka bir konu vardı. Kendimizi 1977 yılının anılarıyla oyalıyorduk ama, artık adı büyük kendisi hayli küçük bir örgüt durumundaydık. Burada küçüklükten kasıt sayı değildi, kadromuz kalmamıştı. Evlere şenlik bir politikbüro kuruldu. Türkiye’de örgütlenme sorumlusu, sonraki adıyla “pavyoncu” olarak bilinen bir arkadaştı. Devrimci sempatizanken bir pavyonda kavgadan içeri girmiş, Konya Cezaevi’nde bizimle birlikte kalmıştı. Buraya kadar bir şey yok, insan şu veya bu kökenden gelir ama sonra devrimci olabilir. Ne ki, bu arkadaşta yüzeysel bir bilincin ötesinde bir şey yoktu ve kendisini geliştirmek gibi sorunu da bulunmuyordu. Hayatı boyunca on kitap okumuş muydu, tartışılır. 

Ülkeye gidebilecek, aranmayan başka kimse yok. İnsan aranırken de ülkeye gidip gelebilirdi, ama özellikle geçmişte kitlesel olduğumuz iddia edilen güney bölgesine de bu arkadaş gidecekti. Kuşkusuz bütün örgüt oradakilerden ibaret değildi, ama sorumlular ortada, benim dışımda herkesin gelmiş olduğu yer güney bölgesiydi ve  bu bölgedeki durumumuzun gerçekte ne olduğununu ortaya koyuyordu. Bu bölgedeki “kitlesel” örgütlenme büyük bir abartıdan ibaretti. 1977-1980 arasında ülkede hızla yükselmiş olan sınıf mücadelesinde gerilerde kalmiştik. Eskiden de adımızdan daha küçük bir örgüttük ama artık arada hiç bir denge kalmamıştı. 
            
Bu zayıflık içinde dönüşüm gibi ağır bir sorunumuz da vardı. Ülkede koşullar radikal biçimde değişmişti. Devrimci hareket dağılmıştı. Bizim de durumumuz ortadaydı. Toparlanıp yeniden örgütlenmemiz öncelikle teorik açıklığa bağlıydı. Klasik kitle çalışmasına ağırlık vermemiz gerekirken, o sırada ülkeden gelen yoldaşların kafalardaki genel fikir silahlı propaganda idi. Nasıl yapılacak, hiç bir somutluk yoktu. Hapishanede iken yazılan ve dışarıya çıkarılan yazılar ya okunmamış, okunmuşsa da anlaşılmamıştı. 
            
Bu arada Hatay’dan birkaç ilişki daha geldi. Eğitip geri gönderecektik, ama bunlar daha kişiliği doğru dürüst oluşmamış çocuk yaşta insanlardı. Aradan biraz zaman geçince Suriye’nin bize olan ilgisinin nedenini anlamaya başladım. Suriye, Hatay’ı kendi toprağı olarak görüyor, bu nedenle de oradan gelen Arap kökenli devrimcileri kendinden sayıyordu. Ek olarak, gelenlerin büyük çoğunluğu Alevi kökenliydi, Suriye’de de Aleviler yönetimdeydi. Hiçbir devlet başkasına karşılıksız birşey vermez. Suriye’nin de yakın işbirliği beklentisi vardı. Hatay’da Suriye yanlısı bir örgüt hiç fena olmazdı. Hatay’daki gücümüzün de bire bin katılarak anlatıldığını anlamak zor değildi. Ne ki, elini verdin mi kolunu geri alamıyorsun. Arapça anlamıyordum ama Şıh’ın (1982 ayrılığında öldürülen Müntecep Kesici) itirazlarından Cemil Esad ile ilişkinin çığırından çıktığını anlamak zor değildi. Müntecep, “Biz komünistleri hapse atan, onlara zulmeden birisiyle işbirliği içindeyiz” diyordu, karşı taraf ise “biz onu kullanıyoruz” diye cevap veriyordu. İngilizcemle biraz bağlantı kurmuştum. Suriye KP’si iki bölümdü. Yönetimi destekleyen bölüm legaldi, sınıf mücadelesinden söz ederek yönetimi eleştiren kesim ise ya hapiste ya da yeraltındaydı. Her gün birkaç kez bazı tipler gelip bizimkilerle uzun uzun konuşuyordu. Arapça bilmiyordum ama gelenlerin gizli polis Muhebarat olduğunu anlamak zor değildi. 
            
Bu arada belirgin bir dışlanma gittikçe daha açık görünüyordu. Birkaç kişi hemen Suriye vatandaşlığını kavuşmuş ve geniş hareket imkânına sahip olmuşlardı, aralarında tabii ki ben yoktum. Cemil Esad’ın kaldığı Kırdaha köyünde Arapça kursu vardı. Hem ben hem de Adana’dan gelen arkadaşlar için bu kurslar çeşitli gerekçelerle kapalı tutuluyordu. Sorun yaratabilecek olanların hareket ve dil imkânına kavuşması istenmiyordu. 
             
Buradan bir an önce gitmek fikri kafamda iyice şekillendi ve kısa süre sonra Fransa’dan bir arkadaş gelip orası için bir kişi istedi. Hemen talip oldum, hemen razı oldular. Maceralı bir yolculukla Paris’e geldim.

1981-1982

Bu dönemde Paris’i 2001 yılında Ütopya Yayınları’nda çıkan Paris Ev İşgalleri kitabında anlattığım için oldukça özet geçeceğim. Paris’te Haziran 1981’de birkaç kişiyle başlayıp örgütten ayrıldığım Ağustos 1982’ye kadar bir kitle hareketi durumuna geldik. Atölye işgalleri, apartman işgalleri, özellikle bu işgalin Türkçe ve Fransızca basına yansıması, Fransız televizyonlarında haber olmamız, Paris’te dergi çıkarmamız... Bu dergileri Suriye’ye de göndermiştim. O zamanki Paris Belediye Başkanı –daha sonra Devlet Başkanı- Chirac ile mahkemelik olduk ve mahkemeyi kazandık. Hayli yoğun bir dönem yaşadık. 

Bir silahlı mücadele örgütünün dönüşümü meselesi bu pratikle birlikte yeniden gündeme geldi. Silahlı propagandanın halk savaşı için gerekli olan politik tecriti sağlayamadığını görmüştük. Bunu sadece biz değil Latin Amerika gerilla hareketleri de yapamamıştı. Geçmişimize dayanarak ve geçmişimizden gerekli olanları alarak dönüşmemiz gerekiyordu. Paris’te bunu pratik olarak da yapmıştık. 

Burada yapılanlar başka yer için örnek olamazdı, ama yabancısı olduğumuz bir alanda bile başarı kazanmıştık. Silahlı propaganda dışındaki mücadele biçimlerinde de hiç fena değildik. Tabii ki geçmişten gelen özelliklerimiz, teorik düzeyimizin iyi olması, öğrenmeye ve farklı düşünmeye açık olmamız da bu başarıda önemli rol oynamıştı. Türkiye devrimci hareketinin çok sayıda kadrosu akın akın Avrupa ülkelerine geliyordu. İsrail’in Lübnan saldırısından sonra Filistin kamplarındaki Türkiyelilerin de  büyük oranda boşalması söz konusuydu.Yıllarca burada kalacağımız görülüyordu. Yeniden örgütlenmemiz, Avrupa ülkelerinde bulunan yaklaşık 3 milyon Türkiyeli işçiyle bağlantımızı geliştirmemiz ve ülkedeki ilişkilerle yeniden daha iyi kurmamız gerekiyordu. Hepsi tamam da, teori ve örgüt ne olacaktı. 1981 sonunda Mihrac Ural Paris’e gelmiş, kendisi dışında çıkarılan yayınlardan hiç hoşlanmadığını belli etmiş ve teorik konularda eski görüşlere ters düşmemek gerektiği düşüncesinde olduğunu söylemişti. Bir şeye inanıp başka bir şey söylemek benim için olacak şey değildi. 
            
Biraz düşününce sorun büyüyordu. Barışçı yolun reddedilmesi ve şiddete dayanan devrim, sovyet yanlısı olmak, dışa bağımlı kapitalist ülke, kapitalizmi hedef alan yanı ağır basan demokratik halk devrimi, yasadışı örgütlenme... Silahlı propagandayı çıkardığınız zaman geriye esas olarak bunlar kalıyor. Bunlar da 1979’da Selimiye Cezaevinde aynı koğuşta yattığımız ve bütün yayınlarını okuduğum Emeğin Birliği (sonraki adıyla TKEP) ile oldukça yakın görüşlerdi. 

1982 başlarında TKEP ile aramızda İttifak Bildirgesi imzalanmıştı, her alanda işbirliği ve gelecekte tek örgüt olunması hedefleniyordu. Ne ki, bu ittifaka Ortadoğu’da zorunluluk sonucu girdiğimiz belliydi. Mihrac kendi ağzıyla söylüyordu; kimse bizi ciddiye almıyor. Normal, Suriye’deki gücümüzün başlıca kaynağı Muhaberat’ın desteği, bunu da herkes görüyordu. Bu ittifak sonraki aylarda kurulacak Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’ne girmemizde de rol oynadı. 
            
1982 yazına doğru aramızdaki çelişki iyice keskinleşti. Suriye’den “şöyle yapın, böyle yapın” diye emirler geliyordu. İstenenler yaşadığımız alana uygun değildi ve yapılmıyordu. Bu örgütün artık tarihe karışması gerekiyordu. Normali bunun aşamalı olarak yapılması, arkadaşlarımızın mümkün olduğu kadar ikna edilmesiydi. Bu ikna teoriyle birlikte pratikte de yapılabilirdi. Sonuçta başarılı pratik güçlü bir ikna özelliğine de sahiptir. Ama Politbüro ile çelişki keskinleşirse ayrılacaktım ve “baş ol da soğan başı ol” gibi bir anlayışım olmadığı için ayrı örgüt de kurmayacaktım.  Bu arada Almanya’daki arkadaşların çağrısıyla bu ülkeye gittim. Durum felaketti. Herkes şikâyetçiydi. 

Başka ülkede de olsa iyi bir Avrupa deneyimim olduğu için pratik çözümler üretmek zor olmadı ve ipleri koparan üç gelişme oldu. 

Birincisi:  Kısa süre önce yapılan ve adına “kongre” denilen toplantıya o sırada pasaportum olmadığı için gidememiş, ama ......’ın kendi başına davranışlarını eleştiren ağır bir mektup yazmıştım. Genel Sekreterimiz benim Almanya’ya geldiğimi duymuş, her yere telefon ediyordu. Sonunda beni buldu ve hemen Fransa’ya dönmemi istedi. “İşim ne zaman biterse o zaman dönerim” dedim, ama bu telaş bana gerekeni anlatmıştı. Bu iş bitmişti ama benim haberim olmamıştı. Başka bir yere gittiğim anda büyük telaş ortaya çıkıyordu. 
            
İkincisi:  Almanya sorumlusu ile aylarca mektuplaştık. Politik görüşlerimizi sorar ben de uzun uzun yazardım. Kongreye gitti ve “ideolojik büro üyesi” olarak geri döndü. Adam Hataylıydı, sorun çıkarmazdı, bu da yeterdi zaten. Orada kararımı verdim. İsterse tek başıma kalayım, böyle bir maskaralığın içinde bulunmayacağım. 
            
Üçüncüsü:  Politik mücadeleyi temel kabul ediyoruz ve buna da silahlı propaganda diyoruz. Örgütümüz teorik olarak yeni yönelimini böyle saptıyordu. Üzerinde konuşmaya gerek görmüyorum. Suriye’den iki kişi Avrupa’ya gildi. Önce insanları ikna için bir Almanya turu yaptılar. Ellerinde 17 sayfalık bana cevap yazısı vardı. Tam bir küfürname...   
            
Bu sırada Suriye’den başka bir haber daha geldi. Müntecep’in de içinde bulunduğu çoğu Adana’dan gelen arkadaşlarla çelişki keskinleşmiş ve ayrılmak üzerelermiş. Onlar konunun bana göre daha fazla içindelerdi. Eleştirileri öz itibariyle şöyleydi: “Biz, Suriye’nin Türkiye devrimci hareketi içindeki uzantısı durumuna geldik. Örgüt Suriyelileşti...” 
            
Fransa’ya gelen “pavyoncu” ve Genel Sekreter Yardımcısı Salih ile hemen yolları ayırdık. (Ayrıntılar yukarda adı geçen kitaptadır). Paris ve Almanya’daki arkadaşlarla ayrı bir örgüt olmayıp TKEP’e geçme kararımıza hayli şaşırdılar. “İttifak’a karşı değiliz, sürebilir” de dedik. 
            
Suriye’de ayrılan arkadaşlardan birisine telefonla ulaştım. Birlikte hareket etmeyi baştan beri istiyorlarmış ama TKEP konusu sürpriz oldu. O sırada oldukça pahalı olan telefonda uzun uzun konuşma olanağı yoktu, “kararınızı kendiniz verin ama biz böyle yapıyoruz” dedim. 

Konu kanlı ama çabuk çözüldü. Müntecep öldü, iki arkadaş Muhaberat’ın da desteğiyle kaçırıldı. FKBDC işe karıştı, ayrılan herkes aynı yere geldi, ama film bitmedi. 

Genel Sekreter bu darbeyi kaldıramadı ve TKEP’ten benimle Suriye’den bir arkadaşın partiye alınmamasını istedi. “Her şeye kabul, ama bu ikisini hiç olmazsa 6 ay almayın. 

Hem Suriye’de hem de Fransa ve Almanya’da aleyhimde yürüyen kampanyayı umursamıyordum. Azçok tanınan bir insanım, Paris’teki pratiğim de ortada, ötesi önemli değil. Partiye alınmama konusunu da önemsemedim. Komünistlerin birliği çağrısı yapan bir partinin 1980 sonrası Türkiye devrimci hareketindeki ilk büyük ve gürültülü ayrılık sonrasında böyle davranması mümkün değildi. Avrupa ülkelerindeki tabanlarını da tanıyordum. Sempatizanları vardı, örgütlenmeleri yoktu. Bu alandaki yetkinliğini göstermiş insanlara hayır demesi kendi menfaati açısından mümkün değili. Nitekim de öyle oldu. “Orada kalmanızı isterdik ama orada yaşamanız mümkün görünmüyor. Her durumda ayrılacaksınız. O zaman bize gelin.“ dediler. 

Genel Sekreter bu işe çok kızmış olacak ki, yaklaşık 5 yıl sürecek TKEP’e saldırı kampanyasına başladı. TKEP’in milliyetçiliği mi, şovenliği mi kalmadı, artık ne aklınıza gelirse... Hem birlikte ayrıldığımız arkadaşlara hem de TKEP MK’sından görüştüğüm insanlara ısrarla ayrı şeyi söyledim. Sakın cevap vermeyin. Bu ayrılığın altından kalkamazlar. Biraz bekleyin göreceksiniz. 

Tek yapılacak iş, burada başarılı olmak. Önceki örgütten insanların gözü bizde ve başarılı olursak çoğu ayrılacak. 

Öyle oldu. 1988’de Paris’te 50 kadar kişinin katıldığı bir toplantı yaptık. Çoğu Antakyalıydı ve ayrılıyorlardı. Daha önce de tek tek insanlar ayrılmıştı. 

26 yıl sonra ...

1982’den bu yana 26 yıl geçti. Bu süre içinde kimler hangi performansı göstermiş, neler yapmış, ortadadır, konuşmaya gerek olduğunu zannetmiyorum. 

Bu süreçle ilgili yöneltilen ve yukarıdaki metinde cevaplanmayan birkaç soruyu daha var: 

Birincisi:  1982 yılıyla ilgili olarak bana 7-8 yıldan beri hem soru soruluyor, hem de karşılaştığım ve yıllardan beri ilk defa gördüğüm bazı arkadaşlar serzenişte bulunuyordu. Niye ayrıldın? Gitmeseydin bu kadar rezil duruma düşmezdik. Süreci anlattım ve ben de bir soru sormak istiyorum. Bazı arkadaşlarımız neyin ne olduğunu anlamak için neden 15 hatta 20 yıl beklediler? THKP-C (Acilciler) sadece benim örgütüm değildi. Herkesin bu örgütün gelişiminde sorumluluğu vardı. Bu nedenle, geçmişin değerlendirilmesinde herkesin kendisine de bakmasında yarar vardır. 
            
İkincisi:  Acilciler, HDÖ, Devrimci Savaş tarihe karışan örgütlerdir. Aynı süreci Latin Amerika gerilla hareketi de yaşadı. 1982 olmasaydı, ayrışma yaşayarak ve fire vererek de olsa daha yavaş ve daha fazla insanı içine katan bir dönüşüm yaşayabilirdik. Bu sürecin dışında olan bir bölüm arkadaş da bu dönüşümü yaşadı. Diğer türlü yaşansaydı daha organize ve daha fazla olunabilirdi. 
           
Üçüncüsü:  Bir arkadaş, “mücadeleyi kaybedeceğiniz için mi ayrıldınız?” gibi ilginç bir soru sormuş. Haklısın. Suriye’de Muhaberat ile mücadeleye girecek değildik. Başka bir alanda kendimize yer açtık. Bu alan, Türkiye devrimci hareketi için yurtdışında geleceği olan alandı ve karşımızdakiler tutunamadılar bile.   
            
Dördüncüsü:  Bir başka arkadaş 1982’de ayrılanların azınlıkta olduklarını düşünüyor. Hiç itirazım yok. Çoğunluğu seve seve öteki tarafa bırakırım. 26 senelik süreç ortada... 
            
Son olarak şunları ekleyebilirim:  Eğer 1982’de ayrılmasaydım, bugünkü kişi olamazdım. Zaman ve enerjimin önemli bölümü sürekli beni engellemeye çalışan bir insanla uğraşmaya giderdi. Sonuçta diyelim 15 yılda bu mücadele kazanılırdı, ama ne pahasına? Siz de yüzde 70 oranında biterdiniz. Bunun için değmezdi! Kazanmanın anlamı varsa kazanmaya çalışırsınız, yoksa enerji ve zamanınızı daha verimli işlerde harcamanız daha iyi olur. 
            
Ben de herkes gibi aradan geçen 26 yılda çok şey öğrendim, ama bugünkü anlayışımla bile 1982’de yine aynı kararı verirdim. Benimle birlikte davranmış olan hiç kimseden de tersine bir değerlendirme duymadım. 1982’de önümüzde büyük bir alan açıldı. Ayrılan, zamanını ve enerjisini bu alana veren herkes, yetenekleri oranında gelişti. “Ben iyiyim” gibi bir iddiası olan için teori ortada, pratik ortada. Yaparsınız, herkes görür ve “iyi” de böyle olunur. 

4 Ocak 2009