PARİS'İN ARDINDAN


Paris’teki toplantıdan bende kalanlar şunlar oldu: 

1) Güzel bir toplantıydı. Otuz yıldır görmediğim bir arkadaşı gördüm. Bazı arkadaşlar ile geçmişte görüşmüşüm ama ben hatırlayamadım. 

2) İllegal bir yapının büyüklüğünü kestirmek zordur. Son olarak küçük bir hareket olmadığımız, kitle olarak küçük ile orta arasında bir büyüklüğe sahip olduğumuz sonucuna ulaştım. Bu toplantı bunu yeniden kanıtladı. Bazı yerleri kimse gidip örgütlememiş, TDAS gidince örgütlenme olmuş. 

3) “Bu toplantıyı daha erken yapmalıydık, geç kaldık” saptaması yapıldı. Buna hem doğru hem yanlış diyeceğim. 

Evet, daha önce yapılması ve ardından başka toplantıların da gelmesi gerekirdi. Bu anlamda geç kaldık. Ama unutmayın, her ne kadar farklı özelliklere sahip de olsak, sonuçta solun bir parçasıyız. Ülkemiz devrimci hareketinden bağımsız olmamız mümkün değil. Onun değişik özellikleri bize de kaçınılmaz olarak değişik oranlarda yansıyacaktır. Çok geç kalmış bir solun içinde olan bizlerin de geç kalmış olması şaşırtıcı değil. 

O sol ki, daha kendi iç hesaplaşmasını bile yapamamış. O sol ki, 12 Eylül’de çakılıp kalmış. Kaldığı yerden ayrılamıyor. 12 Eylül öncesinin güzellemeleriyle vakit geçiriyor. “12 Eylül öncesi bu kadar güzel idiyse büyük bozgun neden yaşandı?..” gibi tatsız soruları duymak bile istemiyor. Duymasın, o duymayınca soru ortadan kalkmıyor. 

Biz ise bazı önemli adımlar attık. İçimizdeki haini ortaya çıkardık, marifetlerini, cinayetlerini, polisle işbirliklerini ortaya döktük. Bu anlamda bizim için 12 Eylül öncesi büyük oranda kapanmıştır. 

12 Eylül öncesinde üç ayrı örgütte de olsa (Devrimci Savaş, Halkın Devrimci Öncüleri, Acilciler) TDAS temelinde paralellikler taşımış olmayı, bugünden sonra da birlikte olmanın kıstası olarak görmedik. 

Kişi anti kapitalist olmalı ve de Kürt sorununda düzgün bir duruşa sahip olmalı. Bu çerçeve içindeki farklılıklar kaldırılabilir farklılıklardır. Attığımız adımlar bir yönden geç kalmış adımlardır ama solun genel durumuna bakınca az şey de değildir. 

4) Bundan sonra değişik faaliyetlerimiz olacak ve burada özellikle önemli olan bir tanesi üzerinde durmak istiyorum: Nebil Rahuma ile ilgili kitap çıktıktan sonra tarihimiz üzerine çalışmayı ve yayınları sürdürmeliyiz. Bu yayınlar basılı olabilecekleri gibi site ve bloglarda da olabilir. 

Tarihimizin birçok yönü bilinmiyor ya da sadece içinde yer alanlar tarafından biliniyor. Örneğin İstanbul’un durumu. Bugüne kadar sadece İstanbul’daki eylem kadrosunun yaptıkları söz konusu oldu. 

Bu kadro az iş yapmadı. 1976 yılı sonunda “askeri eğitim” adı verilen faaliyet bile bu kentin sağladığı mali olanakla gerçekleştirilebildi. 1977’de ise yine aynı kentin eylem kadrosu bütün örgütün silahla donatılmasıyla sonuçlanacak parayı buldu, bu parayı yerinde harcadı ve her bölgeye en az bir iyi tabanca ile bir otomatik silah ilkesini hayata geçirdi. 

Büyük miktarda silah alımına ve nakledilmesine Hatay bölgesini hiç karıştırmadık. Genel Komite’nin başka üyeleri vardı, onlar yaptılar. İstanbul’da sonraki aylarda ikinci bir eylem kadrosu daha kurulmuştu ve dinamit deposu soygunu ve bombalama gibi bazı eylemlere girerek deney kazanmıştı. 

İlk kadrodan ben dahil sadece iki kişi ikinci kadro içinde yer alıyordu. Bu kadroyla esas eylem kadrosunun ilişkisi yoktu. İstanbul bu kadar değildi ve ötesi hiç anlatılmadı. Örneğin, gençlik hareketindeki yerimiz, bölge çalışmaları gibi konular hakkında neredeyse hiçbir şey anlatılmadı. 

Bir silahlı mücadele örgütünün farklı örgütsel yapısı olmalıdır. Komünist Partisi yapısıyla silahlı mücadeleye girerseniz başınıza olmadık işler gelir. Herkes hata yapabilir, herkes darbe yiyebilir, ama yaptığınız işle yediğiniz darbe arasında orantı bulunması gerekir. Pek bir şey yapamadan peş peşe darbe yiyorsanız, örgütsel yapınızda uygunsuzluk var demektir. 

Bir silahlı mücadele örgütünde bölgeler arasında bağlantı yoktur. Bu bağlantı sadece en yukarda kurulur. Aynı şekilde tek tek bölgelerde ayrı çalışmalar arasında bağlantı yok denemese bile en aza indirilmiştir. Örneğin, İstanbul’da bölge çalışmalarında yer alanlar eylem kadrosunu tanımazdı. Bazı geveze arkadaşlar sayesinde bu durumun bozulmasını yaşamadık değil, ama elden geldiğince dikkat ettik. 

Solun genelindeki geveze yapının, inanılmaz dedikodunun, herkesin bildiğini birbirine aktarmasının bize de yansımaması mümkün değildi. Yansıdı, ama sınırlarını dar tutmaya çalıştık. Bu nedenle İstanbul’da darbe yediğimizde ne bölge çalışmalarına bir şey oldu ne de gençlik çalışmasına ve ne de ikinci eylem kadrosundan kalanlara. 

İstanbul darbesinin ardından örgüt dernekleşti. Bölgeler arasında yoğun irtibat başladı, disiplin kayboldu, çapsız ve beceriksiz insanlar sorumlu yapıldı ve polis örgütün bir ucundan girip öteki ucundan çıktı. 

Benim yakalanmamın örgütü bu kadar sarsacağını ve yükselen örgüt çizgisinin artık düşmeye başlayacağını düşünemedim. Daha sonra değişik bölgelerde eylemler yapıldı ama devrimci hareketin genel yükselme çizgisinin gerisinde kaldık ya da düşüşe geçtik. 

İstanbul’da 1976-1977 yıllarındaki bölge çalışmalarının ve gençlik çalışmasının bunların içinde yer alan arkadaşlar tarafından anlatılması gerek. İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği yönetiminde iki arkadaşımız vardı, değişik gençlik eylemlerinde aktif olarak yer aldık. 

Bölge çalışmalarımız belki geniş değildi (İstanbul o yıllarda bile birkaç milyonluk kentti) ama yapıldıkları yerlerde hiç de fena değillerdi. İstanbul, önemli işler yapmış da olsa, sadece eylem kadrosu değildi, başka faaliyetler de vardı ve bunların anlatılması gerekir. Bizzat içinde yer alanların anlatması gerekir. 

5) Paris toplantısında değişik arkadaşlarla konuştuktan sonra bir kere daha anladım ki, geçmişteki olumsuzluklardan bazılarının düzeltilmesi için bizim çabamız yetmezdi. Genel gevezelik özelliğinin bize de bulaşmasının yanı sıra öyle bir deşifre etme çabası vardı ki, çaresiz kalıyordunuz. 

Ankara’da beni çok insanın bilmesi normaldir, ama İstanbul’da ilişki içinde olduklarımın dışında tanıyan yoktu. Ama başta Devrimci Yol olmak üzere değişik örgütlerin öyle bir deşifrasyon çabası vardı ki, bir noktadan sonra ne yapsanız sonuçsuz kalıyordu. 

Yine de göğsümüzü gererek şunları söylememiz gerekir: 

1974-1980 arası hepsi altı yıldır. İçimizdeki ajana rağmen adı ülkenin her tarafında duyulmuş ve yıllar sonrasında bugün bile hatırlanan bir örgüt yarattık. Bir örgüt derken; Devrimci Savaş, HDÖ ve Acilciler’i hep birlikte alıyorum. 

Dev-Savaş’tan birileri şu meşhur tren soygununu anlatmayacak mı acaba? Bildiğim kadarıyla bundan daha büyük bir soygun yapılmadı. Daha iyisini yapabilirdik. Hatalarımız, eksiklerimiz vardır. Vardır ama sonuçta önemli bir şey yaptık. En önemlisi nedir biliyor musunuz? 

Biz sadece o dönemin değil, aynı zamanda bu dönemin de insanlarıyız. Acilciler adının yeniden popüler olmasını başka neye bağlıyorsunuz? 

Bundan sonrası gelecektir. Bazı arkadaşların değişik olumsuzlamalara, sözde eleştirilere fazla itibar ettiklerini düşünüyorum. Hatamız, eksiğimiz her zaman vardır, ama biz yapıyoruz. Yüzde 70-80 başarılı oluyoruz. Biz yaparız, birileri de bizim yaptıklarımızın eleştirisini yapabilir. Bu da bir çeşit işbölümüdür, öyle değil mi? 

Kendimizi bilelim ve bu kendini bilmek iki anlama gelir: 

Birincisi, sürekli öğreneceğiz. Kendimizi dev aynasında görmeyeceğiz ve dikkatli olacağız. Söylediklerimizi yapmak öncelikle bizim için önemlidir. 

İkincisi, kendi değerimizi bileceğiz. Bazı tipleri küçük olarak değerlendiriyorsak, bu onları küçük gördüğümüzden değil, gerçeği söylememizden, yani onların küçük olmasından kaynaklanır. Küçüğe küçük demek onu küçük görmek değildir. 

Biz söylediğimizi yapıyoruz ve söylediklerini yapmayanlar ya da yapamayanlar da bizden ciddiye alınmayı beklemesinler. 

Son olarak, sahip olunan coşkuya büyük değer veriyorum. Unutmayalım, ne istediğini bilmek önemlidir, ama o istediğinizi nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız, ne istediğinizin önemi de kaybolur. Bu dünyada herkes bir şeyler istiyor, marifet istemek değil, yapmasını bilmektir. Bakın bu konuda hiç fena değiliz. Bunu sürdürmemiz gerekir. 


24 Ekim 2012 



ENGİN KÜFÜR BİLMEZ


Geçenlerde Paris’te idim ve İrfan Dayıoğlu ile de konuştuk. Mihrac Ural’ın bana saldırırken kullandığı yöntem konusunda yaptığı bir belirleme dikkatimi çekti. Anladığım kadarıyla Mihrac Ural “sermayeyi kediye yüklemiş” ve “Engin küfür bilmez, küfür edersek etkilenir, bu işi bırakır, köşesine çekilir” diye düşünmüş. Mihrac Ural ve çetesinin hareket tarzına bakarsanız, bu belirlemenin doğru olduğunu görürsünüz. 

Mihrac Ural, Mehmet Yavuz, Hasan Balcı tümüyle aynı yöntemi kullandı. Küfredersek Engin etkilenir, geri çekilir!.. 

Etkilenmediğimi görünce şaşırmış olsalar gerektir. Bu kez ne yapsınlar, dağarcıkta başka sermaye de yok, o kadar çaresiz insanlar, bu nedenle küfretmeye devam ettiler. Yine bir şey olmadı, daha doğrusu bana olmadı, onlara oldu. 

Küfür bilmiyorum diyemem. Adana’da doğup büyüdüm ve iki yıl sekiz aylık hapishane yaşantımın yaklaşık yarısı da ülkenin seçme denilebilecek siyasi olmayan tutuklu ve mahkumları arasında geçti. Bu nedenle küfür edebiyatım fena değildir ama karşımdakine sürekli küfür etmeyi marifet değil çaresizlik saydığım için genellikle küfür kullanmam. 

Üstelik Türkçenin oldukça ince küfürleri vardır. Örneğin, karşınızdakine “Sizin mideniz dört bölüm galiba” dediğinizde, bu ona öküz demenin başka türlüsüdür. Ya da “zekâ yaşınız biyolojik yaşınızdan bile küçük” demek, geri zekâlı demenin öteki çeşididir. Mihrac Ural ve çetesi bu tür belirlemeleri anlamaz, bu nedenle de kullanmadım. 

Eskiden beri söylerim, tekrar edeyim: Bilgi, zekâ, kültür düzeyi önemlidir ama lümpen-serseri kategorisine giren tiplerle uğraşmak için yetmez. Bu tipleri onların düzeyine inmeden nasıl tepeleyeceğinizi bileceksiniz. 

Öncelikle uzun soluklu olacaksınız. Karşınızdakilerin bütün numaralarını geçersizleştirecek kadar uzun soluklu olmalısınız. Bunlardan pisliğin her türlüsü beklenir. Karakterleri buna uygundur ve bunun örneklerini yeterince gördük. 

Hokkabaz gibidirler. Ortaya bir şey atarlar, tutarsa ne iyi. Tutmazsa, sanki onu söyleyen kendileri değilmiş gibi hemen başka şeye geçerler. Bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak komik oluyorlar, alay konusu oluyorlar. Her numarayı denerler ve bunlardan etkilenmediğinizi görünce de ne yapacaklarını şaşırırlar. 

Önceden söylemiştim, tekrar edeyim: Mihrac Ural yıllarca bu tür numaralarla insanları susturdu. Mihrac Ural’a karşı insanlarda öylesine büyük bir tepki vardı ki, “bu insanlar yıllarca neden sustu” diye düşündüm. 

Mihrac Ural’ın Muhabaratçı’lığını bilmeyen yoktu. Ek olarak, devrimci cinayetleri, hırsızlığı ve diğerleri tümüyle olmasa bile büyük oranda biliniyordu. Dört yoldaş Mihrac Ural’ın emri üzerine El Fetih’e saldırır ve bu saldırıda öldürülürler. Arkasından “onlar İsrail’e karşı savaşırken şehit düştü” diye tören düzenlemeye kalkar! 

Bitmedi, bu yoldaşların “kan parası”nı da Suriye hükümetinden almayı ihmal etmez. Çok sayıda kişi bunu biliyormuş, ben daha sonra öğrendim. Biliyordu da neden konuşmuyordu? Mihrac Ural tehdit ettiği için konuşamıyordu. Ajan der, itirafçı der, polis der ve der oğlu der. Aman bana bir şey denilmesin diye kimse konuşamıyordu. 

Sen bu kadar ürkek korkak davranırsan, karşındaki her numarayı yapar ve yıllarca işi böyle götürür. Aynı numaranın bu sitenin kendisi hakkında açıklamalar yapan yazarlarına yönelik olarak da tutacağını sandı. Bunun için çetesiyle birlikte büyük çaba harcadı, ama olmadı. 

Mafyanın bile düzeylisi vardır. Sicilya filmlerini izlediğinizde orada mafya çetelerinin birbirlerine karşı zekâ dolu oyunlar oynadıklarını görürsünüz. Bunlar suç örgütleridir. Cinayetten uyuşturucu işine, kaçakçılıktan kadın satmaya kadar para getirebilecek her işle uğraşırlar. Ama sahip oldukları düzeyi görmek ve takdir etmek gerekir. 

Mihrac Ural ise ayak takımı özelliğinden başka özelliği yok. Sefil, düzeysiz, hava atmanın ve gösteriş yapmanın ötesinde hiçbir şeyi bulunmuyor. Adamları da bundan farklı değil. 

İbrahim’in yaptığı bir belirleme doğrudur: Mihrac Ural’ı 12 Eylül kurtardı!.. 

12 Eylül olmasaydı, ülkedeki ortam biraz daha sürseydi, Mihrac Ural’ın ipliği pazara çıkardı. Değişik bölgelerde adamlarıyla ne tür bir örgütlenme yaptığı gittikçe daha fazla açığa çıkıyordu. 12 Eylül ve ardından da Suriye Muhabarat’ı Mihrac Ural’ı kurtardı. 

Suriye olmasa, Muhabarat olmasa, Mihrac Ural çoktan bitmişti. Arkasından Muhabarat’ı çekin, Mihrac Ural bitmiştir. Dikkate alınabilecek hiçbir özelliği yoktur. Abartır, hava atar, insanları birbirine karşı kullanır, çok yalan söyler ve sadece bu özelliklerle de fazla gidilmez. 

Sağolasın 12 Eylül, sağolasın Muhabarat. Mihrac Ural hem Türkiye Cumhuriyeti devletine hem de Suriye devletine elinden geldiğince çabalayarak borcunu ödemeye çalıştı. Ödeyebildi mi? 

Bu onların sorunudur. Mihrac Ural adlı ajana yapılabilecek en büyük kötülüğü yaptık. Kulağından tuttuk, deşifre ettik, kullanılamaz duruma getirdik. Yazının sonunu güzel bir küfürle bağlayacaktım ama vazgeçtim... 


14 Ekim 2012 



BAHÇELİEVLER KATLİAMI'NIN 34. YILI


34 yıl önce, 8 Ekim 1978 günü Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi genç (Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence) oturdukları daireyi basan MHP’liler tarafından öldürüldüler. 

Birisi yastıkla boğularak, dördü kafasından vurularak, ikisi ise Eskişehir yolunda öldürüldü. Öldürenlerin başında Abdullah Çatlı vardı. Haluk Kırcı, Ünal Osmanağaoğlu, Bünyamin Adanalı, Ercüment Gedikli, Mahmut Korkmaz ve Kadri Kürşat Poyraz da katliama katılan öteki isimlerdi. 

Abdullah Çatlı Susurluk’taki kamyon kazasında öldü. Ötekiler değişik hapis cezalarına çarptırıldılar ve hapiste kalan son ikisi de AKP hükümetinin gayretiyle zamanından önce tahliye oldu. 

Abdullah Çatlı MHP’li idi, derin devletin elemanıydı. 

Bu sitede açıklandı: Çatlı, Paris’te bulunduğu yıllarda Acilci de oldu. THKP-C/Acilciler adına Fransa’dan politik sığınma hakkı aldı. Referansı da o zamanki Acilciler’in Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Bayram (Salih Hoca) idi. Bunun için kaç para ödedi ve bu para Kemal Bayram ile Mihrac Ural arasında nasıl paylaşıldı, bilmiyoruz. 

Biliyor musunuz; Papa suikastına karışanlardan birisi olan Oral Çelik de Acilciler adına pasaport alanlar arasında imiş. Normaldir, beklenir! 

Bunlar 1980’li yılların ortalarında olmuş olsalar gerektir. Bir kaç yıl önce, 1982’de bu örgütle her türlü ilişkimi kesmiştim. Buna rağmen ilk duyduğumda açıkçası yüzüm kızardı. Devrimcilikten vazgeçtik, demokratlıktan da vazgeçtik, ama insan bu kadar düşebilir mi? 

Namlı faşistlere para karşılığında iltica pasaportu alanların uyuşturucu ve kadın pazarlaması konusundaki sonraki marifetlerini duyunca insan artık şaşırmıyor. Bu kadar düşenden artık her şey beklenir. 

Beş devrimcinin katlini, örgütün Muhabarat’a pazarlanmasını, örgüt servetinin cebe indirilmesini ve tanınmış faşistlere para karşılığında iltica pasaportu alınmasını düşündükçe, bu tiplerin gerçek çehresini ortaya çıkararak devrimci harekete ne büyük bir hizmet yaptığımızı daha iyi anlıyorum. 

Hiç bilmiyor değillerdi, ama ayrıntılarıyla öğrendiler. Açıkçası bu kadarını biz de bilmiyorduk ve biz de yeni öğrendik. Bahçelievler katliamının yönetici sanığına Acilciler adına iltica pasaportu almak!.. Böyle bir şey olabileceği kimin aklına gelir? 

Düşmenin sınırı yok ve çamura giren de yürüyor. 


8 Ekim 2012 



MİHRAC URAL VE SURİYE CASUSLUĞU


Aşağıdaki yazı Sabah gazetesinde yayınlanalı on dört yıl oluyor. Önce bu haberi okuyalım: 


« Ankara – Suriye’de okuyan Türk vatandaşı bir üniversite öğrencisi Hatay’daki askeri tesislerin fotoğraflarını çekip Suriye’ye götürürken MİT ve Emniyet’in ortak operasyonu sonucu yakalandı. Ağustos ayında yakalanan 23 yaşındaki Ecevit Bahçecioğlu “ülke aleyhine casusluk faaliyetinde bulunmak” suçundan yargılanacak. Bahçecioğlu olayı, Türkiye’ye karşı düşmanca tutumu ve terörü desteklemesi nedeniyle Türkiye'nin sert tepkisine neden olan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın, ülkesinde öğrenim gören Türk öğrencilere çengel atarak “casusluk” yaptırdığını ortaya koydu. 

Suçu: Casusluk 

Alınan bilgilere göre, MİT ve Emniyet İstihbarat Şubesi ekipleri tarafından uzun süre izlenen Ecevit Bahçecioğlu, sınır kapısından çıkış yaparken askeri tesislerin filmleri ve örgütsel dokümanlarla birlikte 21 Ağustos günü yakalandı. “Casusluk” suçlamasıyla tutuklanan Bahçecioğlu’nun, askeri birliklerin fotoğraflarını çekilmesi emrini, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi - Acilciler Örgütü’nün Suriye temsilcisi Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci’den aldığını itiraf etti. 

Şam Üniversitesi Basın-Yayın öğrencisi olan Ecevit Bahçecioğlu ifadesinde, Marksist-Leninist düşünceye sahip olduğunu belirtti. Bu temele dayalı bir devlet kurmak amacıyla silahlı mücadeleyi esas alan yasadışı Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi - Acilciler Örgütü üyesi olduğunu belirtti. 

Bahçecioğlu, “Örgüt, Hatay’ın Suriye Devleti’nin bir şehri olduğunu ve 23 Temmuz 1939’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından işgal edildiğini savunmakta olup, bu nedenle de Suriye yönetimi tarafından kendilerine her türlü desteğin sağlandığını, örgüt mensuplarına Suriye Devleti’nden her türlü maddi ve manevi imkânların sağlandığı bir örgüttür” dedi. 

Nasıl girdim? 

“Casusluk” suçundan cezaevine konulan Ecevit Bahçecioğlu, örgüte üye olduktan sonra Suriye’nin başkenti Şam’da örgütün Ortadoğu sorumlusu olan Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci ile Şam Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan Necdet İnal aracılığıyla tanıştığını söyledi. 

Ali Zeya’nın talimatı ile Deniz Arslan, Tevfik Duran, Necdet Ünal, Metin Karasu ile birlikte Antakya’ya her gelişlerinde örgütün görüşleri doğrultusunda yayın yapan dergiyi Suriye’ye götürüp dağıtımını yaptıklarını anlatan Ecevit Bahçecioğlu, askeri birliklerin fotoğraflarının çekilmesi ve bunların Suriye’ye götürülmesi olayını ise şöyle anlattı: “Okulun tatile girmesinden sonra örgütün Ortadoğu sorumlusu Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci, Hatay iline gitmemi ve İskenderun ile Samandağı ilçelerindeki askeri tesislerin resimlerini çekerek kendisine getirmemi söyledi. Ben bu resimleri ne yapacağını söyleyince bunların ileriye yönelik bir çalışma için lazım olduklarını söyledi, ancak nasıl bir çalışma yapılacağını söylemedi. Bu konudan örgütün Türkiye sorumlusu İsmail Erdoğan kod adlı Ahmet Kılıç’ın da haberi olduğunu, Hatay’da bu örgüt mensubu ile ilişki kurmamı söyledi. Ben de bu talimat üzerine 28 Temmuz 1994 tarihinde Türkiye’ye giriş yaparak Hatay iline geldim. 29 Ağustos’ta Antakya ilçe merkezinde örgütün görüşünde faaliyet gösteren Anadolu Kültür Merkezi’ne gelerek, Nazlı Gözel isimli bayan vasıtasıyla İsmail Erdoğan kod adlı Ahmet Kılıç ile Armutlu Mahallesi’ndeki ziyaret yerinin yanında buluştum. Durumu kendisine anlatınca, haberinin olduğunu söyledi ve görevi yerine getirmemi belirtti.” 

“Denize gidiyor gibi” 

Bu görüşmeden 4 gün sonra Deniz Aslan’ın fotoğraf makinasını alarak talimat gereği önce İskenderun’a gittiğini, burada bulunan 39. Mekanize Tugay Komutanlığı’nın ve askeri tesislerinin fotoğraflarını çektiğini anlatan Ecevit Bahçecioğlu ifadesini şöyle sürdürdü: “Daha sonra Samandağı ilçesi Çevlik Beldesi’ne gittim. Kendime denize gelmiş süsü vererek, kaldığım 4-5 gün içerisinde bu yöredeki askeri tesislerin resimlerini çektim. Daha sonra, İsmail Erdoğan kod adlı Ahmet Kılıç ile Antakya’da yaptığımız örgütsel buluşmada Suriye’den istenen resimleri çektiğimi söyledim. Bu örgüt mensubu da bana, filmi makinadan çıkartmamamı ve tab ettirmeden makina içerisinde Suriye'ye götürmemi söyledi. Ben de, bunun üzerine içerisinde resimlediğim askeri tesislerin fotoğraf filmi bulunan makinayı kendi evimizde bana ait olan eşyaların içerisinde muhafaza ettim. 17 Ağustos’ta Samandağı çıkışındaki Kar Ticaret’in yanında İsmail Erdoğan’la buluştuk. 2 gün sonra aynı yerde buluşmamızı ve kendisinin THKP-C-Acilciler örgütünün Suriye temsilcisi Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci'ye verilmek üzere, içerisinde örgütle ilgili önemli dökümanların bulunduğu bir zarf vereceğini söyledi. 19 Ağustos'ta buluşma yerine gittim. Vermiş olduğu zarfı alarak 21 Ağustos'ta zarfı ve filmi Suriye'ye götüreceğimi söyleyip, ayrıldım.” 

Sınırda yakalandı 

21 Ağustos'ta valizine birkaç eşofman, viski koyarak ve kendisine bavul ticareti yapıyormuş süsü vererek örgütsel dökümanların bulunduğu zarfı ve askeri tesislerin filmini alarak otobüse binen Ecevit Bahçecioğlu’nu uzun süredir izleyen MİT ve Emniyet İstihbarat Şubesi ekipleri, bağlantılarını belirleyebilmek için son dakikaya kadar operasyon yapmadılar. Bahçecioğlu, sınır kapısından tam çıkarken istihbarat görevlileri harekete geçti. Bahçelioğlu, ifadesinde nasıl yakalandığını şöyle anlattı: “Cilvegözü kapısında yapılan kontroller sırasında güvenlik görevlileri valizimde arama yapıp, THKP-C-Acilciler Genel Sekreterliği’ne yazılmış örgütün Türkiye dönem raporlarını bulmaları üzerine söz konusu örgütsel dokümanlar ve filmlere el koydular.” 

İfadesinde, örgütün Genel Sekreterliği’ni Mahir-Bedrettin kod adlarını kullanan Mihraç Ural’ın yaptığını kaydeden Ecevit Bahçecioğlu, örgüt ile ilgili ayrıntılı bilgi verdi. » (SAYGI ÖZTÜRK - Sabah Gazetesi - 15 Ekim 1998) 

Mihrac Ural’ın Suriye casusu olduğu ve örgütü de bu amaçla kullandığı Ecevit Bahçecioğlu’nun anlatımlarında yeterince açık olarak görülüyor. Operasyonunun yapıldığı tarih de Abdullah Öcalan’ın Türkiye’nin askeri baskısı sonucu Suriye’den çıkarıldığı tarihe çok uzak değil. 

Mihrac Ural ve zamanın Muhabarat Acilciler’inin Suriye’yi korumak için bilgi toplamaya yöneldikleri görülüyor. 

Bu yazı yaklaşık dört yıl önce dikkatimizi çekti ve biz de yayınladık. Yazının yayınlanmasıdan sonra bir açıklama yapan Mihrac Ural, bu davadan beraat ettiğini söyledi. Herkesi aptal yerine koymak bu zatın bilinen yöntemidir. 

Mihrac Ural bu davadan ceza almadı, çünkü yakalanıp mahkemeye çıkmadı ya da hiç ifade vermedi. Dolayısıyla dosyası ayrıldı. Davadan ceza almamakla beraat etmek birbirinden çok ayrı şeylerdir. 

“Mihrac Ural’a Suriye casusu olduğu için ceza vermek gerekir mi?..”  diye de sorabilirsiniz. Deşifre olmak bir casusa verilebilecek en büyük cezadır. O deşifre olur, cezayı da ülke içindeki işbirlikçileri alır. 

Mihrac Ural ile ilişki içinde olmak, Muhabarat olarak kuşkulanılmak için yeterli bir nedendir. 


26 Eylül 2012 



BİR ÖRGÜT BİTMİŞSE BİTMİŞTİR


Cumartesi günü Mannheim’da Kürdistan Festivali'nde idim. Bu tür festivaller aynı zamanda birbirine uzak yerlerde oturan insanların yılda bir kez birbirlerini görme yeridir. Bu kez de öyle oldu. 


Adı gerekli değil, 1980 öncesinin büyük örgütlerinden birisinden olan birkaç arkadaşla karşılaştım. Ama benim karşılaşmamdan ziyade onların birbirleriyle karşılaşması ilginçti. Başladılar örgütün durumundan konuşmaya. Birisi örgütün en büyük kişisine toplantıda neler söylediğini anlatıyordu: “Yüzüne karşı, senden bir şey olmaz dedim!..” dedi. Öteki başka bir şey ekledi. 


Ardından “Hakiki …” örgütünü savunan ama ne yaptığını ve yapacağını da bilmeyen birkaç kişiyle dalga geçildi. Otobüs firmaları gibi, bir örgüt var bir de adının başına hakiki geleni vardı. Derken bir başkası örgütün en büyük ismiyle bir müridinin söz konusu toplantıdan sonra birlikte içtiklerini ve hüzünlenip “biz bu duruma düşecek insanlar mıydık” diye ağlamaklı olduklarını anlattı. Konuşma biraz gırgır ve şamatayla son buldu. Yazık tabii. 

Örgütün sona ermesine yazık değil. Devrimci hareketlerin tarihlerinde çok sayıda örgüt sona erdi. Bunlarınki de ne ilktir ne de son olacaktır. Yazık olan, artık bulunmadığı bilinen bir yapıyı varmış gibi göstermek için zorlamak ve gülünç durumlara düşmektir. 

Bir örgüt bitmişse bitmiştir. Bunu kabul edeceksin. Bazı kişiler tarafından bir türlü kabul edilemiyor, çünkü var olmalarını o örgüte borçlular. Örgüt lideri tam anlamıyla bu durumda. Tanıyorum da, geçmişte belirli işlevleri yerine getirmiş bir kişi. Örgüt de 1980 öncesinde solda büyükler arasında sayılan örgütlerden bir tanesi. O örgüte yıllarını vermiş insanlar için bu durum acı olabilir ve bu durum anlaşılabilir bir şeydir. Ancak tiyatro oynamanın, insanları ve kendini kandırmanın gereği yok, 

Örgütün adını ille de yaşatmak için o örgütün teorisine acayip eklemeler yapmaya ve kendini gülünç duruma düşürmeye de hiç gerek yok. Örgütler gibi bazı insanlar da bittiler. Üretemiyorlar... 

Çok çaba gösterdiler, örgütleri devam ettiği yıllarda onlara umut bağlandı, ama olmadı, olmuyor. Demek ki bu insanların dönemi bitti. İnsan bunu kabul etmelidir.  

Sol geniş bir alandır. Solda olan herkese orada yer vardır. Ama insanın kendini zorlayıp yapamadığı işlere kalkışması, başarısız olduğu halde yeniden kalkışması uygun davranış değildir. Bu tür arkadaşlar giderek alay konusu olduklarını fark etmiyor olabilirler. Ben fark ediyorum ve bazı insanlar adına da açıkça üzülüyorum. 

Yıllarca mücadele etmişler. Bir sürü şey yapmışlar. Ama bitmiş, eski konumlarını korumaları mümkün değil. Kendilerini yenileyememişler. Bundan sonra da bunu başarabilmeleri mümkün görünmüyor. O zaman kendini komik duruma düşürmeden daha geri plana çekilmek gerekiyor. İnsanın bunu zamanında anlaması ve yapması gerekir. TKEP’in yönetim kadrosu bunu zamanında anladı ve yaptı. 

Dünya değişti, ülke değişti, insanlar değişti ve kendi aramızda bu yeni durum üzerine anlaşamıyoruz. O zaman bu örgüt bitmiş demektir ve herkes kendi yoluna gider. Nitekim, yönetim kadrosundan solu bırakan da olmadı, ama farklı yerlerde mücadelelerine devam ettiler, ediyorlar. Doğrusu da budur. Artık yaşamasının maddi koşulları bulunmayan örgütü ajitasyonla, abartmayla ve bir takım numaralarla varmış gibi göstermenin anlamı yoktur. Bunun yerine, kafanıza uygun başka bir alana gidin, orada mücadele edin. 

Bizim geçmişimizin, Acilciler’in adı son birkaç yıldır yeniden duyuldu. Böyle olmasının nedeni, örgüt tarihiyle ilk hesaplaşmayı yapan ve içindeki karanlık kişiyi ve onun yandaşlarını ortaya çıkaran örgüt olmamızdan geliyor. Ama böyle yaparken de bu örgütün 1988’de bittiğini sürekli söylemekten geri durmadık. Muhabarat Acilcileri denilebilecek bir çete var, muhtemelen halen de vardır, ama bu eski Acilciler değildir. 

Bambaşka koşullarda kurulmuş ve mücadele etmiş bir örgütü orasına burasına komik eklemeler yaparak bugüne taşımaya kalkmadık. Bir örgüt bitmişse bitmiştir ve bunu zamanında kabul etmek gerekir. Kabul etmeseniz de hayat kabul ettirir ve dahası gülünç duruma düşersiniz. 

Suriye Acilcileri, Mihrac Ural Acilcileri, Muhabarat Acilcileri adı son dönemde Suriye ile bağlantılı olarak yeniden duyulmaya başladı. Hatay’da var olan hoşnutsuzluğu Muhabarat’a bağlamak sadece devletin işi değildir. 

Mihrac Ural’ın sık sık kendisinin ve Muhabarat Acilciler’inin Beşir Esad’ı nasıl desteklediğini, Hatay halkının da kendilerinin arkasında olduğunu yazılı olarak gazetelere ve ajanslara gönderdiğine eminim. İnanmayan oralardan bir tanıdık bulsun ve sorsun. Bunun ardından Muhabarat’ı çıkarmak zor değil. Mihrac Ural’ın Muhabarat olduğunu bilmeyen mi var? 

Mihrac Ural bir yerde varım diyorsa, yanına Muhabarat’ı eklemek zor değildir. Gazeteler de bunu yapmışlar. 


14 Eylül 2012 


HATAY'DA KIŞKIRTMALAR


Geçtiğimiz Pazar günü stüdyosu Köln’de bulunan Tele10’daki bir programa katıldım. Avrupa Barış Meclisi temsilcisi olarak katıldığım programın konusunu savaş ve barış olarak biliyordum, ama iki saatlik programda neredeyse tümüyle Hatay konuşuldu. 

Tele 10 ağırlıkla Alevilere seslenen bir televizyon kanalı ve günün güncel konusu Hatay’daki Alevi-Sünni çatışması kışkırtması, Suriyeli mültecilerin durumları ve halktaki büyük rahatsızlık konuşuldu. Panele moderatörün ve benim dışında iki arkadaş daha katıldı ve aramızda önemli bir fikir birliği sağlandı. 

Bunların başında Suriye’deki çatışmanın Baas Partisi’nin yıllardır süren diktatörlüğü ile ilgili olduğu, Alevi-Sünni çatışmasıyla herhangi bir ilgisinin bulunmamasıydı. 

Bir başka ortak konu, Suriye’deki rejimin sadece Nusayrilere değil, Sünni burjuvazisine de dayandığı idi. Beşir Esad rejimine –tepkisel nedenlerle de olsa– destek olmak, kanlı bir rejimi desteklemek anlamına gelirdi. 

Program sırasında Hatay ve Mersin’den üç kişi telefonla programa katıldı ve bölgelerindeki durumu anlattı. 

Yaptığım konuşmalarda şunları söyledim: Türkiye sınırda tampon bölge kurmak için acele ediyor ve bu bölgenin NATO’nun sorumluluğunda olmasını istiyor. ABD Genelkurmay Başkanı tampon bölge fikrini reddetti. Türkiye’nin bu acelesi hangi nedenledir? 

Amaç, Özgür Suriye Ordusu adı verilen silahlı grupları bu tampon bölgeye çekmek ve yerleşim yerleri bu bölgede bulunan Kürtlere saldırtmaktır. AKP hükümetinin tampon bölge kurulması konusundaki acelesi bu nedenledir. 

Suriye’den göç etmek zorunda kalan ve Türkiye, Irak, Lübnan, Ürdün gibi ülkelere gidenlerin sayısı yaklaşık 200 bin kişi. Türkiye’nin nüfusunun Suriye’den üç kat fazla olduğu dikkate alınırsa, bu rakam Türkiye ölçülerinde 600 bin kişi demektir. Yüksek bir rakam.  

Bu insanların büyük bölümünün El Kaideci, Müslüman Kardeşler’den kişiler olduğunu iddia etmek tümüyle abartmadır. Böyle bir şey gerçek olsaydı, Suriye’deki rejim çoktan bitmiş demekti, zira göç etmek zorunda kalandan daha fazlası içerde bulunuyor. 

Bu insanlar esas olarak Esad rejiminin ya da Baas Partisi’nin zulmünden kaçan insanlardır. Son 30 yılda tarih kendi halkını uçaklarla bombalayan iki diktatör gördü: 1970’li yılların sonlarında Nikaragua’da Somoza ve 2010’lu yıllarda Suriye’de Esad. 

Bu savaşa dışarıdan karışanlar var mı? Tabii ki var. Hangi ülkedeki iç savaşa dışarıdan karışan yok ki! Üstelik Suriye tarihi boyunca çevre ülkelerin iç işlerine karışmadı mı? 

En açık örneği Lübnan’dır. Yıllarca bu ülkenin yaklaşık yarısını işgal altında tuttular ve Esad rejimine karşı olan Lübnan Başbakanı Hariri de 2005 yılında bombalı bir suikast sonucu Suriye tarafından öldürüldü. Cinayetin failini Birleşmiş Milletler’in Araştırma Komisyonu açıkladı. Sen yaparken iyi de, başkaları sana yapınca kötü mü oluyor? 

Türkiye’ye gelen sığınmacı sayısı 80 bin kişi kadar. Programa telefonla katılanlar Suriyeli sığınmacıların bir bölümünün halkı rahatsız ettiğini, lokantada yemek yiyip para vermediklerini, bazı evleri zorla işgal ettiklerini ve halkı “sıra Alevilere gelecek” diye tehdit ettiklerini açıkladılar. Burada neden sorusunun sorulması gerekir. Bu insanların Nusayrilerle derdi nedir? 

Müslüman Kardeşler Baas iktidarı altında büyük zulüm yaşadılar. Sadece 1981 yılında 30 bin kişinin öldürüldüğü Hama katliamını hatırlamak bile yeter. Bölgede son otuz yılın en büyük katliamıdır. Buna çok sayıda küçük örnekler de eklenebilir. Örneğin, 1980’li yıllarda Genelkurmay Başkanı olan Rıfat Esad’ın (Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşiydi) hapishaneleri basıp Müslüman Kardeşler’den olanları kurşunlaması gibi. 

1981 yılında Suriye’de iken Suriye Komünist Partisi’nin muhalif kesiminden konuştuğum kişiler (İngilizce konuşuyorduk) çok sayıda benzer örnek verdiler, “Sizdeki 12 Eylül rejimi bizim için demokrasidir!..” dediler. “Sizde askeri bile olsa mahkeme var, burada o bile bulunmaz.” 

Esad sülalesi Nusayridir. Müslüman Kardeşler (İhvancılar) de buradan hareketle bütün Nusayrileri düşman görüyorlar. Bu bir tepki düşmanlığıdır ve yanlıştır. İhvancılara tepki olarak Esad’ı desteklemek ise, bu düşmanlığa yeni gerekçeler sağlamak olur. 

Bir başka önemli nokta, Ihvancıların Hatay’ı Suriye’nin bir eyaleti (Liva İskenderun) olarak görmeleridir. Esad yönetimi yıllarca Hatay’ın Suriye’nin bir parçası olduğu propagandasını yaptı, insanlarını bu yönde eğitti. Esad’ı devirince sıra size gelecek sözünün arkasındaki gerçek, “burası zaten bizim” anlayışıdır. 

İhvancılar başka bir ülkedeki değil, kendi ülkesinden saydığı bir yerdeki Nusayrilere saldırmayı planlıyor. Telefonla bilgi veren konuşmacılar güvenlik güçlerinin İhvancıların fütursuz davranışlarına karşı sessiz kaldıklarını söylediler. 

Buna karşı yapılması gereken silahlanmak değil, sivil insiyatifler kurarak –tıpkı Suriye’deki Kürtlerin kendi bölgelerinde yaptığı gibi– denetimi sağlamaya çalışmaktır. Nusayrilerin Sünnilere karşı silahlanması, karşı silahlanmayı da getirir. Böyle bir çaba Alevi-Sünni çatışmasını Alevi tarafından kışkırtmak olur. 

Silah kimseyi korumaz ve hiçbir zaman unutmayın, el elden üstündür. Önemli olan gerilimi azaltacak önlemler alınmasıdır. Hatay’daki bazı Alevi gençlerin silahlı birlik oluşturmaya giriştikleri gibi duyumlar var. Bunların sayısı fazla olmadığı gibi girişimlerinin ciddi olduğunu da sanmıyorum. Gerçekten böyle bir girişim var ise, ateşle oynadıklarını kısa sürede göreceklerdir. 

Mihrac Ural, Hataylı Nusayrilere yönelik olarak “silahlanın, oraya gelen sığınmacılara saldırın” gibi emirler verebilir. Hatay’da bu adamı ciddiye alacak kadar aptal insanlar bulunduğunu sanmıyorum. Dört yıldır bu sitede Mihrac Ural’ın ipliği pazara çıkarıldı ve bu durumu Hatay’da bilmeyen yoktur denilebilir. 

Mihrac Ural’ın silahlı bir birlikle Suriye’deki muhalefete karşı savaştığı ise tümüyle palavradır. Konuşursunuz, fotoğraf gösterirsiniz, bunlar kolay şeylerdir. 

Mihrac Ural hayatında hangi askeri eyleme girmiştir ki, silahlı kişileri yönetsin? Türkiye’de iken iki silahlı eylemde iki kilometre kadar uzaklıkta gözcülük yaptığı söylenir ve hepsi bu kadardır. 

Muhaberat ve İran gizli servisi Suriyeli sığınmacılara karşı eylem düşünebilirler, mümkündür. Ama Hatay’da Mihrac Ural’ı kimse ciddiye almaz. Acilciler hiç almazlar, sadece alay ederler. Muhaberat Acilciler’i deseniz, deşifre oldular ve Adana’daki bir ağır ceza mahkemesinde yargılanıyorlar. Bunların bazı çabaları var mıdır, bilemem. Ateş olsalar nereyi yakarlar, orası da ayrı bir konu. 

Sonuç olarak; yapılması gereken gerilimi düşürmek için sivil insiyatifler kurarak gerekli adımları atmak gerekir. Kışkırtmalara gelmemek, tepkiler temelinde hareket etmemek gerekir. Esad rejiminin desteklenecek hiçbir yanı yoktur. İlle de desteklemek isteyen varsa gitsin Baas ordusunda savaşsın, zaten askere ihtiyaçları bulunuyor. Suriye’deki kanlı iç savaş daha sürecek gibi görünüyor... 


3 Eylül 2012 



ŞANS VE ŞANSSIZLIK


İnsanın sürekli olarak şanslı olması mümkün değildir ya da sürekli olarak şanslı olmayı beklemek kolaycılığa kaçmaktır ve bu da gerçekleşmez. Bir insanın şanslı olması, bu bakımdan genel bir değerlendirmedir. Önemli konularda genellikle şanslı olmayı içerir, her konuda şanslı olmak söz konusu değildir. 

Burada şans ile şansı kullanmak arasındaki ayrımı iyi gözetmek gerekir. Şans fırsatı ayağınıza getirebilir, ama siz onu kullanabilecek durumda değilsinizdir. Bu durumda “Şansım yok!..” diyemezsiniz, vardır ama siz kullanamamışsınızdır. 

“Şans ancak hazırlanmış kafalara yardım eder!..” sözü Pascal’a aittir. Çok sayıda bilim insanının tesadüf sonucu önemli bilimsel buluş yaptığı anlatılır. Evet, tesadüf vardır, ama o tesadüften sonuç çıkarabilmek becerisi de vardır. O beceri yoksa, ya da kafanız hazır değilse, tesadüf gelir ve gider ve siz farkında bile olmazsınız. 

Lise son sınıftayken fizik hocasının anlattığı bir konu sürekli aklımdadır: Konu Newton’un yerçekimini bulmasıyla ilgilidir. Newton bir elma ağacının altında otururken kafasına elma düşmüş ve bunun üzerine “Bu elmayı düşüren güç nedir?..” diye düşünmeye başlamış. Gerçek böyle değil, ama böyle olsun. “Newton’a gelinceye kadar nice kafalara nice elmalar düşmüştür ama kimse yerçekimini düşünmemiştir!..” demişti hoca. İşte budur. Kafanız hazırsa, rastlantı işe yarar. 

Kendime baktığımda, genellikle şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. Hayatımın önemli anlarında şansım hep yardımcı oldu. Bu konuda şikâyetçi değilim. Bugün yaşıyor olmamı bile şansıma borçluyum. Başka türlü de olabilirdi. Eskiden çok dikkatli bir insan olduğumu söyleyemem ve hatta bazı durumlarda ayakta uyuduğum bile söylenebilir. Beni kurtaran dikkatimden ziyade genel kültürümün iyi olmasıydı. 

Genel kültür çok önemli bir şeydir. Genel kültürü öğreten kitap yoktur. Genel kültür kitaplardan ve yaşanmışlıklardan öğrenilir. Bunların hepsi birleşir ve öyle sonuçlar çıkar ki, bu sonuçları herhangi bir kitap yazmaz. Mesela, bir kentin neresine ne zaman gidilir? Bunu bilmek kent kültürüyle ilgilidir. Yaşadığınız alanın kültürü de genel kültürün bir parçasıdır. 

İlker, Hasan Basri ve Yusuf Ziya’nın Malatya’da yaptıklarına bu nedenle bir türlü anlam veremem. Soğuk bir kış günü gece yarısı Malatya hükümet meydanında isen, ister istemez dikkat çekersin. Burası Kızılay ya da Taksim Meydanı değil. Burası başka bir yer. Kızılay doludur, sana kimse bakmaz bile. 

1975 yılının Ekim ayının sonlarında Balıkesir’de kısa dönem askerliğin son haftasındaydım. Neredeyse her hafta sonunda firar eder ve Ankara’ya giderdim, Pazar akşamındaki içtimaya da yetişirdim. Cumartesi sabah Balıkesir’den Bursa’ya iki saatte giderdim ve oradan Kamil Koç’a bin, 6 saatte Ankara ve pazar sabahı erkenden aynı yolu 8 saatte geri gidiyordum. Son hafta firar yoktu ve bu nedenle kenti dolaşmaya çıktım. Çıktım ama hemen dikkat çektiğimi fark ettim. Küçücük bir kent değil burası ama biraz dolaşınca dikkat çekiyorsunuz. Yürümenizden bile yabancı olduğunuz anlaşılıyor. Birkaç saat sonra şehir bitti ve ben de akşama kadar bir kahvede oturdum. 

Yüksel’in yaptığına da hiç aklım ermez. İçinde fünye olan dinamit lokumunu sıkıştırmak, olacak iş değil. Dinamit ile uğraşıyorsan, fünyenin ne kadar hassas bir şey olduğunu, kolayca patladığını da bilmek gerekir. Üstelik fünye patlaması çok pistir, öldürmez ama vücudunuza çok sayıda küçük parça saplanabilir. Dinamit kendi başına patlamaz, ateşe at, bir şey olmaz. Onu patlatan fünyedir ya da ateşleyicidir. Tıpkı atom bombasında olduğu gibi. Ateşleyici olmadan bombanın herhangi bir tehlikesi yoktur. 

Her iki konuda da şans var tabii. Ve bazen şanssızlığın sonuçları çok ağır olur ya da olay gelir gelir sizi bulur. Biraz daha dikkatli olmak ve genel kültür düzeyi şanssızlık ihtimalini azaltır ama tümüyle ortadan kaldırmaz. 

Abur cubur çok kitap okudum. Okuduğum ilk doğru dürüst kitap Heredot Tarihi idi. 11 yaşında ilkokulu bitirdikten sonra yaz tatilinde okumuştum. Evde vardı herhalde, yoksa nereden elime geçecek? 

Ortaokul son sınıfta iken –o yıllarda bitirme sınavları vardı– pek ders çalışmazdım. Bunun yerine 1964 yılında yeni yayınlanmaya başlayan Sherlock Holmes’i okurdum. Holmes 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz dedektifidir, polis romanlarının ilk büyük kahramanıdır ve olayları birbirine bağlayarak çözer. Büyük bir zevkle ve hem de defalarca okurdum. 

Sonra yine o yıllarda yayınlanan Pardayanlar ciltlerini okudum. Holmes’un aksine bu kitaplar bana zararlı oldu diyebilirim, zira bizim toplumumuzda şövalyelik denen şey yoktu, tersine puştluk vardı ve bunu öğrenmem zaman aldı. 

Holmes’un yazarı Conan Doyle’un öykülerini tek tek hatırlamam. Ama bu kitaplar sonraki yıllarda bana çok yararlı oldu. İnsana düşünme tarzı kazandırıyorlardı. Türklerde pek bulunmayan analitik düşünce tarzına biraz zorlanarak da uyum sağlamam bu sayede olmuştur diyebilirim. 

Öykülerdeki bir örneği halen hatırlarım. Holmes, o yıllarda tanınan Cuvier’i örnek veriyordu. “Cuvier nasıl bir hayvan fosilinin küçük bir parçasından hareket ederek bütün iskeleti ortaya çıkarabiliyorsa, siz de önemli bir olaydan hareket ederek olayın öncesini aydınlatabilirsiniz!..” diyordu. Bunun için iyi bir düşünme tarzına ve yan bilgiye ihtiyacınız vardır. Geçmişe yönelik olarak bilgiyi birleştirir ve doğruya yakın sonuçlara varırsınız. 

Almanya’da üniversite okurken öğrendiğim Rekonstruktion (yeniden yapılandırma) yöntemi bu nedenle olsa gerek çok hoşuma giderdi. Geçmişteki bir olayı eldeki birkaç parçadan hareketle yeniden kuruyorsunuz ve bilinen bilgiler temelinde sınayarak ne oranda doğru olduğunu saptıyorsunuz, eksikleri tamamlıyorsunuz. Her yeni bilgiyle tablonun başka bir parçası tamamlanır. 

Tarih, sondan geriye gidilerek yeniden kurulur. Baştan başlarsanız olayların içinde kaybolursunuz, sondan başlamanız gerekir. Siteyi uzun zamandır izleyen okurlar, “Siz de iyiymişsiniz yani” diyeceklerdir. Haksız da sayılmazlar. Suriyeli soytarının gerçek yüzünü ortaya çıkarırken sondan başlayıp başa doğru gittik. Suriye’den başlayıp öncesine geçtik. Her yeni bilgi tabloyu biraz daha tamamladı ve sonunda gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıktı: İçimizdeki ajan... 

Örgütsel tarihimiz ve devrimci hareketle ilgili önemli bir gerçeğin ortaya çıkarılmasının yanı sıra bizim için de iyi bir zihinsel çalışma oldu. Zürih’te İbrahim ve Haydar ile birlikte geç saatlere kadar oturup konuyu tartıştığımız geceyi unutmam. Konuşurken kafamda bir ampul yanıverdi: İnsan hapishaneden çıktıktan sonra ülkeyi apar topar terk ediyorsa, bir şeyden kaçıyor demektir. Neden kaçıyordu? 

Bir şeyi bulmanız için önce ne aradığınızı bilmeniz gerekir. Ne aradığını ve onu nerede arayacağını bileceksin. Bahçede kaybedilmiş anahtarı tarlada ararsan, bulamazsın. 

Bilgi çok, oluk gibi bilgi akıyor. Ama bilgi kendi başına fazla işe yaramaz. Tersine inanılır ama bu doğru değildir. Almanya’da üniversiteyi bitirirken diploma tezi hazırlamanız gerekir. Benim tez, Bulgaristan’da sosyalizmden kapitalizme geçişle ilgiliydi ve tez hocasının bana, “Bilgin iyi, ama yazdıkların salata gibi, sistematik yok!..” dediğini unutmam. Kadın haklıydı ve o sistematiği öğrenmek için hayli çaba harcamam gerekti. 

Bir sürü bilgiyi ortaya yığarsanız, sonuç çıkaramazsınız. O bilginin iç bağlantılarını bulmak, başka bir deyişle bilgiden bilgi üretebilmek gerekir. Yoksa profesör kadının dediği gibi ortaya salata benzeri bir tez çıkar. Zavallı Miro, öyle bir zamanda çıktı ki ortaya... 

Her şey hazırdı. On yıl önce bu performansı gösteremezdim. Şans hazırlanmış kafalara yardım etti. Her zaman böyle olmuyor tabii. Bazen erken harekete geçmek zorunda kalıyorsunuz, koşullar olgunlaşmamış ve kaçınılmaz olarak sıkışıyorsunuz. 

Bu kez öyle olmadı. Hem ben ve hem de başka arkadaşlar, herkes hazırmış... 


28 Ağustos 2012 



ACİLCİLER VE ISPARTA CEZEVİ İSYANI (3)


Sabah koğuş kapıları açılırken mahkumun bir bölümü geceden hazırlıklı olduğu için iki gardiyanı kaparlar ve isyan başlatırlar. Öteki gardiyanlar kaçar. Ardından bizim koğuşun kapısındaki kilidi kırdılar ve böylece dışarıya çıkmış olduk. Çıktık da ne yapacağız? 

Cezaevi hayatında en tecrübeli olanlar ben ve Ali, ama isyan nasıl yapılır bilmiyoruz. Bize gerek yok, İstanbul mahkumu biliyor. İlk iş olarak birkaç koğuş yemekhanesindeki masa ve sıraları çıkarıp kapıaltı girişine üst üste yığdılar. İsyanda ilk kural, ne yaptığının görülmemesiymiş. Bu nedenle görüş açısını kapattılar. Ardından bütün koğuşların kapıları dışarıdan kapatıldı ve koğuşlara girmek yasaklandı. Koğuşların yukarıdan kapısı da vardı ve sadece dışarıdan açılabilirdi. Buradan kolayca baskın yiyebilirdik. Bu nedenle alt kapılar kapatıldı. Sadece müşahade bölümü ya da hücreler bölümü açık kaldı. Tuvalet olarak da buradakiler kullanılacaktı. İsteklerimiz belli: Sürgüne gönderilenlerin geri getirilmesi ile savcıya işten el çektirilmesi. 

İki gardiyanın başına nöbetçi dikildi, tuvalete bile nöbetçilerle gideceklerdi. Cezaevi yönetimi ilk iş olarak elektrik ve suyu kesti. Bizimki de kafa yani, baştan düşünüp biraz su depolamamız gerekirdi, düşünemedik. Baktım kısaca koğuşlara girilip kap kacak toplanıyor. Kapıaltına yakın bir yerdeki kapıyı açıp oradaki küçük avluya çıktılar. Orada yerde büyük bir musluk varmış ve cezaevinin suyu kesilse bile oradan su gelirmiş. Sessizce buradan kapları doldurmaya başladılar. Bir süre sonra idare uyandı ve oraya jandarma geldi. Biz de kapıyı kapatıp içeri girdik ama epeyce su almıştık.Bu yöntem bizim aklımıza gelmezdi doğrusu. 

Peki, ışığı nereden bulacaktık? Gündüz durumu idare etmek mümkündü ama gece zifiri karanlıkta ne yapacaktık? Karanlık demek, durumu kontrol altında tutamazsın demek. Unutmamak gerekirdi ki, mahkumun içinde idareyle hemen işbirliği yapacak olanlar az değildir.

Kimin ne yaptığını sürekli görmemiz gerekiyordu. Birkaç arkadaş kantine girdi ve bütün zeytinyağı tenekelerini çıkardılar. Küçük tenekeleri kenardan deldiler, kumaş mendil veya çarşaf parçasını içine sarkıtıp yaktılar. Biraz isliydi ama doğrusu iyi ışık veriyordu. İsyan süresince bu ışıkla idare edecektik. Birkaç tane yakılınca her tarafı görmemiz için yeterliydi. 

Koridorda bir telefon varmış, bilmiyordum. Telefon çalınca haberim oldu. Dışarıdan arıyorlardı ve bir gardiyan benimle görüşmek istiyordu. “Arkadaşlarımıza bir şey olmasın, onlar size emanet!..” gibisinden şeyler söyledi. Ben de rehin gardiyanlara bir şey olmayacağını söyledim. 

Siyasilerin varlığı mahkumun birbirine düşmemesinin garantisiydi. Bizim en önemli işlevimiz buydu. Yoksa geriye kalan işi İstanbul mahkumu yapıyordu. Rehin gardiyanlardan özellikle adı Bekir olanına dikkat etmek gerekiyordu. Gerici ve mahkuma karşı şiddet kullanmış bir tipti. Bu nedenle Bekir’i gözüne kestirmiş olanlar az değildi. Adam yalvaran gözlerle bize bakıyordu sürekli olarak. 

Üçüncü günün gecesi açlıktan ve yorgunluktan baygın düşüp saatlerce uyuduğumu hatırlıyorum. Kantindeki yiyecekler neredeyse bitmişti, herkes asgari oranda bir şeyler yiyordu. Dışarıdakileri korkutmak için “elimizde patlayıcı var” numarasına yatıyorduk. Sivriltilmiş birkaç aletten başka şeyimiz yoktu gerçekte. Ben kimyacıydım ya, zeytinyağından patlayıcı yapmıştım. Nasıl olsa bunlar bir şeyden anlamaz, ona güveniyordum. 

Beşinci gün öğleye doğru dama çıkıp inen arkadaşlar cezaevinin sarıldığı bilgisini getirdi. Baskın geliyordu. Ara bölümden geçerek kadınlar koğuşunun mazgalına gittim. Belma’yı çağırdım. Yanımda birkaç alet getirmiştim ama onlarda zaten varmış. Vedalaştık, bir daha ne zaman görüşürüz bilinmezdi.  

Geri döndükten kısa bir süre sonra aniden üzerimize ateş açıldı. Kurtuluşçu arkadaş birkaç metre yanımda bacağından vuruldu. Mermi baldırını delip geçmiş. Maltadaki kalabalık duvar kenarına çekildi. Komando tabundan askerler içeriye girdiler. 

Asker kimi aradığını biliyordu, Ali ile beni hemen yakaladılar. Öteki tip daha sonra ortaya çıktı. Silah sesleri üzerine müşahadeye kaçmıştı anlaşılan. 

Askerlerin başında bir yüzbaşı vardı. Adam tutturdu, bize patlayıcıların yerini göster, diye. Bunlar da mı inanmış, patlayıcı filan yok. İçeriye yukardan girmeye çalışmışlar ama bir kapının arkası dolu gibiymiş, bubi tuzağı olmasından şüphelenmişler, onun için de aşağıdan girmişler. Yüzbaşı, “Oraya beraber gideceğiz, ama sen önden gideceksin. Bubi tuzağı yok diyorsun, varsa ölürsün!..” dedi. Gittik, tuzak filan yok tabii. Kapının arkasına bir şeyler konulmuş, onun için ilk hamlede açılmıyordu. Namlı teröristiz ya, bunlardan her şey beklenir anlayışıyla hareket ediyorlardı. 

Kurtuluşçu arkadaş hastaneye kaldırıldı, yarası büyük değildi. Bu arkadaşın daha sonra Acilci olduğunu duydum, ama başka bilgi de alamadım. Coşkun orada kaldı, bir daha görmedim. Jandarma içeri girerken Bekir’in yanındaydım. Kendisine ve öteki gardiyana bir şey olmadı. Bekir bir daha mahkuma el kaldırmayacağı üzerine yeminler ediyordu. Bekir’in daha sonra Afyon cezaevine atandığını ve orada mahkuma sert davranan gardiyanlara sürekli karşı çıktığını duyacaktım daha sonra. 

İsyan bitti ve bize de sürgün yolu gözüktü... 


7 Ağustos 2012 



KAÇ KİŞİYİZ ACABA?


İbrahim Yalçın’ın “Biz kaç kişiyiz?..” sorusuna kendi açımdan cevap vermeye çalışayım. “Biz kaç kişiyiz?..” sorusunun cevabı, duruma göre değişir. Ya da yapılacak işe göre değişir. Filanca işi şu kişilerle falanca işi öteki kişilerle yapabilirsiniz. Yapılacak işe göre kaç kişi olduğumuzun cevabı da ayrışıyor. 

Gerçeği olduğu gibi görmek gerek. İnsanlar büyük bir ayrışma yaşadı. Dağılmanın ve çürümenin çok sayıda örneğini gördük. Bu nedenle, insanları 30-35 yıl önceki durumlarına göre değerlendirmek büyük yanlış olur. İnsanlar çok değişti ve “kaç kişiyiz” diye sorulduğunda bu değişimin dikkate alınması gerekir. 

“Kaç kişiyiz?..” sorusunun önemli bir başka yanı, ne için sorulduğudur. Geçmişi yüceltmek, övmek anlamında mı kaç kişiyiz, yoksa önümüzdeki dönemde şu veya bu işi yapmak için mi kaç kişiyiz? 

Kendi açımdan esas olan ikinci bölümdür. 30-35 yıl öncesine bakışta tümüyle ortak bile olsak, bunun bugün ve gelecek için fazla anlamı bulunmuyor. Geçmişe yönelik güzellemenin her çeşidini gördük ve bu çeşitlere bir yenisini daha eklemenin anlamı yoktur. 

Geçmiş güzellemeleriyle bugünü kurtaracağını sananlara yönelik ciddi bir soru var. Geçmiş bu kadar güzelse, 12 Eylül sonrasında neden bozguna uğranıldı ve aradan 32 yıl geçmiş olmasına rağmen neden ciddi bir toparlanma sağlanamadı? 

Devrimci hareket 32 yıldır her yola başvurarak bu sorudan kaçıyor ama soru da onu sürekli olarak kovalıyor. Geçmişin düzeltilerek ve abartılarak güzellenmesi daha önce durumu kurtarıyordu, ama artık herkese bıkkınlık geldi. “Geçmiş bu kadar güzelse neden yıllardan beri bu durumdayız?..” ya da “Geçmişi bırakın da bundan sonra ne yapacağız, onu konuşalım!..” anlayışı gelişiyor. Geçmişe sığınmak artık çürümenin bir çeşidi durumuna geldi. 

“Yapmak!..” dediğimizde, yapılacak işler konusunda konuşmadan önce pratiğe yönelik önemli bir ilke üzerinde anlaşmak gerekir. Bir şey söyledin mi yapacaksın ve söyleyip de yapmayanı ciddiye almayacaksın. İçinde bulunduğumuz koşullarda bu ilke son derece önemlidir. Devrimci harekette konuşmak, tartışmak, karar almak ile o kararı yapmak birbirinden oldukça ayrı şeylerdir. 

Teori giderek gevezelik yapmak haline gelmekte ve pratikten ya da teorinin uygulanmasından kopmaktadır. Bu kopuş kendine yabancılaşmanın, çürümenin önemli itici güçlerinden bir tanesidir. Kişi konuşur ve hele az biraz içkiliyse iyi de konuşur. Eski deyimle mangalda kül bırakmaz ve hatta mangalın kendisi bile ortada kalmaz. Kısa süre sonra da konuştuklarının, verdiği sözlerin hepsini unutur, ta ki yeni bir palavra atma ortamına kadar. 

Hepimiz politik insanlarız. Politika, yapmaktır. Kendini ve çevreni ajite etmek ise, yapmak değildir. Kendini ve çevreni ajite edersin ya da herkes birbirini ajite eder; sonra yorulursunuz ve bir oranda yapmış gibi de olursunuz. Kendinizi biraz iyi hissedersiniz ve gelecek ajitasyon ortamına kadar köşenize çekilirsiniz. 

“Biz kaç kişiyiz”in içine bu tür insanların sokulmaması gerekir. İstedikleri gibi düşünebilirler, eleştirebilirler, suçlayabilirler, bunları dikkate almamak gerekir. 

Onlar konuşur, biz yaparız. Aramızdaki başlıca fark budur ve bu da yeterince büyük bir farklılıktır. Yapılmayacak, yapılamayacak sözleri neden ciddiye alalım ki! 

Konuşmak, tartışmak ve hatta karar almak ile yapmak arasındaki bu büyük açı, çürümenin, kendine yabancılaşmanın başlıca göstergelerinden bir tanesi durumuna gelmiştir. Bir işi yapmayı istemek, o işi nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız, fazla anlam taşımaz. Konumu ve ortamı iyi analiz etmek, iyi bir planlama ve yapma süreci içinde ortaya çıkabilecek değişikliklere karşı duyarlı olmak; bütün bunlar bir işi yapmanın olmazsa olmazlarıdır. 

Bunları yapsanız bile başarılı olmanın garantisi yoktur, başarısız da olabilirsiniz, ama iki farkla: Birincisi, başarılı olma oranı yüksektir. İkincisi, başarısız bile olsanız, neden başarısız olduğunuzu bilirsiniz ve aynı hataları bir daha yapmazsınız. Yeniden denersiniz ve başarı ihtimaliniz iyice yükselir. 

Şimdi “Biz kaç kişiyiz?..” sorusuna daha somut cevap verilebilir. Kaç kişi olduğumuz önemli değil. Şu veya bu işe başlamak için yeterli sayı her zaman vardır. Her iş bir süreçtir. İyi başlar ve sürdürürseniz sayınız da artar. Ek olarak, sayıyı fazla önemsemeyin. O sayının kendisi değil, içeriği –başka bir deyişle kalitesi– önemlidir. 

Çoğalmayı istemeyen mi var, herkes istiyor.Ama nasıl çoğalınacak? Var olanla başlarsınız. İyi bir planlama yaparak ve kapasitenizi bilerek başlarsanız, başarılı adımlar atabilirseniz, bir şeyler yaptıkça çoğalırsınız. İnsanları ettikleri laf ile değil, yaptıkları iş içinde görürsünüz. Konuşulana değil, yapılana bakarak değerlendirme yaparsınız. Devrimci hareket başarıya susamış durumda. Haksız da sayılmaz, zira yıllardır elini neye attıysa elinde kaldı, beceremedi. Bu nedenle, başarılı olmak önemlidir ve başarı kadar inandırıcı başka hiçbir şey yoktur. Çapınızı bileceksiniz, sınırınızı aşmayacaksınız. 

Biliyorsunuz, yaklaşık dört yıl boyunca kendi örgütsel tarihimizle hesaplaştık ve bu konuda önemli, dikkat çekici başarı kazandık. Bizi övgülerle, ajitasyonla başka alanlara, başka örgütlerin tarihinin araştırılmasına da sokmaya çalışan olmadı mı, oldu; ama girmedik. Kendisi yapamıyor, o örgütteymiş ama yapamıyor ve bizim üzerimizden bir çıkış yapmak istiyor! 

Biz bilmediğimiz sularda yüzmeye kalkacak kadar aptal değiliz. O iş başkalarının işidir, bizim işimiz değildir. Bir işi yapar gibi görünüp de yapmamanın en iyi yolu, o işi yapılamayacak kadar büyütmektir. Sonuçta, ortada büyük olmasa bile sadece laf kalır; o da ne kadar kalırsa. 

Sonuçta, yapılan kalır. Yapılanın eksikleri olabilir, mutlaka vardır. Daha iyisini yapmak isteyeni de tutan yok. Yapsın ve yaptıktan sonra konuşsun. Daha iyisinin yapılmış olmasından hiç gocunmayız, tersine öğrenmiş oluruz. Yapılanın hepsi devrimci hareketin içinde bulunduğu rezil durumdan çıkışına katkıdır ve daha iyisinin yapılması bizi ancak sevindirir. 


5 Ağustos 2012 



ACİLCİLER VE ISPARTA CEZAEVİ İSYANI (2)


Başlarken önceki yazıdaki bir hatayı düzelteyim: İbrahim sabaha karşı değil gece yarısı sayım bahanesiyle koğuş dışına çağrıldığını ve hemen alınarak sürgüne gönderildiğini iletti. “O sırada koğuş içlerinden kapılar vurulmaya başlanmıştı, bir şeyler olduğu belliydi” dedi. Sabah erken saatlerde de koğuşlara baskınlar yapılarak sürgüne gönderilecekler toplanmaya başladı ve sıra bizim koğuşa gelmeden isyan başladı. İsyanın başlamasını ve nasıl sürdüğünü daha sonra anlatacağım. 

Cezaevi savcısı istedikten sonra sürgün yapardı. Zaten o sırada bahanesi de hazırdı. Bir hafta veya 10 gün kadar önce birkaç adli tutuklu birkaç gardiyanı rehin alarak firara teşebbüs etmişler, ama yapamamışlardı. İbrahim müdahale edip gardiyanların hayatına kastedilmesini önlemişti. Gardiyanlar da zaten böyle ifade vermişti. Olay yatışmış gibi görünüyordu. Cezaevlerinde bu tür olaylar asla yatışmaz, sadece beklenir. Burada da öyle olmuş ve siyasilerle olmayanlara yönelik genel bir sürgün kararı alınmıştı. 

Benzeri bir durumu Aydın cezaeviyle ilgili olarak daha önce anlatmıştım. Bütün gardiyanları rehin almıştık ama dışarıda jandarma uyandığı için firar girişimimiz başarılı olamamıştı. Olayın kapatılmasını sağlamıştık ama o an için. Aradan bir süre geçtikten sonra parça parça sürgünler gelecekti. Benim mahkemem zaten İstanbul Sıkıyönetim’e kalktığı için Selimiye’ye götürülecektim. 

İsyanı anlatmadan önce 11 aydır birlikte kaldığımız mahkumlar ve gardiyanlar arasından bazı tipleri anlatayım ki, kimlerle isyan yaptığımız daha iyi anlaşılsın. 

Başgardiyan Musa, kendini subay sanan bir tipti. Cezaevi diyemez “cizeevi” derdi. İsyanda mahkumun rehin aldığı gardiyanlardan birisi olsaydı biz bile hayatını kurtaramazdık. Öteki başgardiyan Ramazan, iri yarı ve hiçbir şeyden anlamayan bir tipti. Rehin alınanlardan birisi olsaydı durumu kötü olabilirdi. 

Bir başka gardiyan, ama adını hatırlamadım, İbrahim de hatırlamadı. Bayramda müdürle mahkum önünde bayramlaşmayı reddettik ve ön sırada İbrahim olduğu için kendisi hücreye atıldı (Isparta’daki hücrelere müşahade deniliyordu, normal hücreden farklıydı). İbrahim açlık grevine girer. Gardiyanın birisi gelerek neden yemek yemediğini, yemek yemesi gerektiğini söyler . “Gece uyuyamıyorum. İbrahim aç= ben tokum, nasıl uyuyayım!..” der. Adam hayatında açlık grevi görmemiş, ne için yapılır, bilmiyor ve anlamıyor da... 

Gelelim birlikte beş gün isyan yürüttüğümüz mahkum arasındaki bazı tiplere. Bunların çoğu İstanbul mahkumuydu ya da en azından İstanbul hapishanelerinde bir dönem kalmışlardı. 

Mehmet Kahraman: “Çıkmaz sokaklara sapmışız be Engin kardeş, mapushaneler mekânımız olsun!..” sözünün öznesi, önceki bir yazıda anlattığım gaspçı. Kafayı buluyorlar, mahkum arasında sarı bomba olarak bilinen Vermutal’i de atıyorlar ve gaspa çıkıyorlar. Beş gasp, aldıkları da bir şey değil ve 18’er yıldan toplam 90 yıl alıyorlar. 

Necati: Soyadını hatırlamıyorum, yaralamadan ağır ceza almıştı. Tam bir İstanbul mahkumu, uyanık ve biraz sinirli. İstanbul deyimiyle “hata yapmaz, özür dilemez”di. 

Sarışın bir arkadaş vardı, adını hatırlayamadım, o da İstanbul mahkumuydu ve yaralamadan yatıyordu. “Müptezel adi karı pezevenkleri!..” sözü onundur. 

Mehmet Tarım, İstanbul mahkumu değildi ama onlara takılırdı. “Mehmet Tarım, bütün işler kaldı yarım!..” derdi. Elinden her iş gelirdi. Bir kış günü bana plastik bir bardakta açık sarı renkli bir sıvı getirdiler. “Şunun tadına bir bak!..” dediler. “Nedir bu?..” diye sordum. “Zararlı bir şey değil, tadına bir bak!..” diye ısrar ettiler. Tadına baktım, aynı şarap. Şarap değil ama tadı aynı şarap gibi. Akşam yemeğinde verilen üzüm hoşafının tanelerini ayırıyorlar, suyunu biraz bekletiyorlar, içine kalsiyum sandoz atıyorlar ve aynı şarap tadı elde ediyorlar. Kimin aklına gelir? 

İsyanda yoktu ama Recep Güregen de böyleydi. Çay kaşığıyla açamayacağı kilit yoktu. Dışarıda iken çay kaşığıyla Mercedes araba bile kaldırırmış. 

Hayati Taş, namı diğer Heykel, İstanbul’dan değildi ama sağlam bir arkadaştı. Aynacı diye bilinirdi. Virajlı dağ yollarından geçen minibüs şoförünün gözüne ayna tutup şarampole yuvarlanmasını sağlar ve yolcuları soyarlarmış. Hırsızlığın böylesini de duymamıştım. 

Ali Demir Kaskalan, hırsız ama nasıl bir hırsız. Kişi kolay kolay hırsızlık yaparken yakalanmaz, çaldığı malı satarken yakalanır. Bunun çetesi vardı, dışarıda çalıyorlar, eşya diye ziyarette buna veriyorlar, bu da içerde satıyordu. 

7. koğuşta aylarca televizyon olmadı, cezaevinin televizyonu olmayan az sayıda koğuşundan bir tanesiydi. Son ay galiba televizyon geldi. Televizyon biraz yüksek yerde duruyordu. Ekrana bir kadın çıkınca televizyonun altına gidip yukarı bakardı, bir şey görecekmiş gibi. 

Bir de kedici vardı, adını hatırlayamadım. Kedici halı çalma uzmanı ve eve girmeden çalıyor halıları. “Bu nasıl oluyor?..” derseniz, şöyle oluyor. Diyelim ki, halı havalansın diye birinci ya da ikinci kat balkonuna asılmış. Dışarıdan erişilmesi mümkün olmayacak kadar yüksekte duruyor. Bizimki bir kediyi alıp yukarıya fırlatıyor, ilk defada olmazsa bir daha deniyor. Kedi can havliyle halıya tutunuyor ve onun ağırlığıyla halı aşağıya düşüyor. Hanedeki halıyı haneye girmeden çalmak. 

Başka bir koğuşta Sabahattin vardı. Cezaevlerini mekân etmiş bir adamdı, bilmediği yol yöntem yoktu. Bir de “sellümcü” vardı ama isyandan önce başka cezaevine gitmişti. Arapça “sellüm” merdiven demekmiş. Merdiveni balkona dayayıp içeri giriyor ve alacağını aldıktan sonra yine merdivenden inip gidiyorlar. Bir gün yine aynı yöntemle bir eve giriyorlar. İşleri bitince bir de bakıyorlarki, merdiven yok, aşağıda polis bunları bekliyor. 

Bu insanları tanıyınca “mahkumla uğraşılmaz” sözünün doğruluğunu anlamıştım. 

Sürecek... 


3 Ağustos 2012