YÜZLEŞME VE ACİLCİLER (3)


Önceki yazıda da belirtmiştim: Büyük bir polis operasyonuyla karşılaşan örgüt ile ilgili olarak en iyi bilgiyi o operasyonda gözaltına alınanlar verebilir. Değişik duyumlar ya da polis ifadeleri açıklayıcı değildir. Fena halde yanılabilirsiniz. Her durumda birinci kaynak, bu operasyonu bizzat yaşamış kişiler olmalıdır. 

1978 operasyonunda gözaltına alınanlardan ve tutuklananlardan doğru dürüst bilgi alamadık. Açıkçası biz de işin kolayına kaçtık ve konuyu kaynağından araştırmak yerine duyumlara ve ifadelerde yazılı olanlara inandık. Konunun bir de öteki tarafı bulunuyor: tutuklanan yoldaşlar da bilgilerini paylaşmadılar ya da bu paylaşım hayli dolaylı yollar izledi. 

Mihrac Ural’ın polis ifadesinin sahte olduğunu ve polisle anlaşarak düzenlendiğini ortaya çıkarmamız yıllar sonra gerçekleşti. Bu ifade de zaten “kaybedilmiş” durumda.  Ankara’daki yakalanmayı, bu kentte yakalananlardan yıllar sonra öğrenebildik. Antakya’daki dernek çevresindeki örgütlenmenin Ankara’daki örgüt evlerine de aynen yansıdığını, gelenin gidenin belli olmadığını yeni öğrenebildik. Tek tek bilgileri peşine düşerek öğrenebildik ve öğrendiklerimizin hepsini tek tek birleştirdik. 

Mihrac Ural’ın polisle anlaştığı konusunda zaten saptamalarımız vardı ve bir bilgi her şeyi bitirdi: 1978 operasyonunda hayatında Antakya’yı görmemiş olanlar bile bu kente götürülürken ve Samandağ Ziraat Bankası soygunuyla ilişkilendirilmek amacıyla sorgulanırken, Mihrac Ural bu kente götürülmemişti. Nedeni belli; küçük bir kent olan Antakya’ya götürülseydi, polisle anlaşmasının gizli tutulması mümkün olmazdı. Ne ki, Mihrac Ural ile birlikte bir süre emniyette birlikte olan kişiye, bunu sormasaydım, bu çok açıklayıcı cevabı da öğrenemeyecektik. 1978 operasyonunda yakalananlarla ilgili bu durum sadece ihmal ya da vurdumduymazlık mıdır?

Değil!.. Örneğin, yine Ankara’da yakalanan ve Ege sorumlusu olduğunu bildiğim bir yoldaş, önemli bazı bilgileri, örgütlenmenin nasıl bir örgütlenme olduğu konusundaki bilgileri, Ankara’daki yakalanmaya dayanarak Rıza’ya iletiyor, ama ondan başka yere gitmiyor.

Antakyalıların durumu ise hepten ilginç... Yıllardan beri şöyle bir durum vardır; çok sayıda eski Acilci ve Antakyalı olan arkadaşlar, kişisel konuşmalarda, Mihrac Ural ile ilgili olarak oldukça ağır belirlemelerde bulunurlar. Kendisini çok iyi tanıyorlar, ama bu konuştuklarını yazmaya gelince, yapmıyorlar. Bundan sürekli kaçınıyorlar. Bunun nedeni, yıllarca içe kapalı olarak yaşamaya alışmış azınlık psikolojisidir. Bu arkadaşlar hem ulusal hem de dini bir azınlığa mensuplar ya da iki kere azınlıklar. Araplık ve Nasturilik ya da bu kökenden gelmek üst üste gelince içe kapalı yaşamayı, dışarıdan olan herkese karşı çekingen olmayı da birlikte getiriyor.

Bu durum ilk sosyalizasyonda içselleştirilmiş ya da kişiye yerleşmiş. Mutlaka bilinçli olarak yapmaları gerekmiyor. Ama sonuç da ortadadır. Bu dışa kapalılığın, bildiği ya da en azından sezdiği vahim gerçekleri örgütün başka bölgelerinden insanlara bile aktarmamanın yol açtığı sonuçlar da ortadadır. Bunun ilk örneğini 1977 yılı yaz başlarında gittiğim Antakya’da yaşadığımı bile yıllar sonra öğrenebildim. Orada bir dinamit deposu soygunu yapılıyor ve Mihrac Ural bu dinamitleri İstanbul’dan parayla gelen bana satıyor. O zaman bunu bilenler de var ve bunu söylemiyorlar. Bu durumda benim yapabileceğim bir şey yoktu. Bilseydim, Mihrac Ural’ın işi o zaman bitmişti. Ama olmadı!.. 

Mihrac Ural’ın büyük ihanetini zamanında göremememizde hem yönetim kademesinin hem de 1978 operasyonu bilgilerini bize iletmekte hiçbir şekilde hassas olmayan yoldaşların ciddi hatası vardır. Kimse bütün gerçeği tek başına bilmeyebilir. Ama gerçeğin ayrıntılı araştırılması için kuşku yeterli olurdu. Bunu sağlayacak bilgi bile bize gelmedi. Üzerine bizim aymazlığımız da eklenince, bedelini hep birlikte pahalıya ödedik.

Aradan yıllar geçti. O zaman 30 yaşında bile değildik. Hepimiz çok şey yaşadık, öğrendik ve olgunlaştık. Bunun önemli göstergelerinden bir tanesi, Antakya’dan önemli bir rezonans bulmamızdır. Mihrac Ural’ın harcadığı büyük çabaya rağmen burada bile dikiş tutturamamasıdır. 

İnsanlar büyüdüler, olgunlaştılar, öğrendiler ve aynı hataları yapmıyorlar. Ben de aynı hatayı yapmadım. Bunun en güzel örneği Hasan Balcı’dır. Sızmaya çalıştı... 

Nasıl ortaya çıkardık, kendi amacımız için yönlendirdik ve işini yaptırdıktan sonra da başımızdan defettik; bunun sürecini açıklamaya çalışayım. Baştan itibaren kafamda soru işareti vardı. Eski TKP-B’li, tanıyan pek yok, tanıyanlar ciddiye almıyor, ama kendisine verdiğimiz işi de yapıyor. Yirmili yaşlarda olsaydım bu numarayı yutardım, ama 60’ından sonra yutmam. 50’sinden sonra da yutmazdım diyebilirim. Bir yere sızmak için güven kazanmak zorundasınız. Bunun için de bir oranda iş yapmak zorundasınız. Yoksa, “sen büyük adamsın abey” demekle güven kazanılmaz... 

PKK’den örnek vereyim. Değişik yayın organlarında belirtildiğine göre, MİT bu örgüte sızmıştır. MİT’in şu ya da bu oranda sızmadığı örgüt yok, PKK’ye de mutlaka sızmıştır. Peki nasıl sızmıştır? Bir MİT elemanı PKK’ye nasıl sızabilir? PKK’ye “Biji Serok Apo!..” diyerek sızamazsınız, iş yapmanız gerek, başka türlü olmaz. MİT ile ilgili olarak iktidar bloku içinde yaşanılan çatışmada bazı yazarlar MİT elemanlarının PKK’nin içine sızmak için suç işlediklerini yazdılar. Günaydın yani, başka nasıl olacaktı?

PKK’nin amaçları doğrultusunda bazı eylemlere katılacaksınız hatta bizzat kendiniz yapacaksınız ki, belirli bir güven kazanasınız. Başka türlü bırakın örgütte yükselmeyi, sızma bile yapamazsınız. Hasan Balcı da aynı yöntemi kullandı. Önce kendisine verilen işi yaptı, eski Acilciler arasında adı duyuldu ve ardından eski arkadaşlara çengel atmaya yöneldi. Yüksel Eriş’i ve Günay Karaca’yı kullanarak kendisine bağlı ilişkiler oluşturmaya girişti. Eskisinden farklı olarak herkes uyanık davrandı ve Hasan Balcı’nın değişik arkadaşlara yazdığı iletilerden kısa sürede haberimiz oldu. 

Bu kişiyi adam yapan, tanıtan biziz, bu sitedir. Durumu kısa sürede anladık ve vurduk kıçına tekmeyi gönderdik. Bütün eski arkadaşları da uyardık. Bütün kapılar yüzüne kapandı, ortalıkta kaldı. İbrahim de kendisini çok fena yaptı. Şimdi yediği tekmenin yerini tuta tuta verip veriştirirmiş. Normaldir, olacak o kadar!

1978’de bunu yaşamamıştık. Demek ki, herkes yaşadıklarından bir şeyler öğrenmiş. Bu örneği daha geniş şekilde gelecek yazıda açıklamaya çalışacağım: Mihrac Ural değişmedi, ama insanlar değişti. Ve bu değişme sadece eski Acilcilere özgü değildir. Nice liderin, hayatı yalan ve palavra üzerine oturmuş kişinin, gerçek yüzü ortaya çıktı. İnsanlar da, bunca yıl biz buna mı inanmıştık diye kendilerine şaştılar... 

Suriye kuyusundan bakılınca bunlar görünmez... 


5 Nisan 2012