ACİLCİLER VE ISPARTA CEZEVİ İSYANI (3)
Sabah koğuş kapıları açılırken mahkumun bir bölümü geceden hazırlıklı olduğu için iki gardiyanı kaparlar ve isyan başlatırlar. Öteki gardiyanlar kaçar. Ardından bizim koğuşun kapısındaki kilidi kırdılar ve böylece dışarıya çıkmış olduk. Çıktık da ne yapacağız?
Cezaevi hayatında en tecrübeli olanlar ben ve Ali, ama isyan nasıl yapılır bilmiyoruz. Bize gerek yok, İstanbul mahkumu biliyor. İlk iş olarak birkaç koğuş yemekhanesindeki masa ve sıraları çıkarıp kapıaltı girişine üst üste yığdılar. İsyanda ilk kural, ne yaptığının görülmemesiymiş. Bu nedenle görüş açısını kapattılar. Ardından bütün koğuşların kapıları dışarıdan kapatıldı ve koğuşlara girmek yasaklandı. Koğuşların yukarıdan kapısı da vardı ve sadece dışarıdan açılabilirdi. Buradan kolayca baskın yiyebilirdik. Bu nedenle alt kapılar kapatıldı. Sadece müşahade bölümü ya da hücreler bölümü açık kaldı. Tuvalet olarak da buradakiler kullanılacaktı. İsteklerimiz belli: Sürgüne gönderilenlerin geri getirilmesi ile savcıya işten el çektirilmesi.
İki gardiyanın başına nöbetçi dikildi, tuvalete bile nöbetçilerle gideceklerdi. Cezaevi yönetimi ilk iş olarak elektrik ve suyu kesti. Bizimki de kafa yani, baştan düşünüp biraz su depolamamız gerekirdi, düşünemedik. Baktım kısaca koğuşlara girilip kap kacak toplanıyor. Kapıaltına yakın bir yerdeki kapıyı açıp oradaki küçük avluya çıktılar. Orada yerde büyük bir musluk varmış ve cezaevinin suyu kesilse bile oradan su gelirmiş. Sessizce buradan kapları doldurmaya başladılar. Bir süre sonra idare uyandı ve oraya jandarma geldi. Biz de kapıyı kapatıp içeri girdik ama epeyce su almıştık.Bu yöntem bizim aklımıza gelmezdi doğrusu.
Peki, ışığı nereden bulacaktık? Gündüz durumu idare etmek mümkündü ama gece zifiri karanlıkta ne yapacaktık? Karanlık demek, durumu kontrol altında tutamazsın demek. Unutmamak gerekirdi ki, mahkumun içinde idareyle hemen işbirliği yapacak olanlar az değildir.
Kimin ne yaptığını sürekli görmemiz gerekiyordu. Birkaç arkadaş kantine girdi ve bütün zeytinyağı tenekelerini çıkardılar. Küçük tenekeleri kenardan deldiler, kumaş mendil veya çarşaf parçasını içine sarkıtıp yaktılar. Biraz isliydi ama doğrusu iyi ışık veriyordu. İsyan süresince bu ışıkla idare edecektik. Birkaç tane yakılınca her tarafı görmemiz için yeterliydi.
Koridorda bir telefon varmış, bilmiyordum. Telefon çalınca haberim oldu. Dışarıdan arıyorlardı ve bir gardiyan benimle görüşmek istiyordu. “Arkadaşlarımıza bir şey olmasın, onlar size emanet!..” gibisinden şeyler söyledi. Ben de rehin gardiyanlara bir şey olmayacağını söyledim.
Siyasilerin varlığı mahkumun birbirine düşmemesinin garantisiydi. Bizim en önemli işlevimiz buydu. Yoksa geriye kalan işi İstanbul mahkumu yapıyordu. Rehin gardiyanlardan özellikle adı Bekir olanına dikkat etmek gerekiyordu. Gerici ve mahkuma karşı şiddet kullanmış bir tipti. Bu nedenle Bekir’i gözüne kestirmiş olanlar az değildi. Adam yalvaran gözlerle bize bakıyordu sürekli olarak.
Üçüncü günün gecesi açlıktan ve yorgunluktan baygın düşüp saatlerce uyuduğumu hatırlıyorum. Kantindeki yiyecekler neredeyse bitmişti, herkes asgari oranda bir şeyler yiyordu. Dışarıdakileri korkutmak için “elimizde patlayıcı var” numarasına yatıyorduk. Sivriltilmiş birkaç aletten başka şeyimiz yoktu gerçekte. Ben kimyacıydım ya, zeytinyağından patlayıcı yapmıştım. Nasıl olsa bunlar bir şeyden anlamaz, ona güveniyordum.
Beşinci gün öğleye doğru dama çıkıp inen arkadaşlar cezaevinin sarıldığı bilgisini getirdi. Baskın geliyordu. Ara bölümden geçerek kadınlar koğuşunun mazgalına gittim. Belma’yı çağırdım. Yanımda birkaç alet getirmiştim ama onlarda zaten varmış. Vedalaştık, bir daha ne zaman görüşürüz bilinmezdi.
Geri döndükten kısa bir süre sonra aniden üzerimize ateş açıldı. Kurtuluşçu arkadaş birkaç metre yanımda bacağından vuruldu. Mermi baldırını delip geçmiş. Maltadaki kalabalık duvar kenarına çekildi. Komando tabundan askerler içeriye girdiler.
Asker kimi aradığını biliyordu, Ali ile beni hemen yakaladılar. Öteki tip daha sonra ortaya çıktı. Silah sesleri üzerine müşahadeye kaçmıştı anlaşılan.
Askerlerin başında bir yüzbaşı vardı. Adam tutturdu, bize patlayıcıların yerini göster, diye. Bunlar da mı inanmış, patlayıcı filan yok. İçeriye yukardan girmeye çalışmışlar ama bir kapının arkası dolu gibiymiş, bubi tuzağı olmasından şüphelenmişler, onun için de aşağıdan girmişler. Yüzbaşı, “Oraya beraber gideceğiz, ama sen önden gideceksin. Bubi tuzağı yok diyorsun, varsa ölürsün!..” dedi. Gittik, tuzak filan yok tabii. Kapının arkasına bir şeyler konulmuş, onun için ilk hamlede açılmıyordu. Namlı teröristiz ya, bunlardan her şey beklenir anlayışıyla hareket ediyorlardı.
Kurtuluşçu arkadaş hastaneye kaldırıldı, yarası büyük değildi. Bu arkadaşın daha sonra Acilci olduğunu duydum, ama başka bilgi de alamadım. Coşkun orada kaldı, bir daha görmedim. Jandarma içeri girerken Bekir’in yanındaydım. Kendisine ve öteki gardiyana bir şey olmadı. Bekir bir daha mahkuma el kaldırmayacağı üzerine yeminler ediyordu. Bekir’in daha sonra Afyon cezaevine atandığını ve orada mahkuma sert davranan gardiyanlara sürekli karşı çıktığını duyacaktım daha sonra.
İsyan bitti ve bize de sürgün yolu gözüktü...
7 Ağustos 2012