SOL İÇİ ŞİDDET VE DEVRİMCİ KANI


1974-1980 döneminde ülkemiz devrimci hareketinin önemli özelliklerinden bir tanesi de sol içi şiddettir. Bu tespiti o dönemde sol içi şiddetin başlamasında önemli katkısı olan Mustafa Kaçaroğlu’nun Kurtuluş dergisinde yapmış olması önemlidir. 12 Eylül 1980 öncesindeki geçmişine bir türlü açıkça bakmaya yönelemeyen devrimci hareket için önemli bir adım sayılır. 

1974-1975’te Ankara’dan hatırlarım: Kaçaroğlu yanında silahlı kişiler olduğu halde SBF yurdunu basar, “Devrimciler bu tarafa, faşistler bu tarafa ayrılsın!..” der. Faşistler dediği o sırada yeni kurulmuş olan AYÖD (Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) ve daha sonra Devrimci Yol adını alacak olan grup etkinliğidir. Aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra şu tür değerlendirmeler duydum: O dönemin iki büyük grubu, Devrimci Yol ve Kurtuluş, anlaşabilmiş olsalardı, sol içi şiddet de olmazdı. 

Abartılı bir değerlendirme. 1974-1980 döneminde solun bu iki büyük grubu arasında çok sayıda şiddet olayı yaşandı. Aralarındaki sorunlar şiddet boyutuna tırmanmasaydı iyi olurdu ama diğer gruplar arasındaki şiddeti de ortadan kaldırmazdı. Halkın Kurtuluşu ile İGD adasındaki, değişik Kürt örgütleri arasındaki şiddet olayları verilebilecek ilk örneklerdir. 

“Devrimci hareket 12 Eylül sonrasında neden önemli bir direniş gösteremedi?..” sorusu, bu nedenle anlamsız bir sorudur. 12 Eylül öncesindeki duruma bakarsanız, neden önemli bir direniş sergilenemediğini de anlarsınız. 

Biz ise, örgüt olarak (aynı kökenden gelme üç örgütü, Devrimci Savaş, HDÖ ve Acilciler’i kastediyorum) sol içi şiddete ne oranda bulaştık? Kavgaları saymıyorum, yaralama ve ölümlerden söz ediyorum. Bildiğim kadarıyla iki olay var: 

Birincisi, 1976 yılında İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’ndedir. Daha sonra Akademi Kitabevi’nde bulunacak bir arkadaş, Muzaffer, bir Halkın Kurtuluşu taraftarı tarafından bıçaklandı. Bıçaklanma dediysem, kalbinin biraz yanından, kolundan ya da bacağından değil... 

“Bizim Halkın Kurtuluşu ile ne işimiz olabilir?..” diyeceksiniz. Doğrudur, herhangi bir işimiz yoktu. Birbirine çok uzak örgütlerdik. Ancak o dönem değişik sayıda örgüt tarafından uygulanan bilinen kuraldır: Bir yerde örgütlenmek istiyorsan, ilk yapacağın iş, orada etkin olan başka bir örgüte saldırmaktır. HK de bunu yaptı. Buna karşı ne yaparsın? Herifi temizlesek, bu tür işlere karşıyız. Kınamakla yetinsek, bunlar anlamaz, korktu sanıp büsbütün üstümüze gelirler. “Birkaç gün geçsin, gerekeni yaparız!..” diye düşündük, bu arada da bu gerekenin boyutu üzerinde düşünüyorduk. Büyük ihtimalle vuracaktık ama öldürücü olmayacaktı. Herif birkaç gün sonra ortadan kayboldu. İstanbul’da değişik alanlarda soruşturduk, bu kentten kaybolmuştu. Muzaffer iyileşti, biz de o yoğunluk içinde bu olayın daha fazla peşine düşmedik. 

İkinci olay, 1977 veya 1978’de Balıkesir’dedir. Bu bölgede sorumlu durumda olan Celal adlı bir arkadaş aynı kentte Halkın Kurtuluşu’nun sorumlusunu öldürür. Bu olayı duydum, neden böyle yaptı, nedeni hakkında herhangi bir bilgi edinemedim. Tahmin etmek zor değil. HK son derece provokatif bir örgüttür. Onların provokatif davranması sizin de o provokasyona gelmenizi gerektirmez tabii. 

Bizimle ilgili başka olay bilmiyorum. Farklı örgütlerle çok sayıda kavga çıktı, ancak bunları devrimcilere karşı şiddet kapsamında almıyorum. O dönem belirleyici olan, devrimcilerin birbirlerini yaralaması ve öldürmesi olaylarıydı. Devrimci Yol ile teoride ve örgütlenmede o kadar sürtüşmemize rağmen aramızda silahlı çatışma çıkmaması –olumlu anlamda da olsa- hayret vericidir. Onlar da bu konuda sorumlu davrandılar, biz de davrandık. 

12 Eylül öncesinde sol içi şiddete pek bulaşmamış olan bizler için, 12 Eylül sonrasında aynı belirleme yapılamaz. 12 Eylül 1980 sonrasının ilk üç sol içi cinayeti bize aittir: 

HDÖ’den Ali Çakmaklı, Adana’da 12 Eylül’den kısa süre sonra Acilciler tarafından öldürüldü. Bu eylemin emrinin Mihrac Ural tarafından verildiği, Ali Çakmaklı’yı “MİT ajanı” ilan eden “Karanlık Adam” başlıklı bildirinin yine aynı şahıs tarafından 1980 yılının yaz aylarında Adana Cezaevi’nde yazıldığı açık olarak biliniyor. 

Almanca’da Schreibtischtäter diye bir deyim vardır. Masabaşı suçluları anlamına gelir. Nazi döneminde masa başında kararı veren ve uygulanması için SS subaylarına havale eden nazi yöneticileri için kullanılır. 

Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi de böyle oldu. Kararı Mihrac Ural verdi. Neden verdi? Ali Çakmaklı, Adana gibi örgütün oldukça gelişmiş olduğu bir bölgede, örgüt içi ayrılıkta HDÖ saflarında kalmıştı. Bu nedenle bir gerekçe bulunarak öldürülmesi gerekiyordu. Gerekçe ararsanız bulursunuz. Ali Çakmaklı için de “MİT ajanı” gerekçesi bulundu. Bu gerekçe, daha sonra, Cephe Dergisi’nde Mihrac Ural tarafından açıkça da yazıldı. Bu site yayına başlayıp konuyla ilgili açıklamalar da birbirini kovalayınca Mihrac Ural baktı ki, pabuç pahalı. Hemen “Ali Çakmaklı’yı biz öldürmedik. Öldürülmesine yanlışlıkla sahip çıktık!..” diye açıklama yaptırdı. Okuyanlar da hemen inandılar zaten!.. 

Arkasından 12 Eylül sonrasının ikinci sol içi cinayeti, Nebil Rahuma’nın öldürülmesi gelir. Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin ardından “üç gün bayram” ilan eden Mihrac Ural, etrafa, herkesin duyabileceği şekilde, “Dikkat edin, bunlar (HDÖ kastediliyor) Nebil’e bir şey yapmasınlar!..” der ve Nebil’e haber gönderilmesini ister. Nebil, o dönemde, HDÖ saflarında yerini belirlemiştir. “Başka bir örgütteki kişi bunu neden bu kadar ilgilendiriyor?” diye sorarsanız, cevap basittir: Nebil Rahuma hedef gösterilmektedir. 

Mihrac Ural, 10 Mart 1978’deki “resmi yakalanmasında” (böyle diyorum zira muhtemelen daha önce Samsun ya da Bursa’da yakalanmış ve serbest bırakılmıştır) polisle anlaşmış ve polise verdiği çok sayıda bilginin yanı sıra Nebil Rahuma’yı da yakalatmıştır. “Şöyle direndim, böyle direndim” hikâyeleri anlatan ve başka bir özelliği de bulunmadığı için her şeyini bu masal üzerine kuran Mihrac Ural, Nebil Rahuma’nın öldürülmesinden en kazançlı çıkacak kişidir. Bu nedenle Nebil’i hedef gösterir. Nebil Rahuma, HDÖ tarafından öldürülür. Bu cinayetin belirleyici nedeni, Ali Çakmaklı cinayetine misilleme yapılmasıdır. 

Üçüncü cinayet, 1982 sonbaharında Suriye’de Müntecep Kesici’nin öldürülmesidir. Müntecep Kesici, örgütün Suriyelileştirilmesine karşı çıkarak ayrılmak üzere olan grubun önde gelen kişilerinden bir tanesiydi. Mihrac Ural tarafından hazırlanan bir provokasyon sonucu ve “kaza” sürü verilerek öldürülür. Öldüren kişiye hiçbir şey olmaz, ne de olsa arkada Muhabarat vardır. Müntecep’i öldüren silah ise Mihrac Ural tarafından “kişisel silah” olarak kullanılmaktadır. 

12 Eylül sonrasındaki sol içi cinayet dalgası, daha sonra; Hanna Maptunoğlu, Sami, Yusuf ve öteki arkadaşlarla devam edecektir. 

Mihrac Ural’ın öldürülmelerinde doğrudan ya da dolaylı rol aldığı devrimcilerin sayısı on kişidir ve bunların tümü de 12 Eylül 1980 sonrasında öldürülmüşlerdir. 

Mihrac Ural, 12 Eylül sonrasında devrimcilerin öldürülmesinde “öncü” durumdadır ve bu özelliğiyle ne kadar övünse azdır! Onun derdi oligarşi ile değil, kendisine karşı olan devrimcilerledir. Muhabarat ile ele ele vererek devrimcilere saldırmakta mahzur görmemiştir. Bugün bile, elinden gelse, aynısını yapar. Ne çare ki, Suriye’de öldürebileceği kimse bulunmuyor. Suriye dışına çıktığı anda ise başına ne geleceğini biliyor. Zalimlerin döktüğü kan, bir gün onları boğacaktır. 

11 Nisan 2010