BİR KAÇIŞ İNCELEMESİ


21 Nisan 1980 Pazartesi günü saat 9’da İstanbul Çemberlitaş’ta 26 kişi cezaevi arabasından kaçtı. Bunlardan 23 tanesi politik, kalan üç kişi ise adli tutukluydu. Hatırladığım kadarıyla birkaç kişi ise kaçmayacaklarını söylemiş ve “yolunuz açık olsun” demişti. Bunlar tahliye bekleyen ve dolayısıyla da kaçmasına gerek olmayan kişiler olsa gerekti. 

Kaçan 26 kişiden biri siyasi ve diğeri adli iki kişi kaçıştan kısa süre sonra yakalandı. Siyasi olan, Kurtuluş grubundan Macit isimli bir arkadaştı. Adli olan ise, kendini uyanık sanan kurnaz ama akıllı olmayan bir tip olsa gerekti. Kalabalığa karışmak için kapalı yere, Kapalı Çarşı’ya giriyor, kapılar kapatılınca içeride kalıyor ve kimlik kontrolünde de yakalanıyor. Tutuklu ve hükümlü kimlikleri cezaevi yönetimindedir.

Bu kaçış günlerde gazetelerin manşetlerine konu oldu. 22 Nisan tarihli Hürriyet Gazetesi’nde “Büyük Firar” manşetinin yanında benim fotoğrafım da yer alıyordu: Acilciler’in en tanınmış kişisi kaçmıştı. Öteki gazeteler de kaçışı bana bağlıyorlardı.

Biraz geriye giderek bu kaçışın bazı noktalarını inceleyelim. 

İlk önemli nokta şudur: Sağmalcılar Cezaevi arabasından kaçabilmek için önce bu cezaevinde bulunmak gerekiyordu. Biz aylarca Selimiye Askeri Cezaevi’nde kaldık ve buradan kaçmak imkânsız gibi bir şeydi. Son operasyonla yakalanan 17 arkadaş da bu cezaevine getirilmişti. 1980 yılı başlarında sevk tartışması başladı. Söylentiye göre bu cezaevi boşaltılacak ve bizler Sağmalcılar’a nakledilecektik. 

Bu sevke karşı olanlar da vardı, taraftar olanlar da. Karşı olanların gerekçesi, çok sayıda tutuklunun bulunduğu siyasi gruplar için bu taşınmanın yıkım anlamına geleceğiydi. İçerde hiç de fena olmayan asker karavanası yediğimiz için yemeğe ve çaya para vermiyorduk. Sağmalcılar’da ise idarenin verdiği yemek yenilemeyecek kadar kötü olduğu için her şey paralı sayılırdı. Sevke taraftar olanlar ise, Sağmalcılar’dan kaçılabileceğini düşünüyorlardı. En azından oradaki kaçma koşulları buradaki kadar zor değildi. 

Yönetimi sevke zorlamak için küçük bir isyan çıktı ve cezaevi kalınamayacak kadar tahrip edildi ve biz de apar topar sevk edildik. Bu sevk olmasaydı biz de Sağmalcılar’dan kaçamazdık.

Firarın nasıl olduğu hakkında bugüne kadar birkaç kere yazdım, bunları tekrar etmeyeceğim. Bunun yerine, Cahit’in yazısındaki konular üzerinde durmak eksik ayrıntıların tamamlanması açısından daha iyi olur. 

“Dışarıdan kaçmak” fikri ya da önce adli mahkumun yerine geçip dışarıya çıkmak ve daha sonra Adliye’den ya da cezaevi arabasından kaçmak orijinal bir fikirdi. Fikrin kaynağını bilmiyordum, sormamıştım da. Zaten o günlerde değişik kaçma yolları üzerinde duruluyordu ya da çok sayıda yol söz konusuydu. Düşünce bir şeydir, düşünceyi planlamak başka bir şeydir, o planı uygulamak daha başka bir şeydir. 

Aydın cezaevinde iken kaçma planımız hiç fena değildi. İçeriye silah sokmuştuk, demiri kesmiştik ve o gece planımız uyarınca bütün gardiyanları rehin de aldık ama planın sonraki aşamasında nöbetçi jandarma uyanınca planı sonuna kadar götüremedik. Bu firar teşebbüsünden iki hafta kadar sonra 27 Mayıs gecesinde elektrikler saatlerce kesilince de “biz bunu önceden nasıl düşünemedik” diye söylenmiştik. Aydın, Adnan Menderes’in memleketidir ve televizyonda o gece yayınlanan programlar izlenmesin diye elektrikler kesilmişti. 

Sağmalcılar’dan o dönem kaçan sadece biz değildik. Bizimkinin özelliği toplu firar olmasıydı. Bizden önce birkaç kere tek tek kişiler sahte tahliyeyle kaçtılar. Bizden sonra da Zeki Yumurtacı ile Faruk Aydın gardiyanlara para vererek kaçacaklardı.

Planımız adliyeye kadar gitmek değil, yolda kaçmaktı. Tutukluların bulunduğu bölümle silahlı dört jandarmanın oturduğu bölme arasındaki kapının kilidi bozuktu. Jandarmaları rehin alacaktık ve cezaevi arabası adliyenin arkasındaki yokuşu çıkarken yavaşladığında arabadan atlayacaktık. 

Bunun için önce silahımız olması gerekiyordu. Gerçi jandarmalardaki G-3 yakın mesafede kullanılamazdı ve bizde de içerde yapılma bıçaklar vardı, ama tabanca her ihtimale karşı gerekliydi. Tabancanın jandarmalar üzerinde caydırıcı etkisi de olacaktı. Bu etki önemliydi, çünkü her şeyin hızla sonuçlandırılması gerekiyordu. 

Aynı koğuşta kaldığımız Üçüncü Yol’cuların (Sanayi Dev Genç diye de bilinir) silahı içeriye sokuldu. Kapı altındaki gardiyanın ayarlanması ve bizi tanımaması gerekiyordu. İlerici birisiydi ve siyah-beyaz bir televizyona anlaşıldı. Kimler kaçacaktı? 

Kaçacak olanları zorunlu olarak aynı koğuşta kaldığımız insanlarla sınırlı tutmak zorundaydık. Zeki Yumurtacı’nın dahil olduğu THKP-C Savaşçıları ile Eylem Birliği başka bir koğuşta kalıyordu ve hiç diyalogumuz yoktu. Aramızdaki diyalog Selimiye’de iken bana saldırmalarından sonra (1979 sonbaharında) kesilmişti. Ek olarak, kaçma konusunu Zeki’ye açsak onların koğuşunun tamamı ve ardından da çok sayıda kişi duyardı ve kısacası bu iş yatardı. 

Pazartesi sabahı kapıaltına indikten bir süre sonra durumu öğrenen birkaç TKP-ML’li de geldi. İçerisi dolmaya başlayınca kapıaltı kapısı kapatıldı, zira cezaevi arabasının kapasitesi belliydi ve çok sayıda insanı taşıyamazdı. 

Mustafa Hilmi Begümcan’ın da kapıaltına kadar girdiğini ve “arkadaşlar beni de götürün” dediğini hatırlıyorum. Yapacağı iş, arabaya binenlerin arasına girmekti, tıpkı TKP-ML’lilerin yaptığı gibi, ama sanırım her şeyin tam insiyatifimiz altında olduğunu düşündü ve öyle yapmadı. Arabaya zor bela tıkış tıkış sığdık. 

Yolda arabanın Kumkapı istikametine sapmayıp Beyazıt üzerinden gitmesi nedeniyle planımız değişti ve hemen harekete geçtik. Jandarmalardan birisi silaha rağmen direndi. THKO’dan bir arkadaş, sanırım Veli, onun elini bıçakla yaralamak zorunda kaldı. Bu grubun arkasında olduğum için kan pantolonuma bulaştı ama neyse ki giydiğim kot koyu renkti. Arabadan ilk atlayanlardan birisiydim ve tabii arkama bile bakmadım. 

Bu arabadan kaçanlardan Ramazan Yukarıgöz, Üçüncü Yol’dan idi, 12 Eylül sonrasında Adapazarı Akyazı’da yapılan bir kuyumcu soygunundan sonra yakalandı ve üç yoldaşıyla birlikte idam edildi. Devrimci Savaş’tan Hasan Şükrü Dal da kaçanlar arasındaydı. 26 kişiden üçü adli tutukluydu, üçü bizdendi, üç TİKKO’cu vardı ve THKO’dan, Devrimci Savaş’tan, Kurtuluş’tan, Üçüncü Yol’dan arkadaşlar vardı. Herkesi tam olarak hatırlamıyorum. 

Bu büyük firar Hürriyet başta olmak üzere bana maledildi, günlerce hakkımda yayın yapıldı. 1980 yılı yaz aylarında başka aranan kişilerle birlikte hakkımda vur emri çıkarıldı. Hiçbir yerde “bu firarda büyük payım vardır” gibisinden bir şey yazmadım. Tersine, keşke adım bu kadar afişe olmasaydı, diye düşündüğüm oldu. Kaçtıktan sonra iki ay yerimden kıpırdayamadım ve ardından da ancak sınırlı olarak İstanbul ve çevresindeki çalışmaya katılabildim. Beni ilgilendiren dışarıda yapacaklarımdı, nasıl kaçtığım değil.

THKP-C Savaşçıları ve Eylem Birliği’nden arkadaşlar da aynı anlayışa sahip olsalardı, kendileriyle diyalog gerçekleşebilirdi. Adam lider olacak, her yerde önder olacak, aşağısı kurtarmıyor. Marifetin varsa dışarıda göster, kaç da nasıl kaçarsan kaç, önemli değil. Ama bunu düşünen kim!.. 

Büyük firar, imkânlar dahilinde, büyük işbirliğiyle gerçekleştirildi. Firarda bizim payımız daha fazla olabilir, ama katılan herkes bir şey yaptı denilebilir. Herkes için öncelik kaçmaktı, kimin ne yaptığı değil. Mihrac Ural her zamanki yalancılığı ve palavracılığıyla Sağmalcılar firarını bizim adımıza üstlenmiş olabilir. Bilmiyorum, ama yapar yani, beklenir. Adana cezaevinden de çok sayıda kişi parçalı olarak kaçmıştı ve bu eylemde esas iş Devrimci Yol tarafından yerine getirilmişti. 

Mihrac Ural gardiyana para verilerek sahte tahliye ile ve gündüz kaçtı, öyle biliyorum. Hatta yaya olarak cezaevinden çıktıktan sonra yolda cezaevi komutanıyla karşılaşmış. Adam, ikide bir çıkıp koğuş adına konuştuğu için ya da sürekli kendini gösterdiği için onu tanırmış ama bu kez görmemiş. Bunu bana kendisi anlattı. 

Kaçtıktan kısa süre sonra Suriye’de Cemil Esat’ın yanına gitti. Sözüm ona en örgütlü olduğumuz Güney bölgesinde gizlenemedi, gizlenemezdi de, çünkü feci korkuyordu. Bir daha yakalanırsa MİT’in kendisini televizyona çıkarıp öttüreceğinden korkuyordu. Her şeyin ortaya çıkacağından korkuyordu. Bizdeki aptallık işte, kaçmasının ardından apar topar Suriye’ye gitmesinin asıl nedeninin bir şeyden kaçmak olduğunu yıllar sonra anlayabildik.

Ben kaçtıktan sonra gazetelerin birinci sayfasını günlerce işgal etmem, o günlerde Adana cezaevinde Mihrac ile birlikte bulunan arkadaşların söylediğine göre, Mihrac’ın neredeyse bunalım geçirmesine neden olacakmış. “Bakın göreceksiniz, ben kaçınca gazeteler televizyonlar nasıl yayın yapacaklar!..” diyormuş. Nitekim de aynen öyle olmuş, yerel bir Adana gazetesinin 7. sayfasında küçük bir haber olarak kaçışı duyurulmuş. 

Oligarşi işte, ne yapacaksın! Acilciler’de kim büyük, kim minik bilmiyor ki...


22 Nisan 2012