ACİLCİLER VE ISPARTA CEZAEVİ İSYANI (1)
1978 yılı Ağustos ayında –tarihini tam hatırlamıyorum ama ayın ilk yarısı içinde olması gerekir– ülkenin ilk E Tipi cezaevi olan Isparta Cezaevi’nde 300 kadar tutuklu ve hükümlüyle birlikte beş gün süren bir isyan yapıldı.
Cezaevi’nde o sırada toplam beş siyasi vardı. Ben, Ali Sönmez, Mihrac Ural, Coşkun adlı siyasi olmayan bir nedenle hapse girmiş bir arkadaş ve bir de adını hatırlamadığım okul kavgası nedeniyle gelen Kurtuluşçu bir arkadaş.
İsyan sabahı erkenden büyük bir gürültüyle uyandık ve cezaevi temsilcisi İbrahim Yalçın ne olduğunu öğrenmek için kapıyı açtırarak koğuş dışına çıktı ve hemen alınıp sürgüne gönderildi. Amasya’ya gönderildiğini günler sonra öğrendik.
Cezaevi’nde büyük operasyon vardı ve amaç sürgünd yapmaktı. Sadece siyasilerin değil adli mahkumların da tehlikeli görülenleri sürülecekti ve isyan da bu nedenle patladı. Isparta Cezaevi isyanı beş gün sürdü. Ülkedeki uzun hapishane isyanlarından bir tanesidir. Dönemin basınında birkaç gün benim adımla birlikte haber ve konu oldu. Isparta’ya yakın olan Antalya’da da Kurtuluşçu’ların isyana destek amacıyla eylem yaptıklarını duydum, ama bu konuda daha somut bilgim olmadı.
Bu isyan, aradan 34 yıl geçtikten sonra ilk defa katılanlardan birisi tarafından anlatılacak. Mihrac Ural’ın da bu isyanı anlattığını duydum, yazdıklarına şöyle bir baktım, baştan aşağıya yalan. Normal, Mihrac Ural aşırı abartı, palavra ve yalan katmadan neyi anlatmış ki isyanı doğru anlatsın.
Biz aslında siyasi koğuşta 7 kişiydik, ancak Recep Güregen İstanbul’daki mahkemesinin ardından geri gelmedi, Sinop’a sürgün gitti. Recep Güregen ile birkaç ay aynı koğuşta (7. koğuş) kaldım, uzun uzun konuştuk. Birlikte kaçma planı bile yaptık, bu amaçla Recep’in ziyaretçisi vasıtasıyla içeri giren küçük demir testeresiyle bir demiri bile kestik, ancak daha ötesi olacak iş değildi ve vazgeçtik.
Recep Güregen’in en fazla on gün görmüş olan Mihrac Ural’ın, Recep’in İstanbul lümpenliğinden siyasi bir insana dönüşümünde pay sahibi olduğunu iddia etmesi komiktir demeyeceğim, Mihrac için normaldir. Mihrac değil mi, salla gitsin, bakarsın inanan çıkar. Isparta isyaında kendisinin herhangi bir işlevi olmadı ve zaten olamazdı da. Cezaevine geleli üç ay bile olmamış. Cezaevi deneyimi yok, mahkumu da tanımıyor. Bu durumda söylenilenleri yapmanın ötesinde nasıl bir işlevi olabilirdi?
İsyan başladığında, 1977 Eylül ayından beri ya da yaklaşık 11 aydır bu cezaevindeydik. İlk günlerdeki yoğun baskı ortamına göre durumu hayli düzeltmiştik ve yeni cezaevi savcısının amacı da eski günlere geri dönülmesiydi. Bunun için zorunlu koşul, bazı kişilerin sürgüne gönderilmesiydi. Siyasiler ve İstanbul mahkumundan bazı kişiler burada oldukça bu hapishanede eski günlere dönülemezdi.
İsyanın ve bizim mahkum üzerindeki etkimizin iyi anlaşılabilmesi için 11 ay öncesine gitmek gerekir. Sağmalcılar ya da Bayrampaşa Cezaevi’nde üç hafta kaldık. Burada çıkan isyan sonucu siyasi koğuşun yarısı Afyon, benim de içinde bulunduğum diğer yarısı ise Eskişehir cezaevlerine sürüldü.
İsyanın nedeni, bizden uzakta, karşı blokta kalan faşistlerin kadınlar koğuşuna giderek kadın istemeleriydi. Hedefleri siyasi kadın tutuklulardı. Bizden sadece iki tutuklu kadın (Belma ve Hilal) vardı. Ek olarak, değişik örgütlerden siyasi kadın tutuklular da vardı ve siyasi olmayan tutuklularla birlikte kalıyorlardı.
Faşistlerin bu marifetinin haberi daha bize ulaşmadan adli mahkumun bir bölümü isyan çıkardı ve faşistlerin kaldığı koğuşa saldırdı. Cezaevi raconuna göre faşistlerin yaptığı buradaki herkese hakaretti. Haber bize ulaşınca biz de katıldık.
Önceden de anlattığım gibi bizimle üç ay tutuklu kalan Müslüm bu isyan sırasında faşistlerin koğuşundan atılan cam parçalarından birisinin gözüne gelmesi nedeniyle bir gözünü kaybetti. Jandarma dışarıdan sık sık ateş açıyordu. Siyasi koğuşun dış duvarına çarpan mermi seslerini sık sık duyuyorduk. Ertesi sabah çok kişi sürgüne gönderildi.
Eskişehir Cezaevi’nde müşahadede üç gün kaldık, koğuşlara çıkmadan oradan yeni açılan Isparta’ya gönderildik. Isparta’da bizi Adalet Bakanlığı’nın hakkımızda verdiği üç haftalık hücre cezası bekliyordu. Hücre dediysem, Isparta’nın hücreleri yer altında karanlık yerler değildi. Filmlerde gördüğümüz Amerikan cezaevlerinde mahkumların kaldığı tek kişilik odalara benziyordu. 10-12 metrekare kadar bir yer. Yatağınız var, arka tarafta da tuvalet. Hücrede kaldığınız sürece ziyaretçi kabul edilmiyor, dışarıya çıkıp dolaşamıyorsunuz. Üç katlı hücreler bölümünde tek kişilik hücrelerin kapısı her katta aynı koridora açılıyordu.
Ekim ayının ilk yarısında hücreden çıktık ve hepimiz bir koğuşta toplandık (siyasi koğuş). Değişik siyasetlerden toplam 25 kişiydik. Biz 6 kişiydik. Ben, Ali ve İbrahim’in dışında Levent, Nevzat ve Müslüm vardı. Son üç arkadaş ilk mahkemede tahliye oldu.
Siyasi koğuş hayatımız uzun sürmedi, zira koğuşa Isparta’dan gelen bir tutuklunun rahatsızlanmasına rağmen tedaviye gönderilmemesi üzerine küçük bir gösteri yaptık, slogan attık ve siyasi koğuş değişik koğuşlara dağıtıldı. Ben ilk olarak 5. koğuştaydım. Burasının başka koğuşlardan ayrı bir özelliği vardı. Zemin katın koridorunda parmaklıklı da olsa dışarıya bakan pencere vardı. Çimenler, ağaçlar ve uzaklar görünüyordu. Pencereden bakmak yasaktı ama ben bakıyordum. Bir süre sonra buradan alınıp 7. koğuşa verildim. Burası Isparta cezaevinde ünlü bir koğuştu.
Isparta, zamanın Sinop Cezaevi gibi sürgün yeriydi. Başka yerlerde yola getirilemeyen mahkumlar buraya gönderilirdi. Gönderilenlerin önemli bölümü İstanbul kökenliydi. Bir bölümü dışarıdan birbirini tanıyan, ağır ceza almış ya da alması beklenen insanlardı. Isparta’ya gönderilen azılı mahkumların en yola gelmezleri de 7. koğuştaydı.
Isparta’da en büyük sorun mahkum içi dayanışmaydı. Tutuklu ve mahkumların önemli bölümü tahmin edilebileceği gibi bu kenttendi. Bu kent sağcıydı, Demirel’in ve AP’nin kalesiydi. Isparta mahkumu da aynı özelliğe sahipti, idareyle işbirliği ve ispiyonculuk yapardı. Isparta’dan cinayet ya da yaralama nedeniyle gelen yoktu. Gelenlerin tamamı hırsızlık ve kızcılık (kız kaçırma, tecavüz) nedeniyle buradaydı. Bu nedenle 7. koğuşta kafası kızan yerli mahkuma söverken “müptezel adi karı pezevenkleri” derdi.
İdare işini biliyordu tabii. Sadece tehlikeli insanları aynı yere toplarsan başına bela alırsın. Bunları dengelemek için idareyle işbirliğine hazır tiplerin de orada bulunması gerekiyordu. Bizim koğuşun mümessilinin adını halâ hatırlarım: Hüseyin Kozan. Antalyalı'ydı, 19 yıl ceza almıştı (adam öldürmekten 24 yıl, mahkemede iyi halden 18’e inmiş, bir yıl da silah cezası binmiş). İdareye bilgi veriyordu ama delikanlı görünmekten de vazgeçemediği için küçük konularda bilgi vermezdi.
Recep Güregen’in benimle çok konuştuğu için başka koğuşa gönderilmesi onun eseriydi. Gardiyanlar için en kısa benzetmeyle “cahil insanlardı” demek doğru olur. Isparta politik olaylardan uzak bir kentti ve gardiyanların da dünyadan haberi yoktu.
Cezaevi Müdürü’nün adını halâ hatırlarım: Enver Bolat. Tipik bir Adalet Partili'ydi. Bana ikide bir, “ODTÜ bitirmişsin, bu işlere girmeseydin şimdi bir fabrikada müdürdün!..” derdi.
Sonraki aylarda iktidar değişti, CHP azınlık hükümeti kuruldu, Adalet Bakanı Mehmet Can cezaevini ziyaret etti. Müdürü şikâyet ettik. Şikâyet konuşmasını da İbrahim yaptı ve cezaevini nazi toplama kamplarına benzetti. Müdür daha sonra Malatya’ya sürüldü.
Daha öncesinde ilginç bir olayı anlatayım. Cezaevi’ndeki ilk aylardı ve 5. koğuşta olduğumu hatırlıyorum. Değişik siyasetlerin (özellikle Devrimci Yol’dan tutuklular vardı, bunların bir bölümü de 1 Mayıs 1977 olayları nedeniyle tutukluydu) bulunmasına rağmen aramızda iyi bir dayanışma söz konusuydu. Yasaklar, keyfilikler derken değişik koğuşlarda bulunmamıza rağmen aramızda anlaşıp açlık grevi yapmaya karar verdik.
Proleter adlı örgütten Ömer isimli bir arkadaş vardı. “Yakında tahliye olacağım. Açlık grevi yapmayın, ben bu işi hallederim!..” dedi. Kısa süre sonra tahliye oldu ve yine kısa süre sonra da Enver Bolat’ın arabasının yakıldığını duyduk. İçerde baskı ortadan kalkmadı ama hissedilir bir rahatlama da oldu. Bizim en büyük sorunumuz dünyadan haberi olmayan ve her yeri Isparta gibi sanan bu tiplere dışarıda gücümüz olduğunu gösterebilmekti.
Cezaevi Savcısı tip bir adamdı. Emekliliği yakındı. “Beni öldürürseniz şehit olur cennete giderim!..” diyen Nakşibendi tarikatından bir tipti. 1978 başlarında emekli oldu ve yerine genç bir savcı geldi. Bu savcı ile Isparta mahkemelerinde görevli bir başka savcı cezaevini ziyarete geldiler ve onlarla 7. koğuşta mahkumun önünde yaptığımız uzun bir konuşma vardır.
Adamlar da haklı, Isparta geri bir yer, konuşacak adam bulmuşlar, akla gelen her konuda mahkumun önünde konuştuk. Siyasetten başladık güncel gelişmelere geçtik, buradan silahlı mücadelenin neden gerekli olduğunun anlatımına geçtim. Cezaevi’nde bazı koşulların düzeltilmesi gerektiğini aktarmıştım. Konuşma bir saatten fazla sürdü ve 7. koğuşun mahkumu eridi desem yeridir.
Savcı cezaevinde yarı Allah gibidir. Onunla böyle konuşulması hayatlarında ilk kez gördükleri ve duydukları bir şeydi. Yeni cezaevi savcısının sonraki aylarda bize büyük iyiliği dokundu. Sonraki aylarda bir gün başka bir cezaevinden Isparta’ya birkaç sürgün MHP’li geldi. Hangi kentten geldiklerini şimdi hatırlamıyorum ama o kentte birkaç devrimciyi yaraladıklarını duymuştuk. Birgün onlar ziyaret yerinde iken adli mahkumun bir bölümüyle birlikte baskın yaptık ve hepsi de yaralandı.
O savcı işi kitabına uydurup hakkımızda soruşturma açmadı. Gerçi açılsa ne olacaktı? Ali ile benim müebbet alacağımız kesin, bu nedenle her türlü sorumluluğu üstlenecektik. Cezaevi dilinde müebbet cezanın üzerine gelen birkaç yıllık ek cezalara “sakal” denir. Birazcık sakallanırdık, o kadar. Bu nedenle cezaevlerinde müebbet ceza almış ya da alacak olanlardan –siyasi olmasalar bile– çekinilir. Adam zaten yıllarca yatacak. Seni de vurup birkaç yıl daha yatsa ne olur?
Cezaevi’ndeki koşullar düzeldi. Kısa bir süre hepimiz 7. koğuşta toplandık. 25 kişinin çoğu zaten tahliye olmuştu, sayımız azdı ama etkimiz büyüktü. Koğuşlar arası dolaşmak serbest oldu. İbrahim cezaevi temsilcisi seçildi, her tarafı dolaşıyor ve her konuyla ilgileniyordu.
Mihrac Ural ile Belma ve Hilal bu sırada Sağmalcılar’dan buraya sevk oldular. Biz bu arada iki kez İstanbul’a mahkemeye götürüldük ve cezaevindeki baskıları protesto amacıyla ifade vermedik. Mahkememiz Isparta’ya kaldırıldı. Bir süre sonra Isparta cezaevi savcısı yeniden değişti. İçerisini hizaya getirmek ve bunun için de bir bölüm tutuklu ve mahkumu sürmenin gerekliliği bu savcıyla ortaya çıkacaktı.
Isparta isyanı öncesi durum böyleydi. Rahatımız yerindeydi, Isparta Ağır Ceza’da iki kez duruşmaya çıktık. Cezaevi’yle ilgili sorunumuz yok sayılırdı ama sıkıntılıydık. Zira, buradan kaçmak imkânsız olmasa bile hayli zordu.
Sürecek...
30 Temmuz 2012