Ağustos 1982’de bir örgütten, THKP-C (Acilciler)’den
ayrıldığımı sanıyordum. Örgütün tepetaklak aşağıya gittiğinin, Politik Büro adı
verilen organda bulunanların ise genelde çapsız ve yeteneksiz kişiler
olduklarının farkındaydım. Muhabarat ilişkisiyle oldukça tehlikeli bir yöne hızla
gidildiğini de görüyordum. Ama yine de örgüt var ve ben bu örgütten ayrıldım
diye düşünüyordum.
Son birkaç yıldır öğrendiklerim beni bu değerlendirmeyi
yeniden ele almaya götürdü. Şu sonuca ulaştım: 1982’de ayrıldığım yapı örgüt
olarak adlandırılamazdı. Öyle gibi görünüyordu ama gerçekte öyle değildi. Ağustos
1977’deki İstanbul yakalanmasıyla birlikte düşüş başlamıştı. 1977-1982 için,
uzatmaların oynandığı dönem demek daha doğru olur.
Bunu daha önce de yazmıştım. 1977 Ağustos 1977’den sonra örgütün
hızla geriye gittiğini, kuşkusuz çaba gösterildiğini ve değişik eylemler
yapıldığını ama bütün bunların devrimci hareketin genel gelişme çizgisinin
gerisine düşmemizi engellemediğini belirtmiştim.
Şimdi söyleyeceğim ise, bu belirlemenin biraz hafif
kaldığıdır.
Hapishanedeyken yazdığım mektuplarda sık sık
dışarıdakilere güvenilmesi gerektiğinden söz ediyorum. Bu saptamanın açık bir
yanılgı olduğunu kabul etmem gerekir. Örgütü önceki politik-askeri gelişme çizgisinde
tutabilecek kimse kalmamıştı. Bunun sonucunda örgüt önce dernekleşir, ardından
değişik kişiler bağımsızlıklarını ilan ederler ya da kendi örgütlerini kurmaya
yönelirler ve örgüt giderek bir çeşit feodal beyliklere bölünür. Böyle bir
silahlı mücadele örgütü yapısının da fazla ileri gitmesi mümkün değildir.
Belirtmek gerekir. Acilciler-HDÖ ayrılığı, feodal
beyliklere bölünmenin özel halidir. Başlangıç değil, sonuçtur. Ayrılığın
esasını halk savaşı üzerindeki anlaşmazlık oluşturuyor gibi görünüyordu ama bu
ayrılık fiiliyatta bölgecilik temelinde gerçekleşti.
Aşamaları ayrı ayrı ele alayım:
DERNEKLEŞME AŞAMASI
Mihrac Ural, benim yakalandığım Ağustos 1977’den
kendisinin yakalandığı Mart 1978’e kadarki sürede örgütü dernekleştirdi. Önceki
dönemde bölgeler arasındaki bağlantı oldukça kısıtlıydı. Bir bölge ötekini tanımazdı.
Darbe yenildiğinde en fazla bir bölge çöker, başka bölgelere sıçrama olmazdı.
Beylerderesi darbesi sonucu o bölgedeki örgütlenmemiz
çöktü. Sonraki aylarda ancak Maraş ile yeniden bağ kurabildik. Malatya’da kimi
bulacağımızı bilmiyorduk ve bilmediğimiz yerde ilişki aramak da oldukça
tehlikeliydi.
Bu durum daha sonra değişir. Mihrac Ural benim bile
yapmadığım şeyi yapar ve bütün bölgeleri gezerek herkesi tanır. Yalnız da
gitmez, yanında Ali Fuat ve başka kişilerle birlikte gider. O bölgelerden
insanları başka bölgelere götürür ve sonuçta ortaya Antakya’daki dernekteki
gibi ilişkiler çıkar.
Ankara’daki örgüt evinde yakalanan zamanın İzmir
sorumlusunun anlattığına göre, bu eve Antakya’dan toplu halde insanlar geliyor
gidiyormuş. Gelenlerin büyük bölümünün örgüt sempatizanı ve hatta bu özelliği
bile olmayan ama hemşeri olan kişiler olduğu söylenebilir.
Böylece yukardan aşağıya ilişkinin yerini çapraz
ilişkiler alır. Çok kişi bilmemesi gereken çok kişiyi bilir duruma gelir.
Mihrac Ural çapsız bir kişidir ve hayatında dernekten
başka şey görmediği için de oradaki ilişkilerin benzerini bir silahlı mücadele
örgütünün bünyesinde yaratmaya çalışmıştır. Antakya küçük bir yer, herkes herkesi
bilir ve aynı anlayış bu kez örgüt çapında hayata geçirilmeye çalışılır.
Sonuçta, Mart 1978’de polisin örgütün bir ucundan girip
öteki ucundan çıkması, bölgeden bölgeye sıçrayabilmesi ve yüz civarında kişinin
yakalanmasının şaşılacak yanı yoktur.
Bu sonuca iki ekleme yapmak gerekir:
Birincisi, Mihrac Ural’ın örgütü Muhabaratlaştırmasıdır. Muhabaratlaştırma,
Araplaştırma, olmazsa Alevileştirme olarak kendini gösterir.
Mihrac Ural’ın örgütün bütün yapısını tasfiye ederek
bölgelere gönderdiği insanlar ya Araptır ya Alevidir ya da denetim altında
tutulabilecek kişilerdir.
Mihraccı olmak belirleyici kıstastır. Bu politikaya karşı
dışarıdaki arkadaşlar arasında tepki gösterenler olmuş ama alternatif bir tutum
alınamamıştır.
İkincisi, Mihrac Ural’ın 1978 Mart operasyonu sırasında
polis ile anlaşmasıdır. Bu durum; Mihrac Ural’ın polis tarafından düzenlenen ve
ortadan kaybolan ifadesinden, herkes Samandağ banka soygunu nedeniyle
Antakya’ya götürülürken kendisinin –en azından açık olarak- götürülmemesinden,
kendisiyle İstanbul emniyetinden adliyeye birlikte getirilen başka örgütten bir
arkadaşın “o işkence falan görmedi” bilgisini iletmesine kadar defalarca
kanıtlanmış durumdadır.
Yakalanan yaklaşık yüz kişiden ne kadarı Mihrac Ural
tarafından doğrudan polise verilmiştir, ne kadarı örgütün dernekleştirilmesinin
sonucudur, bilemeyiz. Ancak kesişen her iki olumsuzluğun da baş mimarı aynı
kişidir.
1979 Aralık darbesiyle örgüt tam anlamıyla yere serildi. Benzeri
bir durum birkaç ay sonra HDÖ tarafından da yaşanacaktır. Devrimci Savaş ise
büyük tren soygunuyla ekonomik sorunu tümüyle çözmüş ama daha ileriye gidememiş
ve ardarda gelen yakalanmalarla sessizliğe bürünmüş durumdaydı.
Kendi açımızdan ortaya çıkan durumu, 1980 yılının
sonlarında iki hafta kadar kaldığım Adana ve Antakya’da açık olarak görebildim.
Kuşkusuz çok kişiyi görmedim ve görmem de gerekmezdi. Durumu anlamak için
birkaç kişinin durumunu gözlemek yeterliydi. Burası, sözüm ona, örgütün en
güçlü olduğu alandı ve 12 Eylül sonrasında büyük bir dağınıklık yaşanıyordu.
12 Eylül sonrasındaki ilk eylemi Ali Çakmaklı’yı öldürmek
olan Mihrac Uralcılar için beklenen bir durumdu denilebilir.
Suriye’ye gittiğimde ve burada kaldığım dört ay içinde
ülkedeki durumun uzantılarını ve sonuçlarını açık olarak görebildim. En güçlü
olduğumuz söylenilen bölge boşalıyordu ve örgüt sorumluları da işte öylesine
kişilerdi.
Artık açıkça görülen Muhabarat ilişkisi de buna
eklenince, buradan bir an önce gitmek en iyisi olacaktı. Başka bir yere git,
ayaklarını yere bas, sonra bakalım ne olur...
Suriye’den ayrılmamın Mihrac ile aramızda gerçekleşen
konuşulmamış bir anlaşma temelinde yükseldiğini söyleyebilirim. Kendisi ben
orada olduğum sürece başka siyasetler tarafından ciddiye alınmayacağını gördüğü
için bir an önce gitmemi istiyordu. Ben ise Suriye’de bir şey yapılabileceğine
inanmadığım için ilk fırsatta gitmek istiyordum.
Bu düşüncelerle Suriye’den ayrıldım. 1981 Nisanının son
günleriydi...
Paris’te bir yıl dört ay kaldım diyebilirim. Bir insanın
beş yılda yaşayabileceği şeyleri yaşadım. Ayrıntısına girmeden şu kadarını
söyleyebilirim: ayaklarımı yere bastım, ilişkilerimi kurdum ve bundan da
ötesini yaptım. Paris ev işgalleri adımızı her tarafta duyurmuştu ya da kendini
sadece Türkiye ile değil Avrupa’daki pratikle de tanımlayabilecek durumdaydım.
Bu arada Mihrac Ural’ın yeni teorik yönelimini öğrendim:
Siyasi mücadeleyi temel mücadele olarak görüyoruz ve buna da silahlı propaganda
diyoruz!..
Böyle bir yönelim eleştirilmezdi. Soytarılığın nesini
eleştireceksiniz?
Anlayabildiğim kadarıyla örgüt artan oranda
Suriyelileştirilmiş ve bana da yol görünmüştü. Suriye’deki iç muhalefetin
varlığını bilmiyordum henüz.
Ne yapacaktık?
Ayrı örgüt olmayacaktık. İmkân vardı ama olmayacaktık.
TKEP’i bir seçenek olarak görüyorduk ve bunu da çevremizdeki herkese söyledik.
1982 yılı Ağustos ayı geldiğinde ayrılmanın eşiğindeydik
ve nasıl ayrılacağımız ya da ayrılıp ayrılmayacağımız karşı tarafın tutumuna
bağlı olacaktı. Konferans adını verdikleri toplantıya Mihrac Ural ile ilgili
olarak ağır bir suçlama yazısı göndermiştim. Bakalım cevap ne olacaktı?
Beklemiyordum ama uzlaşma yoluna da gidebilirdi. (Daha sonra küfürlü bir cevap
geldi ve Mihrac bütün gücüyle saldırıya geçti.)
Bu arada Almanya’ya iki kere gitmiş, bu ülkedeki
ilişkilerdeki derin hoşnutsuzluğu görmüş, Mihrac’ın benim hareketlenmem
nedeniyle kapıldığı panikten de bu işin bitmiş olduğunu anlamıştım.
İkinci gidişimde, dönmeden kısa süre önce Hanna’yı
gördüm. Hanna o sırada keskin Mihraccı idi ve dediğine göre düzenlenmiş olan
benim katılmadığım konferansta İdeolojik Büro’ya seçilmişti. Öteki üyeler
Mihrac ve bendim. “Fesuphanallah!..” dedim kendi kendime.
Paris’te iken Hanna ile sürekli mektuplaşırdık. Bana
sürekli olarak, “Biz şimdi neyi savunuyoruz? Görüşlerimiz nasıl bir değişme
gösterdi?..” diye sorardı, ben de uzun mektuplar yazarak cevap verirdim. Şimdi “ideolojik
büro üyesi” olması ne kadar göstermelik iş yapıldığının göstergesiydi.
Hanna, Salih’e hele de Zafer’e beş basardı; ama bu başka,
daha yeni öğrendiğiniz örgüt görüşleriyle teorik olarak bir örgütün en üst
ideolojik organı olan bir yerde yer almak başkaydı.
Tabii şunu da anlamıştım. Mihrac’a Mihraccı birisi
gerekliydi ki çoğunlukta olsun!
Her şey göstermelik olmuş, umurunda mıydı?
Paris’e döndüm ve Almanya’dan günü gününe haberler almaya
başladım. Salih ve Zafer gelmiş, insanları dolaşıyorlardı. Ben de bekliyordum.
Mihrac gelmemişti. Korktuğu başına gelmiş, ben ayaklarımı
yere basmışım, ilişkilerimi kurmuşum ve bu durumda karşıma çıkması mümkün
değildi.
Salih ve Zafer geldiler. Yazılı özeleştiri vermemi
istediler, derhal reddettim. MK kararıymış, kim takar sizin MK’nızı!
Amaç belli. Devrimci harekette tanınan bir kişiyim ve ek
olarak Paris ev işgalleriyle 12 Eylül sonrasında yapılan büyük çıkışın da
mimarı durumundayım. Bu konuda çıkardığımız Tek Yol Devrim Özel Sayısı’nı da
Suriye’deki arkadaşlara gönderip dağıtılmasını sağlamışım. Şimdi bu tip aklı
sıra beni yıpratacak. Yazılı özeleştiri yapsaydım ertesi gün her yere
dağıtılacağını iyi biliyordum.
Özeleştiri yapacaksa o yapsın, ben değil.
“O zaman ayrılırız!..” dediler, ben de “gayet tabii”
dedim ve arkası geldi.
Burada biraz duralım. Ayrılık konusu öyle gökten zembille
inen bir konu değildi. Daha önce konuşulmuş ve hatta seçenek olarak TKEP
üzerinde durulmuştu. Somut olarak ne zaman ayrılık olur, bu belli değildi ama
işin uzun sürmeyeceği de pekâlâ görünüyordu.
Karşı taraf açık bir saldırıya geçmişti ve böyle bir
durumda beklenmezdi.
Ben de beklemedim. Şundan son derece emindim. Benim
yaratacağım boşluğu dolduramazlar, bu mümkün değildir. Bu nedenle “kaç kişi
benimle davranır” diye kafa yormadım. Yalnız kalmayacağımı biliyordum, ama
kalacak bile olsam gelecekte ne olacağından son derece emindim.
Belma ile artık iyice seyrekleşmiş telefon
konuşmalarımızdan birinde bana, “Yalnız mı kaldın diye düşündüğüm oldu, ama sen
yalnız kalınca büsbütün girersin!..” demişti. Kadın beni tanıyor. Beni yalnız
bırakarak karar verdiğim bir şeyden vazgeçirmek mümkün değildir. Yalnız
kalırsam büsbütün girerim.
Bu konu mektuplarda sık sık yer alıyor. Tek başıma
kaldığım zamanlar en iyi olduğum zamanlar ve bunun bana kazandırdığı olumsuz
özellikler de var. Bunlardan söz ediyorum. Burada beni iyi tanıyan Belma’nın da
anlamadığı, doğal olarak anlayamadığı bir noktayı belirtmek gerekir. 1977
yılındaki kişi değildim. Çok şey öğrenmiş ve yaşamıştım. Zaten önce Salih ve
Zafer’in ardından Mihrac’ın gelişmeler karşısında fena halde şaşırması da
buradan geliyordu.
1977’den iki tane önemli ders almıştım ve bu dersleri sonraki
hayatım boyunca unutmadım.
Birincisi; asla bütün gücünü ortaya sürerek mücadeleye
girmeyeceksin, daima önemli bir güç yedekte duracak. Söylemesi kolay ama
yapması o kadar kolay değil. Bir kere büyük bir güce sahip olmanız gerekiyor ki,
bunu iki önemli parçaya bölebilesiniz. 1977’de çok şey bana kaldığı için
yedekte tutabileceğim güç kalmamıştı diyebilirim. Ama en azından buradan
öğrendim.
İkincisi; Belma’ya yazdığım mektupları okuduğumda ona
“kendi insanlarımızı yetiştirmeye önem vermemekle hata ettik” dediğimi gördüm.
Gerekçesi var tabii; olaylar çok hızlıydı, büyük yükün altına girmiştim ama bu
durum yapılan hatayı ortadan kaldırmaz.
Bir mektupta Rıza için, “Sürekli kendi kopyası olan insan
yetiştirmeye çalışır!..” demişim. Aslında aynısı Mihrac için de geçerlidir.
Ben ise başka bir yoldan gittim ve iyi sonuçlar da aldım.
İnsanlarla pratik içinde daha yakından ilgilenmek. Birlikte işler yapıyoruz,
sürekli konuşuyoruz, giderek kafa yapılarımız birbirine benziyor. Ondan sonra
bu kişi hiçbir yere gitmez ya da gitme ihtimali düşüktür.
Neden gitsin ki! Birlikte başarı kazanıyoruz ve başarı
herkesin hoşuna gider. Başaramamış isek, nedenlerini konuşuyoruz ve
öğreniyoruz. Örgüt değiştirirken yaptığımın tehlikeli bir iş olduğunu biliyordum.
Devrimci harekette tanınan birisiyim, Avrupa’daki mücadelede de deyim
yerindeyse “rüştümü kanıtlamışım”, ama başka bir örgüte gidiyorum. Burası
Türkiye değil ve bu örgüt de devrimci şiddeti savunmakla birlikte silahlı
mücadele örgütü değil...
MK’dan filan başlamak beni hiç ilgilendirmiyordu, aday
üyelikten bile başlayabilirdim. Ben yukarı çıkarım, yeter ki birileri engel
olmaya kalkmasın. Hakkım olmayan hiçbir şeyi de istemem.
Ve oldu da...
TKEP Almanya örgütü birkaç yıl sonra bir bölümü TKP’ye katılan
partiyi ayakta tutan iki örgütten (diğeri İstanbul) birisi durumundaydı. Bu
onur sadece bana değil, Almanya örgütüne aitti. İnsan bulunuyor, sadece siz
bulmuyorsunuz, onlar da sizi buluyor. Kişi çapsız ve beceriksiz insanlardan,
gevezelikten bıkmış, kenarda duruyor. Sizi görünce geliyor, çok hızlı öğreniyor
ve o kadar ki bazı konuları kendisine bırakıyorum.
TKEP’te politik yaşam oldukça fırtınalıydı. Bitmeyen iç
sorunlar, sürtüşmeler ve artık aklınıza ne gelirse her şey vardı. Karşıtını
polis ilan etmek, öldürmeye kalkmak gibi Mihrac Ural yöntemleri yoktu. Bunun
dışında parti içi yaşam hiç de sakin değildi.
1983-1996 arasında epeyce iç mücadeleye girdik ve
hepsinde Almanya örgütü hiç fire vermeden birlikte hareket etti. Bir keresinde
karşımızda MK’nın yarısı, başka bir keresinde Genel Sekreter vardı. Yine de hiç
fire verilmedi.
Ben 1982’de ayrıldım. 1988’de büyük bir ayrılık daha
oldu. Bu altı yıl içinde Acilciler’in Avrupa’da iki “Merkez Komitesi Üyesi”
vardı. Zafer’in ve Salih’in altı yılda yaptıklarını toplayın, onla çarpın,
1982’de Paris’teki performansımızın yanına bile yaklaşamaz. Aynen Mihrac Ural
gibi, hiçbir şey yapmaya niyetleri yoktu. Kazara niyetleri olduğunda ise yapacak
yetenek yoktu.
1982 Ağustosunda ayrıldığımda geride kalan yapı örgüt
değildi. Örgütümsü bir şeydi ve böyle olduğu da kısa sürede ortaya çıktı.
Avrupa’da Acilciler’in kadro sayısı TKEP’e göre hayli
fazlaydı ve sonuç ortada. İnsanları soymaktan, Oral Çelik’e para karşılığı
iltica pasaportu almaya kadar her çeşit pis işi yaptılar. Sadece devrimcilik
yapmadılar...
Biras da olaya ters yönden bakalım. Ağustos 1982’de ayrıldığım
THKP-C (Acilciler) değişik eksik ve hatalarına rağmen örgüt sayılabilirdi,
diyelim. Diyelim ki, aynen böyledir. Bu durumda 1988 yılındaki büyük ayrılığa
kadar geçen altı yıl boyunca örgütün eylemine bakmak gerekir. Lenin’in Ne
Yapmalı’da belirttiği gibi, “Bir örgütün karakterini belirleyen, faaliyetinin
politik içeriğidir!..”
Bu saptamadaki “politik” kelimesini kaldıralım ve “bir
örgütün karakterini belirleyen faaliyetinin içeriğidir” diyelim. Zira iddia
ediyorum ki, 1982’de benim ayrıldığım yapı politik bir örgüt değildi, daha
doğrusu politik bir örgüt olmak özelliğini kaybetmişti. Öyle miydi, değil
miydi, bunu belirlemenin en iyi yolu 1982-1988 arasında olup bitene bakmaktır.
1982-1988 arasında bu örgüt ne yaptı?
Bilinen ve politikmiş gibi görünen tek faaliyet var. ANAP
binasının bombalanması bunlardan ilkidir. Bu eylemin Muhabarat’ın isteğiyle
yapıldığı ortaya çıktı. Zaten bombalamanın ardından Mihrac Ural’ın yazdığı bildiri
resmen utanç vericiydi. Semra Özal’a yönelik olarak “Eşinize söyleyin; eline,
beline, diline hakim olsun!..” deniliyordu. Çok politik bir ifade! Bu ifade,
Muhabarat ve Cemil Esad’a sunulacak bildiri için yazılmıştır, belli oluyor.
Dernek açmak, dergi çıkarmak, kendi başına anlam taşımaz.
Bunlar politik örgüt değillerdi ve bu tür faaliyetler aracılığıyla başka türlü
görünmeye çalışıyorlardı. Politika, masa üzerindeki örtü gibiydi, pisliği
gizlemek için kullanılıyordu.
Muhabarat Acilcileri’nin aktif olduğu bir alan var ama bu
alanın devrimci mücadeleyle ilişkisi bulunmuyor. Tersine karşı devrimcilikle
ilgisi bulunuyor. Aktif olunan bu alan devrimci cinayetleridir. Örgüt içi ve
örgütler arasında devrimcileri hedef alan cinayetlerdir.
12 Eylül’ün hemen arkasından Adana’da Ali Çakmaklı
öldürüldü. Ağustos 1982’de ben ayrılmadan kısa süre önce Günay Karaca’nın
sınırda öldürülmesi istendi, ama görevi alan yapmadı. Görüldüğü üzere büyük
bazı pislikler ben ayrıldıktan sonra gelişmiyor, önceden de var.
1982 yılının sonraki aylarında Paris’te yapılan bir
toplantıda konuşan Zafer, Güney Karaca’yı “karanlık adam” ilan ediyor. Kısa
süre sonra Müntecep Kesici öldürülüyor. Acilciler’in Suriye’nin yanında
Filistinliler arasındaki savaşa katılmalarına karşı çıkan Hanna Maptunoğlu
öldürülüyor. Zihni Alan ve Gökhan Sac cinayetleri bunun arkasından geliyor.
Hepsinin yeri de Suriye...
Peki Avrupa’da ne yapılıyor?
İtalyan televizyonuna kadar yansıyan bir olay var. Papa
suikastı sanığı Oral Çelik yakalandığında üzerinden Fransız iltica pasaportu
çıkıyor. Hangi örgüt adına alınmış bu pasaport?
Acilciler adına!..
Kim almış?
Kemal Bayram, Mihrac Ural’ın yardımcısı. Buna ses çıkaran
var mı, yok. Ne Mihrac ne de Zafer sesini çıkarmıyor. Neden çıkarsınlar ki,
hepsi aynı mal!
İnsanlardan toplanan ve cebe indirilen paraları
saymıyorum.
Derken, 1987 yılında Kongre adı verilen bir toplantı
yapılıyor. Ne kongre ama, böylesi görülmemiş. Bu sitedeki bir yazıda açıklandı,
Kongre’de katılanların haberi olmadan Cemil Esad Acilciler’in fahri başkanı
seçiliyor. “Anadolu Komünist Partisi kuracağız!..” diye yeri göğü inletirlerdi,
kurulmuyor. Cemil Esad’dan izin çıkmıyor da o yüzden kurulmuyor. Bu durum, sözüm
ona politik örgütün Muhabarat’a ne kadar bağlandığını gösteren iyi bir örnek
olarak öne çıkıyor.
Suriye’de bulunan Türkiyeli değişik politik örgütlerin
tümü Acilciler’i Muhabarat’ın uzantısı olarak görüyor. Mihrac Ural’ın adamları
Muhabarat’a değişik devrimci örgütler hakkında rapor yazdığı biliniyor.
Mihrac Ural’ın Abdullah Öcalan’a yönelik suikast
girişimine katılması bu sitede şahitlerinin ifadesiyle açıklandı. Tabii
unutmamak gerek, bir de bu olağanüstü kongrenin olağanüstü sonucu var, Kongre
kararları kayboluyor!..
Gülmeyin, gerçekten böyle...
Neden?.. Çünkü, Kongre çoğunluğu Suriye’de tümü de Mihrac
Ural ve eşinin üzerine olan malların tasfiyesine karar veriyor da ondan. İyi
ama, yaptırabilecek mekanizmalar olmadıktan sonra karar almanın ne anlamı var?
Kararlar kaybolur, olur biter, hepsi bu kadar!
Unutmadan, bir de evlere şenlik, yedi kişilik Merkez
Komitesi seçiliyor. Yedi kişinin ikisi Türkiye’de ve bu iki kişiden birisi
Haydar Yılmaz hapiste yani dışarıda işlevi yok; öteki ise bunlarla ilişkisini
kesmiş biri, laf olsun diye konuluyor. Geride kalan beş kişi de ülke dışında. Mihrac
Ural’ın deyimiyle “devrime soyunmuş” olan örgütte Türkiye’den kimse yok!
Soyundun mu böyle soyunacaksın!
Şimdi gelelim sonuca. 1982-1988 arasındaki faaliyetin
başlıca noktalarını sıraladım. Bunlar politik faaliyetler değildir, dolayısıyla
da bu örgüt politik bir örgüt değildir. 1982’de ayrıldığım örgüt politik bir
örgüt olmak özelliğini kaybetmişti.
Var olan örgütün adına çete diyebilirsiniz, bir çeşit
mafya diyebilirsiniz, Muhabarat’ın uzantısı diyebilirsiniz. Sonuçta bu
saydıklarım da örgüttür ama devrimci politik bir örgüt değildir.
1-4 Şubat 2013
*