ŞANS VE ŞANSSIZLIK


İnsanın sürekli olarak şanslı olması mümkün değildir ya da sürekli olarak şanslı olmayı beklemek kolaycılığa kaçmaktır ve bu da gerçekleşmez. Bir insanın şanslı olması, bu bakımdan genel bir değerlendirmedir. Önemli konularda genellikle şanslı olmayı içerir, her konuda şanslı olmak söz konusu değildir. 

Burada şans ile şansı kullanmak arasındaki ayrımı iyi gözetmek gerekir. Şans fırsatı ayağınıza getirebilir, ama siz onu kullanabilecek durumda değilsinizdir. Bu durumda “Şansım yok!..” diyemezsiniz, vardır ama siz kullanamamışsınızdır. 

“Şans ancak hazırlanmış kafalara yardım eder!..” sözü Pascal’a aittir. Çok sayıda bilim insanının tesadüf sonucu önemli bilimsel buluş yaptığı anlatılır. Evet, tesadüf vardır, ama o tesadüften sonuç çıkarabilmek becerisi de vardır. O beceri yoksa, ya da kafanız hazır değilse, tesadüf gelir ve gider ve siz farkında bile olmazsınız. 

Lise son sınıftayken fizik hocasının anlattığı bir konu sürekli aklımdadır: Konu Newton’un yerçekimini bulmasıyla ilgilidir. Newton bir elma ağacının altında otururken kafasına elma düşmüş ve bunun üzerine “Bu elmayı düşüren güç nedir?..” diye düşünmeye başlamış. Gerçek böyle değil, ama böyle olsun. “Newton’a gelinceye kadar nice kafalara nice elmalar düşmüştür ama kimse yerçekimini düşünmemiştir!..” demişti hoca. İşte budur. Kafanız hazırsa, rastlantı işe yarar. 

Kendime baktığımda, genellikle şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. Hayatımın önemli anlarında şansım hep yardımcı oldu. Bu konuda şikâyetçi değilim. Bugün yaşıyor olmamı bile şansıma borçluyum. Başka türlü de olabilirdi. Eskiden çok dikkatli bir insan olduğumu söyleyemem ve hatta bazı durumlarda ayakta uyuduğum bile söylenebilir. Beni kurtaran dikkatimden ziyade genel kültürümün iyi olmasıydı. 

Genel kültür çok önemli bir şeydir. Genel kültürü öğreten kitap yoktur. Genel kültür kitaplardan ve yaşanmışlıklardan öğrenilir. Bunların hepsi birleşir ve öyle sonuçlar çıkar ki, bu sonuçları herhangi bir kitap yazmaz. Mesela, bir kentin neresine ne zaman gidilir? Bunu bilmek kent kültürüyle ilgilidir. Yaşadığınız alanın kültürü de genel kültürün bir parçasıdır. 

İlker, Hasan Basri ve Yusuf Ziya’nın Malatya’da yaptıklarına bu nedenle bir türlü anlam veremem. Soğuk bir kış günü gece yarısı Malatya hükümet meydanında isen, ister istemez dikkat çekersin. Burası Kızılay ya da Taksim Meydanı değil. Burası başka bir yer. Kızılay doludur, sana kimse bakmaz bile. 

1975 yılının Ekim ayının sonlarında Balıkesir’de kısa dönem askerliğin son haftasındaydım. Neredeyse her hafta sonunda firar eder ve Ankara’ya giderdim, Pazar akşamındaki içtimaya da yetişirdim. Cumartesi sabah Balıkesir’den Bursa’ya iki saatte giderdim ve oradan Kamil Koç’a bin, 6 saatte Ankara ve pazar sabahı erkenden aynı yolu 8 saatte geri gidiyordum. Son hafta firar yoktu ve bu nedenle kenti dolaşmaya çıktım. Çıktım ama hemen dikkat çektiğimi fark ettim. Küçücük bir kent değil burası ama biraz dolaşınca dikkat çekiyorsunuz. Yürümenizden bile yabancı olduğunuz anlaşılıyor. Birkaç saat sonra şehir bitti ve ben de akşama kadar bir kahvede oturdum. 

Yüksel’in yaptığına da hiç aklım ermez. İçinde fünye olan dinamit lokumunu sıkıştırmak, olacak iş değil. Dinamit ile uğraşıyorsan, fünyenin ne kadar hassas bir şey olduğunu, kolayca patladığını da bilmek gerekir. Üstelik fünye patlaması çok pistir, öldürmez ama vücudunuza çok sayıda küçük parça saplanabilir. Dinamit kendi başına patlamaz, ateşe at, bir şey olmaz. Onu patlatan fünyedir ya da ateşleyicidir. Tıpkı atom bombasında olduğu gibi. Ateşleyici olmadan bombanın herhangi bir tehlikesi yoktur. 

Her iki konuda da şans var tabii. Ve bazen şanssızlığın sonuçları çok ağır olur ya da olay gelir gelir sizi bulur. Biraz daha dikkatli olmak ve genel kültür düzeyi şanssızlık ihtimalini azaltır ama tümüyle ortadan kaldırmaz. 

Abur cubur çok kitap okudum. Okuduğum ilk doğru dürüst kitap Heredot Tarihi idi. 11 yaşında ilkokulu bitirdikten sonra yaz tatilinde okumuştum. Evde vardı herhalde, yoksa nereden elime geçecek? 

Ortaokul son sınıfta iken –o yıllarda bitirme sınavları vardı– pek ders çalışmazdım. Bunun yerine 1964 yılında yeni yayınlanmaya başlayan Sherlock Holmes’i okurdum. Holmes 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz dedektifidir, polis romanlarının ilk büyük kahramanıdır ve olayları birbirine bağlayarak çözer. Büyük bir zevkle ve hem de defalarca okurdum. 

Sonra yine o yıllarda yayınlanan Pardayanlar ciltlerini okudum. Holmes’un aksine bu kitaplar bana zararlı oldu diyebilirim, zira bizim toplumumuzda şövalyelik denen şey yoktu, tersine puştluk vardı ve bunu öğrenmem zaman aldı. 

Holmes’un yazarı Conan Doyle’un öykülerini tek tek hatırlamam. Ama bu kitaplar sonraki yıllarda bana çok yararlı oldu. İnsana düşünme tarzı kazandırıyorlardı. Türklerde pek bulunmayan analitik düşünce tarzına biraz zorlanarak da uyum sağlamam bu sayede olmuştur diyebilirim. 

Öykülerdeki bir örneği halen hatırlarım. Holmes, o yıllarda tanınan Cuvier’i örnek veriyordu. “Cuvier nasıl bir hayvan fosilinin küçük bir parçasından hareket ederek bütün iskeleti ortaya çıkarabiliyorsa, siz de önemli bir olaydan hareket ederek olayın öncesini aydınlatabilirsiniz!..” diyordu. Bunun için iyi bir düşünme tarzına ve yan bilgiye ihtiyacınız vardır. Geçmişe yönelik olarak bilgiyi birleştirir ve doğruya yakın sonuçlara varırsınız. 

Almanya’da üniversite okurken öğrendiğim Rekonstruktion (yeniden yapılandırma) yöntemi bu nedenle olsa gerek çok hoşuma giderdi. Geçmişteki bir olayı eldeki birkaç parçadan hareketle yeniden kuruyorsunuz ve bilinen bilgiler temelinde sınayarak ne oranda doğru olduğunu saptıyorsunuz, eksikleri tamamlıyorsunuz. Her yeni bilgiyle tablonun başka bir parçası tamamlanır. 

Tarih, sondan geriye gidilerek yeniden kurulur. Baştan başlarsanız olayların içinde kaybolursunuz, sondan başlamanız gerekir. Siteyi uzun zamandır izleyen okurlar, “Siz de iyiymişsiniz yani” diyeceklerdir. Haksız da sayılmazlar. Suriyeli soytarının gerçek yüzünü ortaya çıkarırken sondan başlayıp başa doğru gittik. Suriye’den başlayıp öncesine geçtik. Her yeni bilgi tabloyu biraz daha tamamladı ve sonunda gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıktı: İçimizdeki ajan... 

Örgütsel tarihimiz ve devrimci hareketle ilgili önemli bir gerçeğin ortaya çıkarılmasının yanı sıra bizim için de iyi bir zihinsel çalışma oldu. Zürih’te İbrahim ve Haydar ile birlikte geç saatlere kadar oturup konuyu tartıştığımız geceyi unutmam. Konuşurken kafamda bir ampul yanıverdi: İnsan hapishaneden çıktıktan sonra ülkeyi apar topar terk ediyorsa, bir şeyden kaçıyor demektir. Neden kaçıyordu? 

Bir şeyi bulmanız için önce ne aradığınızı bilmeniz gerekir. Ne aradığını ve onu nerede arayacağını bileceksin. Bahçede kaybedilmiş anahtarı tarlada ararsan, bulamazsın. 

Bilgi çok, oluk gibi bilgi akıyor. Ama bilgi kendi başına fazla işe yaramaz. Tersine inanılır ama bu doğru değildir. Almanya’da üniversiteyi bitirirken diploma tezi hazırlamanız gerekir. Benim tez, Bulgaristan’da sosyalizmden kapitalizme geçişle ilgiliydi ve tez hocasının bana, “Bilgin iyi, ama yazdıkların salata gibi, sistematik yok!..” dediğini unutmam. Kadın haklıydı ve o sistematiği öğrenmek için hayli çaba harcamam gerekti. 

Bir sürü bilgiyi ortaya yığarsanız, sonuç çıkaramazsınız. O bilginin iç bağlantılarını bulmak, başka bir deyişle bilgiden bilgi üretebilmek gerekir. Yoksa profesör kadının dediği gibi ortaya salata benzeri bir tez çıkar. Zavallı Miro, öyle bir zamanda çıktı ki ortaya... 

Her şey hazırdı. On yıl önce bu performansı gösteremezdim. Şans hazırlanmış kafalara yardım etti. Her zaman böyle olmuyor tabii. Bazen erken harekete geçmek zorunda kalıyorsunuz, koşullar olgunlaşmamış ve kaçınılmaz olarak sıkışıyorsunuz. 

Bu kez öyle olmadı. Hem ben ve hem de başka arkadaşlar, herkes hazırmış... 


28 Ağustos 2012