PARİS'İN ARDINDAN


Paris’teki toplantıdan bende kalanlar şunlar oldu: 

1) Güzel bir toplantıydı. Otuz yıldır görmediğim bir arkadaşı gördüm. Bazı arkadaşlar ile geçmişte görüşmüşüm ama ben hatırlayamadım. 

2) İllegal bir yapının büyüklüğünü kestirmek zordur. Son olarak küçük bir hareket olmadığımız, kitle olarak küçük ile orta arasında bir büyüklüğe sahip olduğumuz sonucuna ulaştım. Bu toplantı bunu yeniden kanıtladı. Bazı yerleri kimse gidip örgütlememiş, TDAS gidince örgütlenme olmuş. 

3) “Bu toplantıyı daha erken yapmalıydık, geç kaldık” saptaması yapıldı. Buna hem doğru hem yanlış diyeceğim. 

Evet, daha önce yapılması ve ardından başka toplantıların da gelmesi gerekirdi. Bu anlamda geç kaldık. Ama unutmayın, her ne kadar farklı özelliklere sahip de olsak, sonuçta solun bir parçasıyız. Ülkemiz devrimci hareketinden bağımsız olmamız mümkün değil. Onun değişik özellikleri bize de kaçınılmaz olarak değişik oranlarda yansıyacaktır. Çok geç kalmış bir solun içinde olan bizlerin de geç kalmış olması şaşırtıcı değil. 

O sol ki, daha kendi iç hesaplaşmasını bile yapamamış. O sol ki, 12 Eylül’de çakılıp kalmış. Kaldığı yerden ayrılamıyor. 12 Eylül öncesinin güzellemeleriyle vakit geçiriyor. “12 Eylül öncesi bu kadar güzel idiyse büyük bozgun neden yaşandı?..” gibi tatsız soruları duymak bile istemiyor. Duymasın, o duymayınca soru ortadan kalkmıyor. 

Biz ise bazı önemli adımlar attık. İçimizdeki haini ortaya çıkardık, marifetlerini, cinayetlerini, polisle işbirliklerini ortaya döktük. Bu anlamda bizim için 12 Eylül öncesi büyük oranda kapanmıştır. 

12 Eylül öncesinde üç ayrı örgütte de olsa (Devrimci Savaş, Halkın Devrimci Öncüleri, Acilciler) TDAS temelinde paralellikler taşımış olmayı, bugünden sonra da birlikte olmanın kıstası olarak görmedik. 

Kişi anti kapitalist olmalı ve de Kürt sorununda düzgün bir duruşa sahip olmalı. Bu çerçeve içindeki farklılıklar kaldırılabilir farklılıklardır. Attığımız adımlar bir yönden geç kalmış adımlardır ama solun genel durumuna bakınca az şey de değildir. 

4) Bundan sonra değişik faaliyetlerimiz olacak ve burada özellikle önemli olan bir tanesi üzerinde durmak istiyorum: Nebil Rahuma ile ilgili kitap çıktıktan sonra tarihimiz üzerine çalışmayı ve yayınları sürdürmeliyiz. Bu yayınlar basılı olabilecekleri gibi site ve bloglarda da olabilir. 

Tarihimizin birçok yönü bilinmiyor ya da sadece içinde yer alanlar tarafından biliniyor. Örneğin İstanbul’un durumu. Bugüne kadar sadece İstanbul’daki eylem kadrosunun yaptıkları söz konusu oldu. 

Bu kadro az iş yapmadı. 1976 yılı sonunda “askeri eğitim” adı verilen faaliyet bile bu kentin sağladığı mali olanakla gerçekleştirilebildi. 1977’de ise yine aynı kentin eylem kadrosu bütün örgütün silahla donatılmasıyla sonuçlanacak parayı buldu, bu parayı yerinde harcadı ve her bölgeye en az bir iyi tabanca ile bir otomatik silah ilkesini hayata geçirdi. 

Büyük miktarda silah alımına ve nakledilmesine Hatay bölgesini hiç karıştırmadık. Genel Komite’nin başka üyeleri vardı, onlar yaptılar. İstanbul’da sonraki aylarda ikinci bir eylem kadrosu daha kurulmuştu ve dinamit deposu soygunu ve bombalama gibi bazı eylemlere girerek deney kazanmıştı. 

İlk kadrodan ben dahil sadece iki kişi ikinci kadro içinde yer alıyordu. Bu kadroyla esas eylem kadrosunun ilişkisi yoktu. İstanbul bu kadar değildi ve ötesi hiç anlatılmadı. Örneğin, gençlik hareketindeki yerimiz, bölge çalışmaları gibi konular hakkında neredeyse hiçbir şey anlatılmadı. 

Bir silahlı mücadele örgütünün farklı örgütsel yapısı olmalıdır. Komünist Partisi yapısıyla silahlı mücadeleye girerseniz başınıza olmadık işler gelir. Herkes hata yapabilir, herkes darbe yiyebilir, ama yaptığınız işle yediğiniz darbe arasında orantı bulunması gerekir. Pek bir şey yapamadan peş peşe darbe yiyorsanız, örgütsel yapınızda uygunsuzluk var demektir. 

Bir silahlı mücadele örgütünde bölgeler arasında bağlantı yoktur. Bu bağlantı sadece en yukarda kurulur. Aynı şekilde tek tek bölgelerde ayrı çalışmalar arasında bağlantı yok denemese bile en aza indirilmiştir. Örneğin, İstanbul’da bölge çalışmalarında yer alanlar eylem kadrosunu tanımazdı. Bazı geveze arkadaşlar sayesinde bu durumun bozulmasını yaşamadık değil, ama elden geldiğince dikkat ettik. 

Solun genelindeki geveze yapının, inanılmaz dedikodunun, herkesin bildiğini birbirine aktarmasının bize de yansımaması mümkün değildi. Yansıdı, ama sınırlarını dar tutmaya çalıştık. Bu nedenle İstanbul’da darbe yediğimizde ne bölge çalışmalarına bir şey oldu ne de gençlik çalışmasına ve ne de ikinci eylem kadrosundan kalanlara. 

İstanbul darbesinin ardından örgüt dernekleşti. Bölgeler arasında yoğun irtibat başladı, disiplin kayboldu, çapsız ve beceriksiz insanlar sorumlu yapıldı ve polis örgütün bir ucundan girip öteki ucundan çıktı. 

Benim yakalanmamın örgütü bu kadar sarsacağını ve yükselen örgüt çizgisinin artık düşmeye başlayacağını düşünemedim. Daha sonra değişik bölgelerde eylemler yapıldı ama devrimci hareketin genel yükselme çizgisinin gerisinde kaldık ya da düşüşe geçtik. 

İstanbul’da 1976-1977 yıllarındaki bölge çalışmalarının ve gençlik çalışmasının bunların içinde yer alan arkadaşlar tarafından anlatılması gerek. İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği yönetiminde iki arkadaşımız vardı, değişik gençlik eylemlerinde aktif olarak yer aldık. 

Bölge çalışmalarımız belki geniş değildi (İstanbul o yıllarda bile birkaç milyonluk kentti) ama yapıldıkları yerlerde hiç de fena değillerdi. İstanbul, önemli işler yapmış da olsa, sadece eylem kadrosu değildi, başka faaliyetler de vardı ve bunların anlatılması gerekir. Bizzat içinde yer alanların anlatması gerekir. 

5) Paris toplantısında değişik arkadaşlarla konuştuktan sonra bir kere daha anladım ki, geçmişteki olumsuzluklardan bazılarının düzeltilmesi için bizim çabamız yetmezdi. Genel gevezelik özelliğinin bize de bulaşmasının yanı sıra öyle bir deşifre etme çabası vardı ki, çaresiz kalıyordunuz. 

Ankara’da beni çok insanın bilmesi normaldir, ama İstanbul’da ilişki içinde olduklarımın dışında tanıyan yoktu. Ama başta Devrimci Yol olmak üzere değişik örgütlerin öyle bir deşifrasyon çabası vardı ki, bir noktadan sonra ne yapsanız sonuçsuz kalıyordu. 

Yine de göğsümüzü gererek şunları söylememiz gerekir: 

1974-1980 arası hepsi altı yıldır. İçimizdeki ajana rağmen adı ülkenin her tarafında duyulmuş ve yıllar sonrasında bugün bile hatırlanan bir örgüt yarattık. Bir örgüt derken; Devrimci Savaş, HDÖ ve Acilciler’i hep birlikte alıyorum. 

Dev-Savaş’tan birileri şu meşhur tren soygununu anlatmayacak mı acaba? Bildiğim kadarıyla bundan daha büyük bir soygun yapılmadı. Daha iyisini yapabilirdik. Hatalarımız, eksiklerimiz vardır. Vardır ama sonuçta önemli bir şey yaptık. En önemlisi nedir biliyor musunuz? 

Biz sadece o dönemin değil, aynı zamanda bu dönemin de insanlarıyız. Acilciler adının yeniden popüler olmasını başka neye bağlıyorsunuz? 

Bundan sonrası gelecektir. Bazı arkadaşların değişik olumsuzlamalara, sözde eleştirilere fazla itibar ettiklerini düşünüyorum. Hatamız, eksiğimiz her zaman vardır, ama biz yapıyoruz. Yüzde 70-80 başarılı oluyoruz. Biz yaparız, birileri de bizim yaptıklarımızın eleştirisini yapabilir. Bu da bir çeşit işbölümüdür, öyle değil mi? 

Kendimizi bilelim ve bu kendini bilmek iki anlama gelir: 

Birincisi, sürekli öğreneceğiz. Kendimizi dev aynasında görmeyeceğiz ve dikkatli olacağız. Söylediklerimizi yapmak öncelikle bizim için önemlidir. 

İkincisi, kendi değerimizi bileceğiz. Bazı tipleri küçük olarak değerlendiriyorsak, bu onları küçük gördüğümüzden değil, gerçeği söylememizden, yani onların küçük olmasından kaynaklanır. Küçüğe küçük demek onu küçük görmek değildir. 

Biz söylediğimizi yapıyoruz ve söylediklerini yapmayanlar ya da yapamayanlar da bizden ciddiye alınmayı beklemesinler. 

Son olarak, sahip olunan coşkuya büyük değer veriyorum. Unutmayalım, ne istediğini bilmek önemlidir, ama o istediğinizi nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız, ne istediğinizin önemi de kaybolur. Bu dünyada herkes bir şeyler istiyor, marifet istemek değil, yapmasını bilmektir. Bakın bu konuda hiç fena değiliz. Bunu sürdürmemiz gerekir. 


24 Ekim 2012