İLKER AKMAN, YÜKSEL ERİŞ, NECATİ VE BEN


Cahit Çelik, www.yukseleris.blogspot.com ’da yayınlanan “Yüksel Eriş ve Ahmet Nergiz” başlıklı yazıda, Nergiz’in kitabından Yüksel ile ilgili bölümleri aktarmış. 

Yüksel’in Gazi Eğitim’de öğrenci olduğu yıllarda faşistlerle mücadelede yer aldığını biliyordum ama ayrıntısını bu yazıdan öğrendim. Gazi Eğitim’in bulunduğu Beşevler bölgesinde MHP etkindi ve burada öğrenci olmak büyük sorundu. ODTÜ’de böyle bir sorun yoktu.

Sadece Yüksel için değil geriye kalan üç kişi için de, 12 Mart 1971 öncesinde ne yaptığımız pek önem taşımazdı. Necati ile aynı bölümde olduğum için onun ne yaptığını bilirdim. İlker’in deneyimi hepimizden azdı. ODTÜ’de Sosyalist Fikir Kulübü üyesi de olmamıştı ve bu nedenle de Necati olsun ben olayım kendisiyle tanışmamız ancak 1973’te mümkün olabildi.

ODTÜ o yıllarda bile 3500 kişilik büyük bir üniversiteydi.

Yakın geçmiş –zaten o dönemde kimin uzak geçmişi vardı ki- konusunu konuşmazdık, çünkü önemsemezdik. Karşımızda gelecekle ilgili teorik ve pratik dev gibi sorunlar vardı. Bunlarla ilgili olarak somut adımlar atamazsak, geçmişin ne önemi vardı?

O yıllarda 12 Mart öncesinin pek önemi yoktu, bu dönem son 10-15 yılda önem kazandı denilebilir. İleri Dergisi’nin 6. ve son sayısında yazı işleri sorumlusu olarak adımı okuyunca heyecanlanıp bana haber verenlere başlangıçta şaşırmıştım. Herkes o dönemde sınırlarını zorlayarak elinden geleni yapmıştı ve dolayısıyla bunda şaşılacak yan yoktu. O dönem, iyice geride kalınca önem kazandı. Tabii bunda gelecek projesi büyük oranda biten solun geçmişe sarılmasının da payı vardır.

O dönemde bizim için sorun tümüyle gelecekteydi ve bu nedenle de birbirimizin geçmişte ne yaptığıyla ilgilenmezdik. Aslında biraz da olsa ilgilenmemiz gerekirdi. Bu ilgi sayesinde, birbirimizdeki tecrübesizlikleri daha iyi anlayabilirdik, eksiklerimizi kapatmakta daha iyi olabilirdik.

Düşünüyorum da, dört kişi arasında en tecrübeli olan bendim.

“Tecrübeye bak, çay demle!..” denir ya, onun gibi bir durum vardı.

En tanınmış olan da bendim, Ankara’da çok kişi beni tanırdı ya da duymuştu. Bu durum aşağıdan başlayarak ve aşamalı olarak ortaya çıkmamış, olaylar ve rastlantılar beni ön tarafa fırlatmıştı. Hiç düşünmediğim yerlere gelmiştim.

Bu durum sadece benim başıma gelmemişti. O dönemin, bir bölümü daha sonra hayatını kaybeden çok sayıda insanı aynı süreci yaşamıştı. Kararlı, çalışkan ve disiplinli isen yol açıktı, gidebildiğin kadar gidiyordun.

Gitmek o kadar kolay değildi. Uzaktan bakılınca cazip gibi görünebilir ama hiç de öyle değildi. Önceden de yazmıştım, 1970 yılı sonlarında bana “Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev Genç) propaganda sorumlusu olmam” önerilince bende şafak atmıştı. Ben kimim ki bu işi üstleneceğim? Örgütlü olarak devrimci harekete girişim daha bir yıl bile olmamıştı ve bu aşamaya nasıl geldiğimi ben de anlamamıştım. Yaşım daha 20...

Sanki ötekiler çok mu büyüktü? İçimizdeki yaşlılardan birisi Mahir Çayan’dı ve 25 yaşındaydı. Dev Genç başkanı Ertuğrul Kürkçü benden iki yaş büyüktü. Aslında hepimiz aynı kuşaktık. Olayların gelişimi bizim büyümemizi, yetişmemizi beklemezdi. Ya yapabildiğini yapacaksın ya da olaylar sen olmadan ilerleyecek...

O yıllarda hepimizde var olan ve sonrasında da süren ölüm psikolojisinin nedenlerinden birisini sonraki yıllarda anladım: Güzel bir ölüm genç bir insanın bütün yetersizliklerini kapatırdı!..

Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan bir militanın şöyle bir belirlemesi vardır. “Ya devrim ya ölüm diyerek yola çıktık, ikisi de olmayınca ne yapacağımızı şaşırdık.”

Yaşamak zor iş... Ölüm, yanı başına kadar geliyor ama olmayınca olmuyor.

Yaşıyorsan kendini sürekli geliştireceksin, eksiklerini tamamlayacaksın, kendini yeniden üreteceksin, bir sürü sorunla boğuşacaksın. Oysa, güzel bir ölümle bunların hepsinden kurtulabilirsin. Olmayınca olmuyor işte...

Devam edelim. 1974’ten sonra da beklemediğimiz gelişmeler oldu. 1972 sonlarında ODTÜ’de kurulan küçük grup büyüdü ve daha sonra adını ülkede duyuran bir örgüt haline geldi.

Yıllar sadece yıl değildir. Zaman ölçüsü aynı olabilir ama içerik farklıdır. 1974-1975 zaman olarak iki yıldır ama, diyelim şimdinin iki yılından, çok farklıdır. Hepimiz çok geliştik, gelişmek de zorundaydık.

Ahmet Nergiz, Yüksel’in kendisini geliştirdiğini belirtiyor ki, doğrudur.

Faşistlerle günlük mücadele içinde olmak pratik açısından iyidir ama insanın bütün hayatını doldurur, başka yönden gelişemezsiniz. Yüksel’in okulla ilgisi azaldığı oranda gelişmesi de hızlandı.

İlker’in gelişmesinde –o zamanki adıyla- Doğu bölgesinin sorumluluğunu üstlenmesinin ve sürekli o bölgeye gidip gelmesinin önemli yeri vardır. MHP’nin yeni işlevini o bölgede pratikte gördü. Ankara’da bu işlevi göremezdiniz ya da bu işlev sonraki yıllarda görünür olacaktı. İlker’in bölgesinde ise durum açık olarak ortadaydı.

İlker o bölgeye gitmeseydi, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz belki de yazılamazdı ya da İlker yaşasaydı bile daha geç yazılırdı.

Ankara’da akla gelebilecek bütün siyasetlerin bir arada bulunduğu ve her çeşit yazının dolaştığı ortam ve bunun getirdiği tartışmalar olmasaydı, ben de Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı yazamazdım, bunu yazmak ihtiyacını duymayabilirdim.

Necati iyi bir örgütleyici ve pratik bir adamdı. 1972-1974 arasında ODTÜ’deki grubun büyümesinde önemli katkısı oldu. Beylerderesi’nden sonra “Benden bu kadar!..” dedi ve çekildi. Herhangi bir olumsuz davranış göstermeyerek çekildi.

Aradan yıllar geçtikten sonra telefon numarasını buldum ve aradım. İkimizin de aklına hemen 1980’de Bakırköy’de berberlik yapan babasının dükkânına gidip traş olmam geldi. Hapisten kaçtıktan birkaç ay sonra Bakırköy’de adını Necati vasıtasıyla bildiğim bu dükkânı arayıp bulmuştum. Babası beni tanımıyordu. Traştan sonra Necati’ye selam bırakıp gitmiştim. Babası hemen iletmiş, Necati de şaşırmış tabii. Adama bak, hapisten kaçmış, gelmiş bizim dükkanda traş oluyor!

Biraz konuştuk ama bir süre sonra söz bitiyor. Apayrı iki hayat, neyi konuşacağız ki? Ne yaptığımı sormuştu, ben de Demokratik Sosyalizm Partisi’nde (PDS) çalışıyorum demiştim. “Orada da mı politik oldun?..” demişti.

1970’li yılların ilk yarısında yoldaşlığın ötesinde iki iyi arkadaştık. Sonra yollar ayrıldı ve 1976’dan sonra kendisini hiç görmedim.

Kimya bölümü dışında Necati ile birlikte görünmediğimiz için aramızdaki ilişki pek deşifre olmadı ya da deşifre olan bölümü de bölüm çerçevesi içinde açıklanabildi. O yıllarda gizliliğe dikkat etmekle ne kadar iyi bir iş yaptığımız sonraki yıllar boyunca ortaya çıkacaktı.

Mehmet Koç’un Ankara’ya gelip İlker ile görüştüğünü onunla vefatından az önce yapılan uzun söyleşiden önce bilmiyordum. Kendisiyle işim olmadığı için bilmem de gerekmiyordu.

Ankara’da bulunanların hepsi de birbirini tanımazdı. Önceden de yazmıştım: Rıza ve Ömür, İlker’i ve Hasan Basri’yi tanımazdı. Yüksel’i tanımaları da Beylerderesi sonrasıdır. Hasan Basri’yi Necati de tanımazdı.

Herkesin herkesi bildiği dernek türü ilişkilerden sürekli uzak durduk.

Ağustos 1977’den sonra örgüt hızla dernekleştirildi. Antakya’dan içimize sızdırılmış polisin ilk işi her şeyi deşifre etmeye çalışmak oldu. Büyük zarar verdi ama neyse ki biz o zamana kadar yapacağımızı yapmıştık...

19 Mart 2013



*