ÖRGÜTÜ KİM KURTARACAKTI?..


Geçmişle ilgili olarak değişik arkadaşlarla yaptığımız konuşmalarda söz dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. “Mihrac Ural’ın Muhabaratçılığının, devrimci katilliğinin ve türlü pisliklerinin büyük oranda farkındaydık. Bekledik, gün gelir düzelir, birileri çıkar bunları aşarız diye bekledik!..” deniliyor. Bu saptama, “Birçok şey gözünüzün önünde olurken neden sustunuz?..” sorusuna karşılık olarak yapılıyor. Anlaşılabilir bir duygu... 

Suriye’de Bassit-Lazkiye arasında sıkışmış bir yapıda çok şey açık olmak zorundadır. Alan küçük olduğu için yapılan eninde sonunda duyulur. Hepsi duyulmasa bile çok şey kaçınılmaz olarak duyulur ve hatta görülür. Suriye’deki çok sayıda Acilci, Mihrac Ural ile birlikte imiş gibi görünse bile, gerçekte değildi. Zira, Suriye’den ayrılır ayrılmaz sırtlarını döndüler, Mihrac Ural ile ilişkilerini kestiler. 

Görüldüğü kadarıyla, bunun zemini Suriye’de iken oluşmuştu. Bütün sorunları bir şekilde Suriye’den gitmekti. Seslerini çıkarırlarsa Mihrac Ural, Muhabarat vasıtasıyla Suriye’den gitmelerini engelleyebilirdi. Bunu anlayabiliyorum. 

Örgütten ayrılmak psikolojik olarak zordu, bunu da anlayabiliyorum. Acilciler kendilerine özgü özellikleriyle kısa sürede özgün bir kimlik geliştirmişlerdi. Bu kimlikten uzaklaşmak kişinin kolaylıkla boşluğa düşmesiyle sonuçlanabilirdi.

Bunları anlıyorum ama yine de arkadaşlarımızdaki öngörüsüzlüğe ve genel geçer düşünce kalıplarını aşamamış olmalarına hayret ediyorum. Suriye’den gitmeyi daha kısa sürede kafalarına koymaları gerekirdi. Gerekçe bulunur ve fırsat nasıl olsa çıkardı. Suriye’de karşınızda Mihrac Ural değil, Muhabarat vardır. Buradan hemen çıkan sonuç, Mihrac Ural ile mücadelenin ancak Suriye dışında yapılabileceğidir. 

Ek olarak, Suriye’de bizim yapabileceğimiz önemli bir şey yoktu. Kitle çalışması yapamazdınız, bu çalışmanın yapılabileceği kitle yoktu. Mihrac Ural gibi Muhabarat elemanı iseniz, Suriye’ye muhtaçsınız, ama bizim Suriye’de yapabileceğimiz bir şey yoktu. Mihrac Ural herhangi bir politik öngörüsü bulunmayan, burnunun ucundan ilerisini göremeyen bir tiptir. Bol miktarda gürültü yaparak bu durumu gizlemeye çalışır, ama gürültüye değil de olaylara bakarsanız, gerçeği görmeniz zor olmaz. 

Hazret, Suriye’nin devrimci hareketin merkezi olacağını sanıyordu. Orada yaşanan geçici bir kalabalıklaşmaya bakarak böyle düşünüyordu. Gerçekte ise, çok sayıda devrimcinin ülke dışına çıkmak zorunda kaldığı 12 Eylül 1980 sonrasındaki dönemde merkez Almanya idi. Suriye’nin önemi geçiciydi ve nitekim 1983 yılından başlayarak ülke boşalmaya başladı. Suriye’de militanlar silahlı ve politik eğitim görecekmiş de buradan Türkiye’ye gideceklermiş. Geçin bunları!.. 

Türkiye’deki yapı büyük oranda dağılmış durumdaydı. Bu durumda silahlı militanı nereye göndereceksiniz? Güvenilir kalacak yer ve bazı kitle ilişkileri olmadan silahlı militan ülke içinde bir şey yapamaz.  Üstüne üstelik, Avrupa ülkelerinden Türkiye ile bağlantı kurmak, gitmek gelmek Suriye’ye göre daha kolaydı. Otomobilleriyle yollara dökülen binlerce işçiyle çok sayıda kaçak kişi ülke dışına çıkabilmişti. Uygun dille konuşmak şartıyla, ülkeyle bağlantı kurmak da kolaydı. 1980’li yılların başlarında Diyarbakır’da ne olduğu önce Köln’de duyulur, haber buradan İstanbul’a giderdi. 

Mihrac Ural’ın Suriye’nin bizim açımızdan olmayan işlevlerini aşırı abartması kendisi için iki nedenden gerekliydi: Çok sayıda kişinin bu ülkede kalması, çalışması ve gelirini Mihrac Ural’a aktarması, onun da örgüt parasını cebine indirmesi... İkincisi ise, velinimeti Cemil Esat’a ve dolayısıyla Muhabarat’a karşı güçlü örgüt havasını vermesi... 

Suriye’de bulunan arkadaşların bu durumu oldukça geç anlamaları, önceden bu ülkeyi terk etmiş kişilerin neden buradan gittiklerini hiç düşünmemeleri, ancak aymazlıkla açıklanabilir. Başkasının deneyinden öğrenmiyor, “Neden böyle yaptı?..” diye düşünmüyor, öğrenmesi için aynı deneyi bir de kendisinin yaşaması gerekiyor!.. 

Bunun kadar kötü olan bir başka özellik ise, somut bir düşünceye sahip olunmamasıdır. “Bir gün örgüt düzelir, birileri örgütü düzeltir!..” görüşünü anlayabiliyorum. Ne var ki, “kim ya da kimler” sorusunu sormadan böyle düşünmek fazla anlam taşımaz. Kim ya da kimler bu örgütü düzeltebilir?..” sorusunun ardından, “Bu kişilerin yolunu nasıl açabilirim?..” sorusu gelir. Bu örgüt hepimize ait ise, “Sen bu örgütün düzelmesi için ne yaptın?..” sorusuna cevap verilmek zorundadır. Somut olmayan birilerini bekliyorsun ve kendin de hiçbir şey yapmıyorsun. İnsanlar hoşnutsuz, Mihrac Ural’a kesinlikle güvenmiyorlar, ama hareketsiz olarak bekliyorlar. Bu durumda meydan Mihrac Ural’a kalıyor. Durum buydu. Mehdi mi bekliyordunuz?

Şunun düşünülebilmesi gerekirdi: “Örgütü içine düştüğü rezil durumdan kurtarabilecek olanlar kimlerdir?..” diye sorulur ve isimler çıkarılırdı. Fazla isim yok bu konuda. Mihrac Ural’ı diskalifiye edebilecek kişinin en başta teorik olarak güçlü olması gerekir. Acilciler’de teorik düzey son derece önemlidir. Bunun dışında, silahlı mücadele içinde sivrilmiş olmak gerekir. Bunun için birkaç isim sayılabilir. Bunlardan ne kadarı hapiste ne kadarı dışarıda buna bakılır ve buna göre saf belirlenir. Bunu düşünmek için fazla akıllı olmak gerekmiyor sanırım. Ama arkadaşlarımızın saf belirlemek gibi bir sorunu yoktu, tersine tribünden maç izler gibi olayları izlemeyi tercih ediyorlardı. 

Bu durumda iki seçenek söz konusu olabilirdi: Ya açıkça itiraz edecek ve Mihrac Ural ile çetesine karşı –Suriye dışında– savaş açacak kişi, bu insanların olgunlaşması ve kendi gördüklerini onların da görüp anlaması için beklerdi, bu bekleme yaklaşık beş yıl kadar sürerdi. Ya da “Ne haliniz varsa görün!..” deyip çeker giderdi. Kendi adıma ikincisini yapmayı tercih ettim. 

1982’de ayrılmamın üzerinden 30 yıl geçti. Şimdi geriye dönüp baktığımda, zamanında ve doğru bir karar verdiğimi görüyorum. İlkini yapıp bekleseydim –burada tarihte geriye doğru projeksiyon yapmanın riskli olduğunu belirtmeliyim, bu risk çerçevesinde konuşuyorum– 1987-1988’e kadar beklemek zorunda kalacaktım ve büyük bir çıkış yaptığım beş-altı yılı harcamış olacaktım. 

Acilciler’deki Mihrac Ural sultasına karşı savaş açanların en azından bir bölümünün sonraki yıllarda ne kadar devrimci kalacakları da ayrı bir soru işaretiydi. Devrimci harekette büyük bir dağılma vardı ve doğal olarak bu durum bize de yansıyordu. Adım adım neleri görerek ve düşünerek bu noktaya geldiğimi daha önce anlatmıştım. 30. yılda bu kez ayrıntılarıyla anlatmak yerinde olur. Bu nedenle önce Acilciler tarihi konusunu bitireyim, sonra da 30 yıl önceki hareket tarzımın nasıl oluştuğunu anlatırım. 

Başlamadan şu kadarını belirteyim: Nisan 1981 sonunda Suriye’den ayrılırken Mihrac Ural ve çetesiyle hiçbir yere gidilemeyeceği konusunda kararımı vermiştim. Ne yapacaktım, bunu bilmiyordum. Kendi kendime, “Önce ayaklarını yere bas bakalım, sonra düşünürsün!..” diyordum.


28 Mayıs 2012