1982'DE ÖRGÜT MÜ VARDI?


Ağustos 1982’de bir örgütten, THKP-C (Acilciler)’den ayrıldığımı sanıyordum. Örgütün tepetaklak aşağıya gittiğinin, Politik Büro adı verilen organda bulunanların ise genelde çapsız ve yeteneksiz kişiler olduklarının farkındaydım. Muhabarat ilişkisiyle oldukça tehlikeli bir yöne hızla gidildiğini de görüyordum. Ama yine de örgüt var ve ben bu örgütten ayrıldım diye düşünüyordum.

Son birkaç yıldır öğrendiklerim beni bu değerlendirmeyi yeniden ele almaya götürdü. Şu sonuca ulaştım: 1982’de ayrıldığım yapı örgüt olarak adlandırılamazdı. Öyle gibi görünüyordu ama gerçekte öyle değildi. Ağustos 1977’deki İstanbul yakalanmasıyla birlikte düşüş başlamıştı. 1977-1982 için, uzatmaların oynandığı dönem demek daha doğru olur.

Bunu daha önce de yazmıştım. 1977 Ağustos 1977’den sonra örgütün hızla geriye gittiğini, kuşkusuz çaba gösterildiğini ve değişik eylemler yapıldığını ama bütün bunların devrimci hareketin genel gelişme çizgisinin gerisine düşmemizi engellemediğini belirtmiştim.

Şimdi söyleyeceğim ise, bu belirlemenin biraz hafif kaldığıdır.

Hapishanedeyken yazdığım mektuplarda sık sık dışarıdakilere güvenilmesi gerektiğinden söz ediyorum. Bu saptamanın açık bir yanılgı olduğunu kabul etmem gerekir. Örgütü önceki politik-askeri gelişme çizgisinde tutabilecek kimse kalmamıştı. Bunun sonucunda örgüt önce dernekleşir, ardından değişik kişiler bağımsızlıklarını ilan ederler ya da kendi örgütlerini kurmaya yönelirler ve örgüt giderek bir çeşit feodal beyliklere bölünür. Böyle bir silahlı mücadele örgütü yapısının da fazla ileri gitmesi mümkün değildir.

Belirtmek gerekir. Acilciler-HDÖ ayrılığı, feodal beyliklere bölünmenin özel halidir. Başlangıç değil, sonuçtur. Ayrılığın esasını halk savaşı üzerindeki anlaşmazlık oluşturuyor gibi görünüyordu ama bu ayrılık fiiliyatta bölgecilik temelinde gerçekleşti.

Aşamaları ayrı ayrı ele alayım:

DERNEKLEŞME AŞAMASI

Mihrac Ural, benim yakalandığım Ağustos 1977’den kendisinin yakalandığı Mart 1978’e kadarki sürede örgütü dernekleştirdi. Önceki dönemde bölgeler arasındaki bağlantı oldukça kısıtlıydı. Bir bölge ötekini tanımazdı. Darbe yenildiğinde en fazla bir bölge çöker, başka bölgelere sıçrama olmazdı.

Beylerderesi darbesi sonucu o bölgedeki örgütlenmemiz çöktü. Sonraki aylarda ancak Maraş ile yeniden bağ kurabildik. Malatya’da kimi bulacağımızı bilmiyorduk ve bilmediğimiz yerde ilişki aramak da oldukça tehlikeliydi.

Bu durum daha sonra değişir. Mihrac Ural benim bile yapmadığım şeyi yapar ve bütün bölgeleri gezerek herkesi tanır. Yalnız da gitmez, yanında Ali Fuat ve başka kişilerle birlikte gider. O bölgelerden insanları başka bölgelere götürür ve sonuçta ortaya Antakya’daki dernekteki gibi ilişkiler çıkar.

Ankara’daki örgüt evinde yakalanan zamanın İzmir sorumlusunun anlattığına göre, bu eve Antakya’dan toplu halde insanlar geliyor gidiyormuş. Gelenlerin büyük bölümünün örgüt sempatizanı ve hatta bu özelliği bile olmayan ama hemşeri olan kişiler olduğu söylenebilir.

Böylece yukardan aşağıya ilişkinin yerini çapraz ilişkiler alır. Çok kişi bilmemesi gereken çok kişiyi bilir duruma gelir.

Mihrac Ural çapsız bir kişidir ve hayatında dernekten başka şey görmediği için de oradaki ilişkilerin benzerini bir silahlı mücadele örgütünün bünyesinde yaratmaya çalışmıştır. Antakya küçük bir yer, herkes herkesi bilir ve aynı anlayış bu kez örgüt çapında hayata geçirilmeye çalışılır.

Sonuçta, Mart 1978’de polisin örgütün bir ucundan girip öteki ucundan çıkması, bölgeden bölgeye sıçrayabilmesi ve yüz civarında kişinin yakalanmasının şaşılacak yanı yoktur.

Bu sonuca iki ekleme yapmak gerekir:

Birincisi, Mihrac Ural’ın örgütü Muhabaratlaştırmasıdır. Muhabaratlaştırma, Araplaştırma, olmazsa Alevileştirme olarak kendini gösterir.

Mihrac Ural’ın örgütün bütün yapısını tasfiye ederek bölgelere gönderdiği insanlar ya Araptır ya Alevidir ya da denetim altında tutulabilecek kişilerdir.

Mihraccı olmak belirleyici kıstastır. Bu politikaya karşı dışarıdaki arkadaşlar arasında tepki gösterenler olmuş ama alternatif bir tutum alınamamıştır.

İkincisi, Mihrac Ural’ın 1978 Mart operasyonu sırasında polis ile anlaşmasıdır. Bu durum; Mihrac Ural’ın polis tarafından düzenlenen ve ortadan kaybolan ifadesinden, herkes Samandağ banka soygunu nedeniyle Antakya’ya götürülürken kendisinin –en azından açık olarak- götürülmemesinden, kendisiyle İstanbul emniyetinden adliyeye birlikte getirilen başka örgütten bir arkadaşın “o işkence falan görmedi” bilgisini iletmesine kadar defalarca kanıtlanmış durumdadır.

Yakalanan yaklaşık yüz kişiden ne kadarı Mihrac Ural tarafından doğrudan polise verilmiştir, ne kadarı örgütün dernekleştirilmesinin sonucudur, bilemeyiz. Ancak kesişen her iki olumsuzluğun da baş mimarı aynı kişidir.

1979 Aralık darbesiyle örgüt tam anlamıyla yere serildi. Benzeri bir durum birkaç ay sonra HDÖ tarafından da yaşanacaktır. Devrimci Savaş ise büyük tren soygunuyla ekonomik sorunu tümüyle çözmüş ama daha ileriye gidememiş ve ardarda gelen yakalanmalarla sessizliğe bürünmüş durumdaydı.

Kendi açımızdan ortaya çıkan durumu, 1980 yılının sonlarında iki hafta kadar kaldığım Adana ve Antakya’da açık olarak görebildim. Kuşkusuz çok kişiyi görmedim ve görmem de gerekmezdi. Durumu anlamak için birkaç kişinin durumunu gözlemek yeterliydi. Burası, sözüm ona, örgütün en güçlü olduğu alandı ve 12 Eylül sonrasında büyük bir dağınıklık yaşanıyordu.

12 Eylül sonrasındaki ilk eylemi Ali Çakmaklı’yı öldürmek olan Mihrac Uralcılar için beklenen bir durumdu denilebilir.

Suriye’ye gittiğimde ve burada kaldığım dört ay içinde ülkedeki durumun uzantılarını ve sonuçlarını açık olarak görebildim. En güçlü olduğumuz söylenilen bölge boşalıyordu ve örgüt sorumluları da işte öylesine kişilerdi.

Artık açıkça görülen Muhabarat ilişkisi de buna eklenince, buradan bir an önce gitmek en iyisi olacaktı. Başka bir yere git, ayaklarını yere bas, sonra bakalım ne olur...

Suriye’den ayrılmamın Mihrac ile aramızda gerçekleşen konuşulmamış bir anlaşma temelinde yükseldiğini söyleyebilirim. Kendisi ben orada olduğum sürece başka siyasetler tarafından ciddiye alınmayacağını gördüğü için bir an önce gitmemi istiyordu. Ben ise Suriye’de bir şey yapılabileceğine inanmadığım için ilk fırsatta gitmek istiyordum.

Bu düşüncelerle Suriye’den ayrıldım. 1981 Nisanının son günleriydi...

Paris’te bir yıl dört ay kaldım diyebilirim. Bir insanın beş yılda yaşayabileceği şeyleri yaşadım. Ayrıntısına girmeden şu kadarını söyleyebilirim: ayaklarımı yere bastım, ilişkilerimi kurdum ve bundan da ötesini yaptım. Paris ev işgalleri adımızı her tarafta duyurmuştu ya da kendini sadece Türkiye ile değil Avrupa’daki pratikle de tanımlayabilecek durumdaydım.

Bu arada Mihrac Ural’ın yeni teorik yönelimini öğrendim: Siyasi mücadeleyi temel mücadele olarak görüyoruz ve buna da silahlı propaganda diyoruz!..

Böyle bir yönelim eleştirilmezdi. Soytarılığın nesini eleştireceksiniz?

Anlayabildiğim kadarıyla örgüt artan oranda Suriyelileştirilmiş ve bana da yol görünmüştü. Suriye’deki iç muhalefetin varlığını bilmiyordum henüz.

Ne yapacaktık?

Ayrı örgüt olmayacaktık. İmkân vardı ama olmayacaktık. TKEP’i bir seçenek olarak görüyorduk ve bunu da çevremizdeki herkese söyledik.

1982 yılı Ağustos ayı geldiğinde ayrılmanın eşiğindeydik ve nasıl ayrılacağımız ya da ayrılıp ayrılmayacağımız karşı tarafın tutumuna bağlı olacaktı. Konferans adını verdikleri toplantıya Mihrac Ural ile ilgili olarak ağır bir suçlama yazısı göndermiştim. Bakalım cevap ne olacaktı? Beklemiyordum ama uzlaşma yoluna da gidebilirdi. (Daha sonra küfürlü bir cevap geldi ve Mihrac bütün gücüyle saldırıya geçti.)

Bu arada Almanya’ya iki kere gitmiş, bu ülkedeki ilişkilerdeki derin hoşnutsuzluğu görmüş, Mihrac’ın benim hareketlenmem nedeniyle kapıldığı panikten de bu işin bitmiş olduğunu anlamıştım.

İkinci gidişimde, dönmeden kısa süre önce Hanna’yı gördüm. Hanna o sırada keskin Mihraccı idi ve dediğine göre düzenlenmiş olan benim katılmadığım konferansta İdeolojik Büro’ya seçilmişti. Öteki üyeler Mihrac ve bendim. “Fesuphanallah!..” dedim kendi kendime.

Paris’te iken Hanna ile sürekli mektuplaşırdık. Bana sürekli olarak, “Biz şimdi neyi savunuyoruz? Görüşlerimiz nasıl bir değişme gösterdi?..” diye sorardı, ben de uzun mektuplar yazarak cevap verirdim. Şimdi “ideolojik büro üyesi” olması ne kadar göstermelik iş yapıldığının göstergesiydi.

Hanna, Salih’e hele de Zafer’e beş basardı; ama bu başka, daha yeni öğrendiğiniz örgüt görüşleriyle teorik olarak bir örgütün en üst ideolojik organı olan bir yerde yer almak başkaydı.

Tabii şunu da anlamıştım. Mihrac’a Mihraccı birisi gerekliydi ki çoğunlukta olsun!

Her şey göstermelik olmuş, umurunda mıydı?

Paris’e döndüm ve Almanya’dan günü gününe haberler almaya başladım. Salih ve Zafer gelmiş, insanları dolaşıyorlardı. Ben de bekliyordum.

Mihrac gelmemişti. Korktuğu başına gelmiş, ben ayaklarımı yere basmışım, ilişkilerimi kurmuşum ve bu durumda karşıma çıkması mümkün değildi.

Salih ve Zafer geldiler. Yazılı özeleştiri vermemi istediler, derhal reddettim. MK kararıymış, kim takar sizin MK’nızı!

Amaç belli. Devrimci harekette tanınan bir kişiyim ve ek olarak Paris ev işgalleriyle 12 Eylül sonrasında yapılan büyük çıkışın da mimarı durumundayım. Bu konuda çıkardığımız Tek Yol Devrim Özel Sayısı’nı da Suriye’deki arkadaşlara gönderip dağıtılmasını sağlamışım. Şimdi bu tip aklı sıra beni yıpratacak. Yazılı özeleştiri yapsaydım ertesi gün her yere dağıtılacağını iyi biliyordum.

Özeleştiri yapacaksa o yapsın, ben değil.

“O zaman ayrılırız!..” dediler, ben de “gayet tabii” dedim ve arkası geldi.

Burada biraz duralım. Ayrılık konusu öyle gökten zembille inen bir konu değildi. Daha önce konuşulmuş ve hatta seçenek olarak TKEP üzerinde durulmuştu. Somut olarak ne zaman ayrılık olur, bu belli değildi ama işin uzun sürmeyeceği de pekâlâ görünüyordu.

Karşı taraf açık bir saldırıya geçmişti ve böyle bir durumda beklenmezdi.

Ben de beklemedim. Şundan son derece emindim. Benim yaratacağım boşluğu dolduramazlar, bu mümkün değildir. Bu nedenle “kaç kişi benimle davranır” diye kafa yormadım. Yalnız kalmayacağımı biliyordum, ama kalacak bile olsam gelecekte ne olacağından son derece emindim.

Belma ile artık iyice seyrekleşmiş telefon konuşmalarımızdan birinde bana, “Yalnız mı kaldın diye düşündüğüm oldu, ama sen yalnız kalınca büsbütün girersin!..” demişti. Kadın beni tanıyor. Beni yalnız bırakarak karar verdiğim bir şeyden vazgeçirmek mümkün değildir. Yalnız kalırsam büsbütün girerim.

Bu konu mektuplarda sık sık yer alıyor. Tek başıma kaldığım zamanlar en iyi olduğum zamanlar ve bunun bana kazandırdığı olumsuz özellikler de var. Bunlardan söz ediyorum. Burada beni iyi tanıyan Belma’nın da anlamadığı, doğal olarak anlayamadığı bir noktayı belirtmek gerekir. 1977 yılındaki kişi değildim. Çok şey öğrenmiş ve yaşamıştım. Zaten önce Salih ve Zafer’in ardından Mihrac’ın gelişmeler karşısında fena halde şaşırması da buradan geliyordu.

1977’den iki tane önemli ders almıştım ve bu dersleri sonraki hayatım boyunca unutmadım.

Birincisi; asla bütün gücünü ortaya sürerek mücadeleye girmeyeceksin, daima önemli bir güç yedekte duracak. Söylemesi kolay ama yapması o kadar kolay değil. Bir kere büyük bir güce sahip olmanız gerekiyor ki, bunu iki önemli parçaya bölebilesiniz. 1977’de çok şey bana kaldığı için yedekte tutabileceğim güç kalmamıştı diyebilirim. Ama en azından buradan öğrendim.

İkincisi; Belma’ya yazdığım mektupları okuduğumda ona “kendi insanlarımızı yetiştirmeye önem vermemekle hata ettik” dediğimi gördüm. Gerekçesi var tabii; olaylar çok hızlıydı, büyük yükün altına girmiştim ama bu durum yapılan hatayı ortadan kaldırmaz.

Bir mektupta Rıza için, “Sürekli kendi kopyası olan insan yetiştirmeye çalışır!..” demişim. Aslında aynısı Mihrac için de geçerlidir.

Ben ise başka bir yoldan gittim ve iyi sonuçlar da aldım. İnsanlarla pratik içinde daha yakından ilgilenmek. Birlikte işler yapıyoruz, sürekli konuşuyoruz, giderek kafa yapılarımız birbirine benziyor. Ondan sonra bu kişi hiçbir yere gitmez ya da gitme ihtimali düşüktür.

Neden gitsin ki! Birlikte başarı kazanıyoruz ve başarı herkesin hoşuna gider. Başaramamış isek, nedenlerini konuşuyoruz ve öğreniyoruz. Örgüt değiştirirken yaptığımın tehlikeli bir iş olduğunu biliyordum. Devrimci harekette tanınan birisiyim, Avrupa’daki mücadelede de deyim yerindeyse “rüştümü kanıtlamışım”, ama başka bir örgüte gidiyorum. Burası Türkiye değil ve bu örgüt de devrimci şiddeti savunmakla birlikte silahlı mücadele örgütü değil...

MK’dan filan başlamak beni hiç ilgilendirmiyordu, aday üyelikten bile başlayabilirdim. Ben yukarı çıkarım, yeter ki birileri engel olmaya kalkmasın. Hakkım olmayan hiçbir şeyi de istemem.

Ve oldu da...

TKEP Almanya örgütü birkaç yıl sonra bir bölümü TKP’ye katılan partiyi ayakta tutan iki örgütten (diğeri İstanbul) birisi durumundaydı. Bu onur sadece bana değil, Almanya örgütüne aitti. İnsan bulunuyor, sadece siz bulmuyorsunuz, onlar da sizi buluyor. Kişi çapsız ve beceriksiz insanlardan, gevezelikten bıkmış, kenarda duruyor. Sizi görünce geliyor, çok hızlı öğreniyor ve o kadar ki bazı konuları kendisine bırakıyorum.

TKEP’te politik yaşam oldukça fırtınalıydı. Bitmeyen iç sorunlar, sürtüşmeler ve artık aklınıza ne gelirse her şey vardı. Karşıtını polis ilan etmek, öldürmeye kalkmak gibi Mihrac Ural yöntemleri yoktu. Bunun dışında parti içi yaşam hiç de sakin değildi.

1983-1996 arasında epeyce iç mücadeleye girdik ve hepsinde Almanya örgütü hiç fire vermeden birlikte hareket etti. Bir keresinde karşımızda MK’nın yarısı, başka bir keresinde Genel Sekreter vardı. Yine de hiç fire verilmedi.

Ben 1982’de ayrıldım. 1988’de büyük bir ayrılık daha oldu. Bu altı yıl içinde Acilciler’in Avrupa’da iki “Merkez Komitesi Üyesi” vardı. Zafer’in ve Salih’in altı yılda yaptıklarını toplayın, onla çarpın, 1982’de Paris’teki performansımızın yanına bile yaklaşamaz. Aynen Mihrac Ural gibi, hiçbir şey yapmaya niyetleri yoktu. Kazara niyetleri olduğunda ise yapacak yetenek yoktu.

1982 Ağustosunda ayrıldığımda geride kalan yapı örgüt değildi. Örgütümsü bir şeydi ve böyle olduğu da kısa sürede ortaya çıktı.

Avrupa’da Acilciler’in kadro sayısı TKEP’e göre hayli fazlaydı ve sonuç ortada. İnsanları soymaktan, Oral Çelik’e para karşılığı iltica pasaportu almaya kadar her çeşit pis işi yaptılar. Sadece devrimcilik yapmadılar...

Biras da olaya ters yönden bakalım. Ağustos 1982’de ayrıldığım THKP-C (Acilciler) değişik eksik ve hatalarına rağmen örgüt sayılabilirdi, diyelim. Diyelim ki, aynen böyledir. Bu durumda 1988 yılındaki büyük ayrılığa kadar geçen altı yıl boyunca örgütün eylemine bakmak gerekir. Lenin’in Ne Yapmalı’da belirttiği gibi, “Bir örgütün karakterini belirleyen, faaliyetinin politik içeriğidir!..”

Bu saptamadaki “politik” kelimesini kaldıralım ve “bir örgütün karakterini belirleyen faaliyetinin içeriğidir” diyelim. Zira iddia ediyorum ki, 1982’de benim ayrıldığım yapı politik bir örgüt değildi, daha doğrusu politik bir örgüt olmak özelliğini kaybetmişti. Öyle miydi, değil miydi, bunu belirlemenin en iyi yolu 1982-1988 arasında olup bitene bakmaktır.

1982-1988 arasında bu örgüt ne yaptı?

Bilinen ve politikmiş gibi görünen tek faaliyet var. ANAP binasının bombalanması bunlardan ilkidir. Bu eylemin Muhabarat’ın isteğiyle yapıldığı ortaya çıktı. Zaten bombalamanın ardından Mihrac Ural’ın yazdığı bildiri resmen utanç vericiydi. Semra Özal’a yönelik olarak “Eşinize söyleyin; eline, beline, diline hakim olsun!..” deniliyordu. Çok politik bir ifade! Bu ifade, Muhabarat ve Cemil Esad’a sunulacak bildiri için yazılmıştır, belli oluyor.

Dernek açmak, dergi çıkarmak, kendi başına anlam taşımaz. Bunlar politik örgüt değillerdi ve bu tür faaliyetler aracılığıyla başka türlü görünmeye çalışıyorlardı. Politika, masa üzerindeki örtü gibiydi, pisliği gizlemek için kullanılıyordu.

Muhabarat Acilcileri’nin aktif olduğu bir alan var ama bu alanın devrimci mücadeleyle ilişkisi bulunmuyor. Tersine karşı devrimcilikle ilgisi bulunuyor. Aktif olunan bu alan devrimci cinayetleridir. Örgüt içi ve örgütler arasında devrimcileri hedef alan cinayetlerdir.

12 Eylül’ün hemen arkasından Adana’da Ali Çakmaklı öldürüldü. Ağustos 1982’de ben ayrılmadan kısa süre önce Günay Karaca’nın sınırda öldürülmesi istendi, ama görevi alan yapmadı. Görüldüğü üzere büyük bazı pislikler ben ayrıldıktan sonra gelişmiyor, önceden de var.

1982 yılının sonraki aylarında Paris’te yapılan bir toplantıda konuşan Zafer, Güney Karaca’yı “karanlık adam” ilan ediyor. Kısa süre sonra Müntecep Kesici öldürülüyor. Acilciler’in Suriye’nin yanında Filistinliler arasındaki savaşa katılmalarına karşı çıkan Hanna Maptunoğlu öldürülüyor. Zihni Alan ve Gökhan Sac cinayetleri bunun arkasından geliyor. Hepsinin yeri de Suriye...

Peki Avrupa’da ne yapılıyor?

İtalyan televizyonuna kadar yansıyan bir olay var. Papa suikastı sanığı Oral Çelik yakalandığında üzerinden Fransız iltica pasaportu çıkıyor. Hangi örgüt adına alınmış bu pasaport?

Acilciler adına!..

Kim almış?

Kemal Bayram, Mihrac Ural’ın yardımcısı. Buna ses çıkaran var mı, yok. Ne Mihrac ne de Zafer sesini çıkarmıyor. Neden çıkarsınlar ki, hepsi aynı mal!

İnsanlardan toplanan ve cebe indirilen paraları saymıyorum.

Derken, 1987 yılında Kongre adı verilen bir toplantı yapılıyor. Ne kongre ama, böylesi görülmemiş. Bu sitedeki bir yazıda açıklandı, Kongre’de katılanların haberi olmadan Cemil Esad Acilciler’in fahri başkanı seçiliyor. “Anadolu Komünist Partisi kuracağız!..” diye yeri göğü inletirlerdi, kurulmuyor. Cemil Esad’dan izin çıkmıyor da o yüzden kurulmuyor. Bu durum, sözüm ona politik örgütün Muhabarat’a ne kadar bağlandığını gösteren iyi bir örnek olarak öne çıkıyor.

Suriye’de bulunan Türkiyeli değişik politik örgütlerin tümü Acilciler’i Muhabarat’ın uzantısı olarak görüyor. Mihrac Ural’ın adamları Muhabarat’a değişik devrimci örgütler hakkında rapor yazdığı biliniyor.

Mihrac Ural’ın Abdullah Öcalan’a yönelik suikast girişimine katılması bu sitede şahitlerinin ifadesiyle açıklandı. Tabii unutmamak gerek, bir de bu olağanüstü kongrenin olağanüstü sonucu var, Kongre kararları kayboluyor!..

Gülmeyin, gerçekten böyle...

Neden?.. Çünkü, Kongre çoğunluğu Suriye’de tümü de Mihrac Ural ve eşinin üzerine olan malların tasfiyesine karar veriyor da ondan. İyi ama, yaptırabilecek mekanizmalar olmadıktan sonra karar almanın ne anlamı var?

Kararlar kaybolur, olur biter, hepsi bu kadar!

Unutmadan, bir de evlere şenlik, yedi kişilik Merkez Komitesi seçiliyor. Yedi kişinin ikisi Türkiye’de ve bu iki kişiden birisi Haydar Yılmaz hapiste yani dışarıda işlevi yok; öteki ise bunlarla ilişkisini kesmiş biri, laf olsun diye konuluyor. Geride kalan beş kişi de ülke dışında. Mihrac Ural’ın deyimiyle “devrime soyunmuş” olan örgütte Türkiye’den kimse yok!

Soyundun mu böyle soyunacaksın!

Şimdi gelelim sonuca. 1982-1988 arasındaki faaliyetin başlıca noktalarını sıraladım. Bunlar politik faaliyetler değildir, dolayısıyla da bu örgüt politik bir örgüt değildir. 1982’de ayrıldığım örgüt politik bir örgüt olmak özelliğini kaybetmişti.

Var olan örgütün adına çete diyebilirsiniz, bir çeşit mafya diyebilirsiniz, Muhabarat’ın uzantısı diyebilirsiniz. Sonuçta bu saydıklarım da örgüttür ama devrimci politik bir örgüt değildir.

1-4 Şubat 2013



*