21 Nisan 2010 hapisten kaçmamın 30. yılıdır. 21 Nisan 1980 Pazartesi saat 9.00 – 9.10 gibi Dikilitaş’ın önünde cezaevi arabasından atladım. Sonrasını ve öncesini daha önce anlattım. Okumamış olanlar, www.ozgurmedya.org ’daki 21 Nisan 1980 başlıklı yazıma bakabilirler.
Bu yazıda hapishaneden kaçmakla ilgili farklı üç konu üzerinde duracağım:
Birincisi: Hapishaneden kaçmak, istemekle olmaz, genellikle tek başına da yapılmaz. En az birkaç kişinin çabalarını birleştirmesiyle olur. Bu birkaç kişi denilen bazen on – onbeş kişiye kadar çıkabilir. İyi bir planlama esas olmakla birlikte biraz da şans gereklidir. 21 Nisan 1980’de İstanbul’da faşistlerin ve polislerin cirit attığı bir yerde kaçmak zorunda kaldığımızda hepimiz orada ölebilirdik de. Trafik sıkışıklığında durup kalkan arabadan atlarken arkamızdan gelen arabalardan bir tanesi polis minibüsü de olabilirdi.
Dahası, kaçtıktan sonra doğru davranmanız ya da büyük yanlış yapmamanız gerekir. Cezaevi arabasından atlayanlardan Macit isimli arkadaş (Kurtuluş örgütündendi ve bir faşisti öldürmekten yargılanıyordu) gidip hemen yakındaki bir otobüs durağında beklemeye başlar. Bu arada arabanın önünde oturan astsubay duruma uyanır ve arabadan iner. Halkımız da askere yardımcı olmayı sever ya, hemen Macit’i gösterirler ve orada yakalanır.
İkincisi: Hapisten kaçmanın psikolojisi vardır. Sanılır ki, idamla ya da ağır ceza ile yargılanan ve ceza alacağı da belli olan herkes kaçmayı ister. Hiç de öyle değil! Bu konumda kaçmak demek, uzun yıllar boyunca yasadışı yaşamayı göze almak demektir. Bu nedenle bazı insanlara 10 – 15 yıl yatmak daha kolay gelebilir.
Üçüncüsü: Faruk adlı adamı unutamam. THKP-C Savaşçıları adlı örgütün önde gelen iki kişisinden biriydi. Diğeri, Zeki Yumurtacı idi. İlki ne kadar huzursuz ve sekter bir tipse, ikincisi de o kadar anlayışlı bir tipti. Cezaevinden kaçmanın da rekabeti olur mu, oluyor işte. Bizim koğuş (Acilciler, Devrimci Savaş, THKO, Kurtuluş, Üçüncü Yol) işbirliği yaptık ve kaçtık. Bizimle kaçanlardan ve Üçüncü Yol’dan Ramazan Yukarıgöz daha sonra Akyazı’daki bir soygundan sonra yakalanacak ve 12 Eylül’ün idam ettikleri arasında yer alacaktı. Aramızda hiçbir sorun olmadı. Herkes küçük ya da büyük neyi yapması gerekiyorsa onu yaptı. Kimsenin ötekilere önderlik yapmak gibi bir derdi de yoktu. Faruk öyle değil, ille de önder olacak. Kardeşim, kimin vasıtasıyla olursa olsun, cezaevinden çık da, ondan sonra önderlik mi yapacaksın, ne yaparsan yap! Normal bir insan böyle düşünür, iyi de karşımızdaki normal birisi değil…
Biz kaçtıktan sonra (cezaevi arabasında bulunanlardan üç adli tutuklu da bizimle birlikte kaçtı), o sırada hapishanede bulunan Hasan Yalçın’a gelir ve “Bizi burada bıraktılar, lümpenleri kaçırdılar. Bunun hesabını soracağız!..” der.
Hasan hoş adam, “Adamlar dışarıda, çık dışarıya sor!..” diye yol gösterir.
Faruk ve Zeki daha sonra Başgardiyan’a büyük para vererek kaçtılar ama kısa süre sonra yeniden yakalandılar. Polis, Zeki’yi “kaçarken öldürdü”. İşte bu Faruk aklıma hep Mihrac Ural’ı getirir. Önüne gelenle kavga eder, kimseyle geçinemez. Nedeni belli aslında: Faruk da kendisinin “lider” olduğunu sanan tiplerdendi.
Olabiliyorsan ol tabii, seni tutan mı var! Ama liderlik ikide bir “ben liderim” demekle olmuyor! Sonuçta ortaya kendisini lider sanan bir genel soytarı çıkabiliyor. Faruk yıllarca yatıp tahliye olduktan sonra “liderliği” bırakmış. Kendi tercihidir. Hiç olmazsa Mihrac gibi soytarı olmamış!..
Az daha unutuyordum: 20 Nisan'da Hz. Muhammed doğmuş, ben ise 21 Nisan'da ya da “Kutlu Doğum Haftası” içinde kaçmışım. Senin hakkından gelmem için bu bir dinî rastlantı mıdır?..
Ne dersin inançlı ateist!!
20 Nisan 2010