TKEP'TE NE VARDI?


30 yıl önce, Ağustos 1982’de THKP-C/Acilciler’den ayrılarak TKEP’e geçtim. Bu ayrılık birdenbire verilen bir kararın sonucu değildi. Epeyce zaman düşündüm ve bazı arkadaşlarla konuyu konuştum. 

Kolay bir karar olmadı. Nasıl olsun ki. Kurucularından birisi olduğunuz, temel belgesini yazdığınız bir örgütten ayrılmaya karar veriyorsunuz. 

Devrimciliğe sonradan Acilciler adını alacak örgütle başlamadım, ama bu örgütün politik hayatımda özel bir yeri vardı. Hatta bir dönem neredeyse örgütle özdeş duruma geldim. İnsanın böyle bir ayrılığa karar verebilmesi için ciddi nedenlerinin bulunması gerekirdi. Benim de bu nedenlerim vardı. 

Öncelikle 1977 yakalanmasından çıkardığım büyük bir ders vardı: Gelecekte senin çıkarınla örgütün çıkarı karşı karşıya gelirse, ilkini tercih edeceksin. Önce kendini düşüneceksin! 

Yaşadıklarımdan bu sonucu çıkarmıştım. Belma’ya yazdığım mektupları bilgisayara geçirirken sürekli olarak dışarıdakilerle ilgili tartıştığımı görüyorum. Belma dışarıdakilere güvenmiyordu. Bazılarını oldukça geri buluyordu. Ben ise sürekli olarak dışarıdakilere güvenmesi gerektiğini, bazı eksiklerin olabileceğini ama insanların yaşayarak öğreneceklerini savunuyordum. Bugünden geriye baktığımda haklı çıkanın Belma olduğunu teslim etmem gerekiyor. 

Benim yakalanmamın örgüt için bu kadar ağır bir darbe olacağını düşünmemiştim. Dışarıda olsaydım ne ayrılık olurdu ne de bölgelerin birbirinden bağımsızlaşması. Sorun olan birkaç kişiyi hallederdim ve zaten işe İstanbul’da Cemil ile başlamaya da karar vermiştim, ama olaylar izin vermedi. 

Konya cezaevinde iken Emeğin Birliği dergisinin o zamana kadar yayınlanmış neredeyse bütün sayılarını okudum. Silahlı mücadele dışında aynı görüşteydik diyebilirim. Selimiye’de iken aynı örgütten Reşat ve Cuma ile aynı koğuştaydık. Reşat galiba o sıra Emeğin Birliği’nin (EB) yazı işleri sorumlusu olarak hapisteydi. Onlarda EB’nin yayınlanmış kitapları da vardı, onları da okudum. 

Şiddete dayanan devrimi ve yasadışı örgütlenmeyi savunuyorlardı. Silahlı propaganda dışında aynı görüşteydik. Ülkenin yapısı, devrimin niteliği, devrim programı, devrimde sınıflar ve başka konularda da oldukça yakın görüşlere sahiptik. Bu konuları oradaki THKP-C Savaşçıları ve Eylem Birliği’nden arkadaşlarla konuşmak mümkün değildi. 

“Devrim programı nedir?..” diye soruyorsunuz, cevap olarak “anti-emperyalist anti-oligarşik devrim” deniliyor. “Peki bunun içeriği nedir?..” dediğinizde acayip cevaplar veriliyordu. Örneğin, toprak devrimi savunuluyordu, Mahir’de böyle bir şey yoktu. Mahir Çayan, tarım burjuvazisini bile karşı-devrimci sınıflar arasında sayıyordu, bu saptama tarımda kapitalizme karşı devrim anlamına geliyordu. 

Kaçtım, bir dönem ülkede bulundum, sonra dört ay kadar Suriye’de kaldım. Silahlı propaganda ile kitleri örgütlemek konusunda başarılı olamamıştık ve 12 Eylül bozgunu da bunun göstergelerinden bir tanesiydi. 

Örgütte ise asıl sorun, teoride nasıl kıvırırız üzerinde odaklanıyordu. Yani, bir yandan silahlı propagandanın temel olmasını savunur gibi görüneceğiz, ama aslında başka şey yapacağız. Bu anlayış bana yabancıydı ve orada fazla kalmayıp Paris’e geldim. Paris’te iken “temel mücadele siyasi mücadeledir, biz buna silahlı propaganda adını veriyoruz” gibisinden bir saptama yapıldığını duydum. Böyle bir anlayışı eleştirmek bile gerekmezdi, kısaca soytarılık denilirdi. 

Bu sırada TKEP ile Acilciler arasında ittifak bildirgesi imzalandı. Paris’te Emeğin Birliği’nden (o sırada adı Birlik Yolu idi) iki taraftar vardı, onlarla birlikte faaliyet yürütmeye başladık. Suriyeli soytarı kendini nasıl bir ateşe attığının farkında değildi. Onun amacı bu ittifakı kullanarak Suriye’de dışlanmış olduğu devrimci hareketin içine girmekti. Bunu yapmaya çalışırken de TKEP’i Acilciler’e tanıtıyordu. 

Dahası, Paris’teki ev işgalleri üzerine çıkardığımız Tek Yol Devrim Özel Sayısını da herkese ileterek bizim için propaganda faaliyetinde bulunuyordu. Bu insanlarla bir yere gidilemeyeceği gittikçe kafamda daha fazla şekillenmeye başladı. Suriye’de iken Muhabarat ile yakın ilişkiyi yeterince görmüş, Müntecep Kesici’nin buna şiddetle itiraz etmesini yaşamıştım. O zamandan beri kafamda açık olan şuydu: Bir şey yapılacaksa ancak Suriye dışında yapılabilir. Suriye’de hiç şans yok. Karşında teorik ve pratik olarak pek bir şey olmayan insanlar değil, Muhabarat var. 

1982 yazına doğru iki kere Almanya’ya gittim, oradakilerle konuştum. Suriye’deki paniği görecektiniz, Almanya’dan duyuluyor, hazret bana telefonla emirler yağdırıyordu. Aldırmadım. Bu iş bitmişti ve hatta bunu fark etmekte geç bile kalmıştım. Ötesi biliniyor, hızlı bir şekilde ayrıldık. 

Cesaret edip kendisi gelemedi, üzerime Zafer ve Salih’i gönderdi. Bunları halletmek çok kolaydı ve ayrılık için bana önemli bir gerekçe daha sağladılar: Bu insanların başlıca işi bana engel olmak, beni denetimleri altında tutmaktı. Çünkü ben teoride ve pratikte çalışır ve üretirsem, bunların ve Suriyeli soytarının ne kadar boş insanlar oldukları sürekli olarak açığa çıkacaktı. Buna dayanamıyorlardı. Sen daha iyisini yap, seni tutan mı var? 

Tutan yok ama adamlarda ne niyet var, ne de çap. Kendilerini geliştireceklerine beni engellemeyi tercih ediyorlardı. Bu durumu Suriye’de iken fark ettim. Benim Arapça kursuna gitmemem için her numara yapılıyordu. Öğrenir de başımıza bela olur, zaten bir de İngilizce biliyor. Bir an önce bu ülkeden gitmem gerekiyordu ve nitekim gittim de. 

Paris’te bütün devrimci harekete kendini duyuran büyük çıkışı yaptık: Ev işgalleri... Türkiye’dekiler bile gazeteler vasıtasıyla duydu. Ardından kafamdaki soruyu başka türlü sormam gerektiğini anladım. Bu çapsız insanları halledebilirdim. Hepimiz zorunlu olarak ülke dışında kalacaktık ve bu alanda da kimin ne olduğu, neler yapabileceği oldukça hızlı belli olmuştu. Buradaki soru şuydu: Bu insanlar için harcayacağım zaman ve enerjiye değer miydi? Aynı zaman ve enerjiyi ellerim serbest olarak solun içinde harcasam çok daha iyi olmaz mıydı? 

Evet, öyle olurdu. Bu tiplerle uğraşmaya değmezdi. Epeyce bir insanla birlikte ayrıldım. Bu ayrılıktan bir süre sonra Suriye’de ayrılanlar da bize katılacak ve buna dayanamayan tipler de Müntecep’i hazırlanmış bir provokasyonla öldürecekti. Müntecep’in öldürüldüğü günlerde Zafer ve Salih günlerce ortalıkta görünmedi. Suçlarını biliyorlardı. Onlara bir şey yapacak değildik. Güç dengesinde fazlasıyla ağır basıyorduk. Tersine bir durum söz konusu olsaydı, onlar bize bir şey yapmaya çalışırdı, burası kesin. 

İstediğim tek şey vardı: Bana engel olmayın. Bu alanda ne yapılacağını iyi biliyorum. Ötesinde isteğim yoktu. TKEP’te aday üyelikle başlamaya bile razıydım. Yeter ki gereksiz engellerle uğraşmayayım, ötesini ben yaparım. Aday üyelikten geçmeden doğrudan üye yapılarak ve Almanya sorumlusu olarak başladım. 

1982-1998 arası benim için güzel bir dönem oldu. TKEP’in tarihe karışmaması için hayli çabaladık, ama Türkiye’den bu çabanın karşılığı bir girişim olmayınca biz de vazgeçtik. Bunun ardından Demokratik Sol Parti (PDS) yılları başlar.  

30 yıl öncesine baktığımda artık pislik yuvası haline gelmiş olan bu örgütten ayrılmakla, hiç gecikmeden ayrılmakla hayatımın doğru kararlarından birisini vermiş olduğumu düşünüyorum. Bu karar çok sayıda insana hızlı bir salgın gibi dağıldı. Bir bölümü birlikte ayrıldı, bir bölümü ise teke teker örgütten koptular. Hiç birisi geri dönmedi ve ayrıldığına pişman olmadı. Onlar ayrıldıkça geride kalan pislik iyice ortaya çıkmaya başladı. 

Ayrılırken örgütün yaklaşık beş yıllık ömrü kaldığını da tahmin ediyordum. Geride kalanlar belliydi ve bu işi götüremezlerdi. Birlikte ayrıldığımız arkadaşlara da “beş yıl bekleyin, göreceksiniz” demiştim, yanlış çıkmadım. Suriyeli soytarının bana saldırarak hayatının belki de en büyük hatasını yaptığı 2007 yılına kadar bu tiplerle ilgilenmedim. 


21 Ağustos 2012