ACİLCİLER VE ISPARTA CEZAEVİ İSYANI (2)


Başlarken önceki yazıdaki bir hatayı düzelteyim: İbrahim sabaha karşı değil gece yarısı sayım bahanesiyle koğuş dışına çağrıldığını ve hemen alınarak sürgüne gönderildiğini iletti. “O sırada koğuş içlerinden kapılar vurulmaya başlanmıştı, bir şeyler olduğu belliydi” dedi. Sabah erken saatlerde de koğuşlara baskınlar yapılarak sürgüne gönderilecekler toplanmaya başladı ve sıra bizim koğuşa gelmeden isyan başladı. İsyanın başlamasını ve nasıl sürdüğünü daha sonra anlatacağım. 

Cezaevi savcısı istedikten sonra sürgün yapardı. Zaten o sırada bahanesi de hazırdı. Bir hafta veya 10 gün kadar önce birkaç adli tutuklu birkaç gardiyanı rehin alarak firara teşebbüs etmişler, ama yapamamışlardı. İbrahim müdahale edip gardiyanların hayatına kastedilmesini önlemişti. Gardiyanlar da zaten böyle ifade vermişti. Olay yatışmış gibi görünüyordu. Cezaevlerinde bu tür olaylar asla yatışmaz, sadece beklenir. Burada da öyle olmuş ve siyasilerle olmayanlara yönelik genel bir sürgün kararı alınmıştı. 

Benzeri bir durumu Aydın cezaeviyle ilgili olarak daha önce anlatmıştım. Bütün gardiyanları rehin almıştık ama dışarıda jandarma uyandığı için firar girişimimiz başarılı olamamıştı. Olayın kapatılmasını sağlamıştık ama o an için. Aradan bir süre geçtikten sonra parça parça sürgünler gelecekti. Benim mahkemem zaten İstanbul Sıkıyönetim’e kalktığı için Selimiye’ye götürülecektim. 

İsyanı anlatmadan önce 11 aydır birlikte kaldığımız mahkumlar ve gardiyanlar arasından bazı tipleri anlatayım ki, kimlerle isyan yaptığımız daha iyi anlaşılsın. 

Başgardiyan Musa, kendini subay sanan bir tipti. Cezaevi diyemez “cizeevi” derdi. İsyanda mahkumun rehin aldığı gardiyanlardan birisi olsaydı biz bile hayatını kurtaramazdık. Öteki başgardiyan Ramazan, iri yarı ve hiçbir şeyden anlamayan bir tipti. Rehin alınanlardan birisi olsaydı durumu kötü olabilirdi. 

Bir başka gardiyan, ama adını hatırlamadım, İbrahim de hatırlamadı. Bayramda müdürle mahkum önünde bayramlaşmayı reddettik ve ön sırada İbrahim olduğu için kendisi hücreye atıldı (Isparta’daki hücrelere müşahade deniliyordu, normal hücreden farklıydı). İbrahim açlık grevine girer. Gardiyanın birisi gelerek neden yemek yemediğini, yemek yemesi gerektiğini söyler . “Gece uyuyamıyorum. İbrahim aç= ben tokum, nasıl uyuyayım!..” der. Adam hayatında açlık grevi görmemiş, ne için yapılır, bilmiyor ve anlamıyor da... 

Gelelim birlikte beş gün isyan yürüttüğümüz mahkum arasındaki bazı tiplere. Bunların çoğu İstanbul mahkumuydu ya da en azından İstanbul hapishanelerinde bir dönem kalmışlardı. 

Mehmet Kahraman: “Çıkmaz sokaklara sapmışız be Engin kardeş, mapushaneler mekânımız olsun!..” sözünün öznesi, önceki bir yazıda anlattığım gaspçı. Kafayı buluyorlar, mahkum arasında sarı bomba olarak bilinen Vermutal’i de atıyorlar ve gaspa çıkıyorlar. Beş gasp, aldıkları da bir şey değil ve 18’er yıldan toplam 90 yıl alıyorlar. 

Necati: Soyadını hatırlamıyorum, yaralamadan ağır ceza almıştı. Tam bir İstanbul mahkumu, uyanık ve biraz sinirli. İstanbul deyimiyle “hata yapmaz, özür dilemez”di. 

Sarışın bir arkadaş vardı, adını hatırlayamadım, o da İstanbul mahkumuydu ve yaralamadan yatıyordu. “Müptezel adi karı pezevenkleri!..” sözü onundur. 

Mehmet Tarım, İstanbul mahkumu değildi ama onlara takılırdı. “Mehmet Tarım, bütün işler kaldı yarım!..” derdi. Elinden her iş gelirdi. Bir kış günü bana plastik bir bardakta açık sarı renkli bir sıvı getirdiler. “Şunun tadına bir bak!..” dediler. “Nedir bu?..” diye sordum. “Zararlı bir şey değil, tadına bir bak!..” diye ısrar ettiler. Tadına baktım, aynı şarap. Şarap değil ama tadı aynı şarap gibi. Akşam yemeğinde verilen üzüm hoşafının tanelerini ayırıyorlar, suyunu biraz bekletiyorlar, içine kalsiyum sandoz atıyorlar ve aynı şarap tadı elde ediyorlar. Kimin aklına gelir? 

İsyanda yoktu ama Recep Güregen de böyleydi. Çay kaşığıyla açamayacağı kilit yoktu. Dışarıda iken çay kaşığıyla Mercedes araba bile kaldırırmış. 

Hayati Taş, namı diğer Heykel, İstanbul’dan değildi ama sağlam bir arkadaştı. Aynacı diye bilinirdi. Virajlı dağ yollarından geçen minibüs şoförünün gözüne ayna tutup şarampole yuvarlanmasını sağlar ve yolcuları soyarlarmış. Hırsızlığın böylesini de duymamıştım. 

Ali Demir Kaskalan, hırsız ama nasıl bir hırsız. Kişi kolay kolay hırsızlık yaparken yakalanmaz, çaldığı malı satarken yakalanır. Bunun çetesi vardı, dışarıda çalıyorlar, eşya diye ziyarette buna veriyorlar, bu da içerde satıyordu. 

7. koğuşta aylarca televizyon olmadı, cezaevinin televizyonu olmayan az sayıda koğuşundan bir tanesiydi. Son ay galiba televizyon geldi. Televizyon biraz yüksek yerde duruyordu. Ekrana bir kadın çıkınca televizyonun altına gidip yukarı bakardı, bir şey görecekmiş gibi. 

Bir de kedici vardı, adını hatırlayamadım. Kedici halı çalma uzmanı ve eve girmeden çalıyor halıları. “Bu nasıl oluyor?..” derseniz, şöyle oluyor. Diyelim ki, halı havalansın diye birinci ya da ikinci kat balkonuna asılmış. Dışarıdan erişilmesi mümkün olmayacak kadar yüksekte duruyor. Bizimki bir kediyi alıp yukarıya fırlatıyor, ilk defada olmazsa bir daha deniyor. Kedi can havliyle halıya tutunuyor ve onun ağırlığıyla halı aşağıya düşüyor. Hanedeki halıyı haneye girmeden çalmak. 

Başka bir koğuşta Sabahattin vardı. Cezaevlerini mekân etmiş bir adamdı, bilmediği yol yöntem yoktu. Bir de “sellümcü” vardı ama isyandan önce başka cezaevine gitmişti. Arapça “sellüm” merdiven demekmiş. Merdiveni balkona dayayıp içeri giriyor ve alacağını aldıktan sonra yine merdivenden inip gidiyorlar. Bir gün yine aynı yöntemle bir eve giriyorlar. İşleri bitince bir de bakıyorlarki, merdiven yok, aşağıda polis bunları bekliyor. 

Bu insanları tanıyınca “mahkumla uğraşılmaz” sözünün doğruluğunu anlamıştım. 

Sürecek... 


3 Ağustos 2012