MÜNTECEP KESİCİ


Müntecep’i 1980 yılının son günlerinde, Suriye’ye sınırdan geçerek geldikten birkaç gün sonra, tanıdım. Bassit Köyü’nde idik. İki ayrı ev vardı ve Müntecep bizimle aynı evde kalıyordu. Bu ev hikâyesinin hikmetini daha sonra anlayacaktım. 

Mihrac Ural her yerde ve her zaman kendisine özel yerler ayırır ve insanları da buna göre sınıflandırmaya çalışır. Evlerden bir tanesi sahilde sayılırdı. Yazlık iki katlı bir evdi ve yazın Suriye’nin sayfiye yeri olan Bassit’e akın eden tatilcilere kiralanıyordu. Bu evlerden birisini Cemil Esad bizim kullanmamız için vermişti. Burada hatırladığım kadarıyla üç kişi kalıyordu: Adil, Zekeriya, Ahmet Erenler ve 1982’de sınırda şüpheli bir şekilde öldürülen Ahmet Çolak. 

Öteki evde ya da biraz tepede olan ve Ebu Malik’ten kiralanmış olan evde ise yeni oluşturulmuş sözüm ona Politikbüro (Mihrac, Ali, Salih, Zafer ve ben) ile Müntecep hep birlikte kalıyorduk. Zafer o sırada henüz gelmemişti. Müntecep’in Adanalılar diye bilinen ötekilerle fazla ilişkisnin olması istenmiyordu anlaşılan. Yoksa evler birbirine uzak değildi ve bizim bu kadar kişi küçük bir evde tıkış tıkış kalmamızın anlamı da yoktu. 

Müntecep’te başlangıçta beni şaşırtan, gösterdiği büyük ilgiydi. Mihrac’ın alttan alta bana karşı yürüttüğü propagandanın tam olarak olmasa da farkındaydım ve bir Antakyalının bunu hiç ciddiye almamasına doğrusu şaşırmıştım. Sabah kalkınca yaptığı ilk iş evin önünde bir ağaca bağlı olarak duran trapeze asılıp sallanmaktı. Aradan biraz zaman geçince Mihrac’ın Müntecep’ten çekindiğini gördüm. 

Kaldığımız ev hemen her gün sivil ziyaretçilerle doluydu. Arapça anlamıyordum ama gelenlerin sivil polis olduklarını anlamak zor değildi. Bazıları üst düzeyde olmalıydı, zira oldukça tecrübeliydiler. Bir tanesi evdeki dergi ve kitapları şöyle bir karıştırdı. Karıştırma tekniğinden bu işi fazlasıyla yapmış olduğu hemen anlaşılıyordu. 

Mihrac evde olmadığında sordukları kişi sadece Mihrac’tı. “Veyna Ali?” yani “Ali nerede?” Mihrac Ural’ın Suriye’deki adı Ali idi. Kısa süre sonra Cemil Esad’ın emriyle vatandaşlığa alınınca Ali Kasım olacaktı. Bu sivil kişiler Arapça bilmesine karşın Müntecep ile konuşmazlardı. 

Ev sahibi Ebu Malik’in (Suriye Araplarında kadın aşağı bir cins olarak görüldüğü için baba, büyük erkek çocuğun adıyla anılır. Kız çocuğu ciddiye alınmaz. Ebu Malik ya da “Malik’in babası” diye adlandırılır.) damadı Suriyeli bir komünistti. Suriye Komünist Partisi ikiye ayrılmıştı. Bir bölümü Hafız Esad yanlısıydı, öteki bölüm ise muhalifti. Bu ikinci kesim sürekli takip altındaydı. Yakalandılar mı, gördükleri işkenceden sonra uzun süreli olarak hapse atılıyorlardı. Bunları, İngilizce olarak konuştuğum ve adını hatırlamadığım bu arkadaş anlattı. Birkaç arkadaşıyla da beni tanıştırdı. Açık vermiyordu ama anladığım kadarıyla komünist partisinin Hafız Esad’a muhalif kesimindendi. 

Önceden de anlatmıştım: Ebu Malik’in damadının arkadaşlarından bir tanesi bana, Türkiye’nin 12 Eylül döneminde bile Suriye’den daha demokratik olduğunu anlattı ve bu durum beni çok şaşırttı. “Sizde göstermelik bile olsa mahkeme var. Bizde o da yok. Hapse bir girdin mi, ne cezanı bilirsin, ne de başka bir şey. Keyifleri ne zaman isterse o zaman çıkarsın.” 

Suriye Komünist Partisi’nin muhalif kesiminin sorumlusu – dediklerine göre – yıllardan beri içerdeydi. Ne ile suçlandığı bile belli değildi. 

Aradan yaklaşık iki ay kadar geçti ve Müntecep sürekli itiraz etmeye başladı: Komünistlere işkence yaptıran, onları hapse attıran Cemil Esad ile bu kadar yakınlaşmak doğru muydu? Bizim bu tip insanlarla ne işimiz vardı? Herkesin ortasında Mihrac’ın yaptıklarına bağıra bağıra itiraz ediyordu. Mihrac ve Zafer’in yanıtı ise şöyleydi: “Biz onu kullanıyoruz. Bize bu kadar imkHan sağlıyor.” 

Durum daha o zamandan ortaya çıkmaya başlamıştı. Örgüt tehlikeli bir şekilde Cemil Esad’ın ve Muhabarat’ın kucağına oturtulmaya başlamıştı. Ben hiçbir şeye karışmıyordum. Karışsam da bir şey yapamayacağımı anlamıştım zaten. Tek düşüncem vardı, buradan gitmek. “Bu insanlarla bir yere gidilmez” düşüncesi kafamda belli belirsiz de olsa oluştu. Buradan git, ayağını basabileceğin bir yer bul, ötesi gelir!.. 

Açık bir tecrit pozisyonunda bulunduğum belliydi. Mesela, Cemil Esad’ın köyü Kırdaha’da, o sırada Cemil’in sekreteri olan Malak Fadal (o zamanki adı Faize idi) Arapça dersleri veriyordu. Mihrac benim Arapça derslerine katılmamı engellemek için sürekli gerekçe uyduruyor, Bassit’te yapacak bir sürü işimiz olduğundan söz ediyordu. 

Bunun nedeni basitti: Arapça öğrenirsem bakarsınız Muhabarat onu değil beni tercih eder. Korkusu açıkça buydu. Kendisinden daha eğitimli ve zeki olduğumu biliyordu. Ben Muhabarat’ın isteklerine uyacak birisi değildim ama, Mihrac’ın korkusu buydu. Kişi kendisi neyse herkesi de öyle sanıyor ne de olsa. 

Mihrac Ural’ın bu kadar hızlı bir şekilde gizli polisin kollarına atılmasının hikmetini o zaman anlayamadım. Yıllar sonra öğrenecektim ki, bu işin geçmişi de varmış. Herifin daha o günlerde bile devrimcilikle ilgisi yokmuş. Arapça dediğiniz öteki bütün diller gibi öğrenilebilecek bir dildir. Arapça harfleri okumasını 24 saatte öğrendim. Lazkiye’deki bütün levhaları okuyordum ama anlamlarını bilmiyordum. Mesela okuyordum, finduk... nedir bu? Otel demekmiş…

Gideceğim belli olunca Arapça öğrenmekten de vazgeçtim. Bir an önce buradan gitmekten başka düşüncem yoktu. Bir yıl sonra, ne kadar isabetli bir karar verdiğimi görecektim. Paris’te ayağımı yere bastım. Paris ev işgalleriyle 12 Eylül’ün darbeleri karşısında savunma bile yapamayan duruma düşen devrimci harekette önemli bir çıkış yaptık. Kendimiz dergi basıp dağıttık. Türkçe gazeteler de günlerce bu eyleme geniş yer verdiler. Artık “temel olan politik mücadeledir, biz buna silahlı propaganda diyoruz” gibi teorik soytarılıkların ön plana çıktığı bir örgütte yer almanın gereği de kalmadı. Bu insanlarla bir yere gidilemeyeceği açıkça belli oldu. 

Örgütün Araplaşmasını ve tümüyle Muhabarat’ın kucağına oturmasını orada kalan arkadaşlar daha yakından gözlediler. Paris’deki ve Almanya’daki ayrılık kısa sürede duyuldu. Mihrac ne kadar çabalasa da devrimci harekette benim adımın yanına bile yaklaşamamıştı. Bunun üzerine bir de bir Avrupa ülkesinde kazanılan büyük başarı gelmişti. 

Salih ve Zafer Avrupa’ya gönderildiler. Ayrılığı engelleyeceklerdi. Beceremediler. Engel olamayınca resmen provokasyona başvurdular. Sayımız onlardan epeyce fazlaydı. Onlar bir adım atsınlar, ben beş adım atarım, bunun da farkındaydılar ve provokasyonları da tutmayınca yapacakları bir şey kalmadı. 

Suriye’de durum başkaydı. Mihrac Ural, “onları izmarit gibi ezeceğim” derken bir şeylere güveniyordu ve bu güvenilen de Muhabarat idi. Antakyalılar üzerinde büyük etkisi olan Müntecep Kesici hazırlanmış bir provokasyon sonucu öldürüldü. Hemen ardından Ahmet Erenler ile Adil kaçırılarak Müntecep’in öldürülmesi onlara yıkılmaya çalışıldı. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi araya girdi ve kaçırılanlar serbest bırakıldılar. 

“Müntecep Kesici’yi öldürene ne oldu?..” diye sorarsanız, hiçbir şey olmadı. Muhabarat’ın himayesinde olunca ne olabilir ki... Müntecep’i öldüren silah da Mihrac Ural’da bulunuyor. Bu silah, Mihrac Ural’ın kişisel silahıymış aynı zamanda. Yakışır da yani.. 

1982’de Suriye’de olup biteni ancak altı yıl sonra anlayabilenler oldu. 1988’deki büyük ayrılmada, 1982’de tavrını Mihrac’tan yana koymuş ve ayrılmamış bir kişi (İmam), “Adamlar zamanında kellelerini ortaya koyup gerçeği söylemişler ama biz anlamamışız” diyordu. Gerçekten kastettiği, örgütün Muhabaratlaştırılmasıydı. 

1982’den beri Acilciler silahlı propaganda örgütü değildi, Muhabarat’ın denetimindeki bir Arap örgütüydü. 1988’de bu durum iyice ortaya çıktı.1982’de Suriye’deki muhalefetin durumu anlaşılabilir. Örgütün Araplaştırılmasına, Muhabaratlaştırılmasına karşı isyandır. 

Sonraki yıllardaki isyanları ise anlamakta zorluk çektiğimi belirtmeliyim. Suriye’de karşınızda, Mihrac Ural yoktur, Suriye’nin gizli servis örgütü Muhabarat var. Burada mücadele edemezsiniz. Kaçınılmaz olarak kaybedeceksiniz. Mücadeleye kazanmak için girilir. Suriye’de bu mücadeleyi kazanamazsınız. Sorun sadece Mihrac Ural olsaydı, kolayca başarı kazanırdık, ama karşımızda Muhabarat varsa başarı şansımız yoktur. 1983 sonrasında Suriye’de Mihrac Ural’a muhalefet yapmayı sürdüren ve bir bölümü de bu nedenle öldürülen arkadaşlarımızın bunu zamanında anlayamamış olmasını hayretle karşıladığımı belirtmeliyim. 

Müntecep Kesici’nin babası yıllardan beri Mihrac Ural’ın Antakya’ya dönmesini bekliyor. Sabırla bekliyor. Adamı daha fazla bekletme Mihrac... 

Seni bekleyen başkaları da var ama eminim ki anlayış gösterip sıralarını Müntecep Kesici’nin babasına vereceklerdir. 12 Eylül 1980 sonrasında sol içi cinayete ilk kurban giden Ali Çakmaklı idi. Ali Çakmaklı’nın idam fermanı olan “Karanlık Adam” bildirisini yazan Mihrac Ural’dır. 

İkinci devrimci hareket içi cinayet Nebil Rahuma’dır. Nebil Rahuma’nın öldürülmesinde Ali Çakmaklı cinayetine misilleme yapılmasının önemli payı vardır. 

Üçüncü cinayet Müntecep Kecici’dir. 

Hepsinde de Mihrac Ural’ın önemli payı bulunuyor. Bir an önce Antakya’ya dön Mihrac. Müntecep’in babası seni bekliyor... 

3 Nisan 2010