Filanca kişi öldürülmek istendi demek iyi bir saptamadır ama kendi başına fazla şey de söylemez. Sadece ana durumu ortaya koyar ama bu ana durum nasıl ortaya çıktığı ve hangi mekanizmaların çalışmasıyla oluştuğu konularında bir şey söylemez. Başka bir deyişle neden ve nasıl sorularının cevaplandırılması önemlidir.
Neden ve nasıl sorularının cevaplandırılmasında gerekli bütün halkalar tamam olmayabilir, ama önemli bir bilgi var ise, aradaki halkalar da tahmin edilebilir. Sonuçta, halkanın öncesinden ve sonrasından hareketle o halkanın aşağı yukarı nasıl olabileceği de tahmin edilebilir.
Günay Karaca konusuna gelirsek… Elimizdeki bilgiyi kronolojik sıra içinde ortaya dökerken, sonraki aşamalar için işe yarayacak saptamalar da yapacağım.
Günay Karaca 12 Aralık 1979 tarihinde yakalandı. Bu operasyonda çok sayıda yoldaş da yakalandı ve hepsi Aralık ayının son günlerinde Selimiye Askeri Cezaevi’ne getirildiler. Daha sonra hep birlikte son operasyon konusunun konuşulduğu bir toplantı yaptık. Tam gününü hatırlamıyorum, aradan biraz zaman geçmiş olsa gerektir, ama burası o kadar önemli değil. Toplantıya hatırladığım kadarıyla artık büyük bir sayıya ulaşmış olan komünümüzdeki herkes katıldı. Herkesi tek tek hatırlamıyorum, şu veya bu nedenle katılmamış olan olabilir, ama asıl önemli kişiler Günay, Haydar Yılmaz ve eylem kadrosu toplantıya katıldı.
Toplantının bir bölümü karşılıklı suçlamalar biçiminde geçti, o kadar ki, bir ara müdahale edip havayı yumuşatmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Bu toplantıda yapılan konuşmalara göre, Günay’ın 62 sayfalık emniyet ifadesi vardı. Günay bu konuda herhangi bir itirazda bulunmadı.
Günay buna rağmen tahliye olacağına inanıyordu. Genel Komite üyesi olduğu hem kendisi tarafından kabul edilmiş ve hem de başkaları tarafından ifade edilmişti. Üzerinde eylem yoktu ama buna rağmen nasıl tahliye olabileceğini o zaman hiç anlamadım. Üzerinde durmadım, çünkü insanın müebbet cezayla karşılaşması kolay değildir. Bu ceza henüz ihtimal bile olsa insana ağır gelebilir. Zamanla daha farklı bir tutum ortaya çıkabilir.
Kısa süre sonra Selimiye’den Sağmalcılar’a gönderildik. (Bu zorunlu sevk meselesi üzerinde durmuyorum çünkü konumuzla ilgisi bulunmuyor.)
Sağmalcılar’da Günay’ın bazı davranışları dikkatimi çekmeye başladı. Fırsatını bulduğunda bana alternatifmiş gibi davranıyordu ve bu da garibime gidiyordu. Örneğin ben koğuş sorumlusuydum ve koğuşlar arasındaki toplantılara katılıyordum.
Herkesin koğuşun temizlik işlerini yaptığı belirli bir nöbet günü vardı. Cezaevindeki bazı ani gelişmeler üzerine hemen toplantı yapılması gerektiği gün de benim nöbet günüme geldi. Yerime birisini bulup toplantıya gittim. Döndüğümde konuşulanlar hakkında herkese bilgi verdim. Ardından bizim komünün toplantısı oldu. Benim nöbetçilik yapmamam gerektiği konuşuldu, çünkü ne zaman toplantı olacağı belli olmuyordu. Sıra bana geldiğinde beni atlayarak sürecekti.
Günay “Ben de nöbetçilik yapmayacağım!..” dedi. Nazım Yılmaz hemen söz aldı ve “Günay yapmazsa, ben de yapmam!..” dedi.
Günay’ın kendisi de hoş bir durumun ortaya çıkmadığını gördü ve ısrar etmedi. Israr etmesinin anlamı da yoktu, çünkü nöbetçilik yapmamak için tutarlı bir gerekçe göstermesi gerekecekti ve böyle bir gerekçesi de yoktu.
Benzer ama daha küçük birkaç olay daha olunca durum iyice ilgimi çekmeye başladı. Bir gün herkes bahçedeyken Günay’ın sık sık doldurduğu kâğıtlardan bir bölümünü bulup okudum. Günay, Mihrac’a benim hakkımda rapor veriyordu. Sadece benim hakkımda da değil, komündeki neredeyse herkes hakkında rapor veriyordu. Mihrac tarafından bu konuda kendisine görev verilmiş olsa gerekti. Günay’a Mihrac’tan gelen mektupları görmedim, ama raporun nereden kaynaklandığını tahmin etmek zor değildi.
Günay’ın ifadelerinden Mihrac’ın kendisine neler yazdığını anlamak mümkündü. Örneğin, Mihrac “ifade konusunu kafana takma” demişti. Kendisi Mihrac’ın bu cümlesini aynen tekrarlıyor ve ardından da “Senin gibi bir yoldaşım olduğu için uçuyorum!..” diyordu. Bu ifadeyi aynen hatırlıyorum. “Engin bizim dışımızda davranmıyor, davransa da önemli değil zaten!..” cümlesini de aynen hatırlıyorum.
Yakalanan yoldaşlar arasında en çok tepki duyulan iki kişi Günay ve Haydar’dı. Günay neye güvenerek böyle konuşuyordu, bilmiyorum. Tek güvencesi Mihrac Ural olsa gerekti ve Mihrac’a da açıkça “ben senin adamınım” anlamına gelecek sözler söylüyordu.
Günay dışarıdayken de tam bir Mihraccı idi, içerde de bu durum sürdü. Ali Sönmez ile birlikte bir takım numaralar çevirmiş olmaları mümkündür. Nitekim, Cahit Çelik biz kaçtıktan sonra Günay’ın Ali’nin yatağının aranmasını istediğini ve yatakta yüksek miktarda para bulunduğunu bir yazısında belirtti. Bu para nereden nasıl gelmiştir, neden başkalarına haber verilmemiştir, bilmiyorum. Bu durum olsa olsa Günay ile Ali’nin bir takım kumpasları olduğunu gösterir. Ali aceleyle kaçış ekibine katılırken parayı unutmuş olsa gerektir.
Koğuştan çıkarken Günay yatağının üzerindeydi. Kendisine “gelmiyor musun” dedim, “siz gidin, ben tahliye olacağım” dedi. Günay Karaca ve Haydar Yılmaz’ın da içinde bulunduğu Acilciler davası 20 Kasım 1981 günü karara bağlandı. Karar duruşmasından yaklaşık bir ay kadar önce Günay Karaca tahliye olmuş.
Genel komite üyesi olduğunu kabul eden, bu durum başka kişilerin ifadelerinde de geçen Günay Karaca, 12 Eylül’ün azgın günlerinde 22 ay kadar hapis yatarak tahliye oluyor. İnsanlar doğal olarak, bu nasıl oluyor, diye soruyor.
Bildiğim kadarıyla yapılan açıklama şöyle: Günay’ın dayısı Emniyet’in Narkotik Şubesi’nde Müdür imiş. Günay adına çıkarılan bir pasaporta uygun ülkeye giriş ve çıkış damgaları vurularak, Günay’ın suçlandığı dönemde ülke dışında olduğu masumiyet gerekçesi olarak mahkemeye sunulmuş, mahkeme de buna dayanarak Günay’ı serbest bırakmış. Ayrıca hem Günay’ın ve hem de öteki sanıkların ifadelerinin işkenceyle alındığını beyan etmeleri de söz konusudur.
Günay Karaca tahliye oldu.
Biz buradan Paris’e atlayalım.
1981’in Kasım ayı. Yaklaşık altı aydan beri Paris’teyim. Mihrac Ural, Şam’dan Paris’e geldi. O geldikten birkaç gün sonra bana Aydın’ın bir mektubu geldi. Bir süredir yazışıyorduk ve bana yazılmış özel bir bilgi de yoktu mektuplarda. Mihrac mektubu görünce öyle bir bozuldu ki, bu kadar olur. Bir şey söylemedi ama suratı allak bullak olmuştu.
Ben o sırada Suriye’deki muhalefetin gittikçe büyüdüğünü bilmiyordum. “Engin’e kötü sahte pasaportu bilinçli olarak verdiniz ve yakalanmasını sağladınız” denildiğini de bilmiyordum (Söyledikleri doğrudur). Mihrac bu konulardan bana hiç söz etmedi.
Sadece ben oradayken Müntecep Kesici’nin Cemil Esad ve Muhabarat ile ilişki geliştirilmesine şiddetle karşı çıktığını biliyordum. Müntecep’i ikna görevi Zafer’e verilmişti ve o da “Biz Cemil Esad’ı kullanıyoruz yoldaş!..” diyordu. Benim derdim ise bu ülkeden bir an önce gitmekti.
Mihrac’ın kaldığım odada bulunduğu ve benim dışarı çıktığım bir gün döndüğümde her tarafı temizlenmiş buldum. Mihrac’ın böyle huyları yoktur. Biraz dikkatli bakıldığında odada arama yapıldığını ve bunu kamufle etmek için de temizlik yapıldığını anlamamak mümkün değildi. Bir şey söylemedim, nasılsa bulabileceği hiçbir şey yoktu.
Paris’te birkaç hafta kadar kaldı ve buradan hemşerileri vasıtasıyla Almanya’ya götürüldü.
Olaylar da öyle bir rastlaşıyor ki, sormayın. Yılbaşında, Mihrac’ın Almanya’da olduğunu ve serbest bulunduğunu biliyoruz. Biz de aynı gün Paris’te üç apartmanın işgalini gerçekleştirdik. Birkaç gün sonra olay Fransız gazetelerinde ve televizyonlarında konu oldu. Ardından Türkçe gazeteler konuya eğildiler. Binaya muhabirler geldi, fotoğraflar çekildi. Mihrac Ural bunları duyup da sanki onu çağıran varmış gibi “Yettim yoldaşlar!..” diyerek neden Paris’e koşmadı diye sorarsanız, kendisi hapishanedeydi de ondan.
1982 yılı Ocak ayının ilk günlerinde Mihrac ve Almanya’ya başka bir yoldan gelmiş olan Salih bir polis kontrolünde paniğe kapılmaları sonucu yakalanırlar. 20 gün kadar hapis yatarlar ve Suriye’ye sınırdışı edilirler.
Bu olayı bana o sırada mektuplaştığımız Hanna Maptunoğlu bildirmişti.
***
Mihrac Ural ve Kemal Bayram (Salih), Almanya’ya kaçak girmeleri nedeniyle 20 gün hapis yatarlar ve Suriye’ye sınırdışı edilirler. 1982 yılının Ocak ayı sonunda ya da Şubat başında Suriye’dedirler.
Buradan Günay Karaca’nın Suriye’ye gitmesi konusuna geçelim…
Birinci saptama: Günay kendisi Suriye’ye gitmiş olamaz. Antakya’ya gideceksiniz, sınırı bilen güvenilir birisini bulacaksınız, o size sınırı geçirecek ve bu da yetmez karşı taraftan karşılayanların olması gerekir.
Mihrac Ural’ın Günay’ı Suriye’ye gelmeye çağırması ve onu getirecek birisini göndermiş olması akla en yakın ihtimaldir.
Burada şöyle bir sorun var. “Birisi geliyor, Günay’ı buluyor, Mihrac’ın selamını söylüyor ve onu Suriye’ye çağırdığını iletiyor!..” desek, böyle bir şey olamaz. Hapisten çıkalı birkaç ay olmuş birisi, hem de 12 Eylül’ün karanlık günlerinde tanımadığı birisine güvenmez, neden güvensin?
İkinci saptama: Ne şekilde oldu bilmiyorum ama akla en yakın ihtimal şudur. Günay’ın tanıdığı bir kişi gelip Mihrac’ın onu çağırdığını iletir. Onunla Antakya’ya giderler, gelen kişi onu sınırı geçirecek kişiye devreder. Günay’ın tanıdığı kişinin Hatay bölgesinden olması yüksek ihtimaldir. Kimdir, bilmiyoruz.
Günay Karaca Suriye’ye ne zaman gitti, ne zaman geri döndü?
Dönüşü, 1982 yılında orada olan bir arkadaşın belirttiğine göre, yaz aylarıdır. Orada 5-6 ay kadar kalmıştır.
Günay’ın benim ayrıldığım tarih olan 1982 Ağustos ortasından önce döndüğünü sanıyorum. Zira, ayrıldıktan kısa süre sonra Aydın ile telefonda görüşmeye başladık ve bana Günay’dan hiç söz etmedi. Kendisinin oraya geldiğini bile duymamıştım.
Günay’ın 1982 Mart ayında Suriye’ye geldiği ve diyelim Ağustos ayının ilk günlerine kadar orada kaldığı söylenebilir. Tarihlerde biraz oynama olabilir ama bu kadarı konumuz açısından önemli değildir.
Mihrac Ural, Günay Karaca’yı neden Suriye’ye çağırdı?
Suriye’de örgüt içindeki durum gittikçe vahim bir hal alıyor ve muhalefet büyüyordu. Muhalefette ön planda Şıh (Müntecep Kesici) vardı. Bu muhalefetle uğraşması için çağırmış olsa gerektir. En akla yakın ihtimal budur.
“Günay Karaca neden bu çağrıya uyarak gitti?..” diye sorulacak olursa, cevap basittir. Günay Mihraccı idi ve 1982 başlarında değişmesi için herhangi bir neden de yoktur.
Giriş tarihi de dikkat çekicidir. Günay Karaca’nın yargılandığı Acilciler davası 20 Kasım 1981’de karara bağlanır. Günay bir ay kadar önce tahliye olmuştur ve dava sonunda beraat eder. Dava ağır ceza alan yoldaşları da barındırdığı için Yargıtay’a gider. Günay ise henüz beraat kararı kesinleşmeden, mahkeme kararından üç ay kadar sonra (Yargıtay aşaması en az bir yıl sürer) Suriye’ye gidecektir.
Günay, Suriye’ye gelir ancak gelişmeler Mihrac’ın beklediği gibi olmaz. Günay muhalefete yakın bir tutum alır. Bu arada kimlerle neler konuştu, bilmiyoruz. Ama, Mihrac’ın beklemediği bir tutum aldığını biliyoruz.
Ek olarak, Müntecep’in kendisine “Ben yazı işlerinden anlamam, sen başımıza geç, biz bu adamı (Mihrac) hallederiz ve örgüte de el koyarız!..” dediğini de biliyoruz. Bunu Mihrac Ural da duymuştur. Zaten oradaki çevre küçücük ve herkesin birbirinin aldığı nefesten bile haberi vardı.
Günay, Müntecep’in teklifini kabul etmez. Mihrac’tan yana tavır koymaz. Ancak onunla açık bir mücadeleye de girmez.
Günay’ın ülkeye geri dönüş meselesi nasıl gündeme geldi, bilmiyoruz. Mihrac’ın ne düşündüğünü tahmin etmek ise kolay: Bu adam başıma bela olabilir, ortadan kaldırılmalıdır!..
Bu nedenle, Zafer vasıtasıyla Günay’a sınırı geçirecek olan Semir’e talimat verilir: Sınırı geçince kafasına sık!..
İbrahim Yalçın son yazısında bunu bir kere daha açıkladı. Neden sınırı geçince de önce değil?
Günay sınırı geçmeden öldürülürse cesedin yok edilmesi gibi bir sorun var. Aksi durumda Günay’ı kimin öldürttüğü ortaya çıkacak ve muhalefet iyice radikalleşecektir. Sınırı geçince sorun yok. “Semir ile ayrıldıktan sonra jandarma vurmuş!..” denilebilir. Hatta “Yoldaş ilişkileri toplamak için ülkeye dönerken kurşunlandı!..” açıklaması bile yapılabilirdi. Mihrac Ural’dan her numara beklenir.
Semir, Günay’ı seven bir insan olduğu için kendisine verilen “görevi” yapmaz ve durumu da Günay’a açıkça söyler.
Tarih, Ağustos 1982. Müntecep Kesici henüz öldürülmemiş ama muhaliflere karşı ne çeşit tezgâhlar kurulduğu o zamandan bile görülüyor.
Burada önemli bir soru var. Günay Karaca neden değişti ve Mihrac Ural’ın yanında niçin tavır almadı?
İşte burada Mihraccıların önemli bir özelliğine geliyoruz. Mihrac Ural bütün politikasını “gökte Allah, yerde ben” temeli üzerine kurmuştur. Her çeşit yalan ve propaganda ile her konuda mükemmel olduğunu iddia eder.
Günay, Suriye’ye geldiğinde Mihraccı idi ve orada şimdiye kadar hiç görmediği bir durumla karşılaştı. Mihrac’a karşı açık ve güçlü bir seçenek vardı. Daha önce gözleri Mihrac’tan başkasını görmeyen insanlar bile bu durumda değişmek zorundaydı. Bu sadece Günay’a özgü bir durum değildir.
Hanna Maptunoğlu’nun durumu da aynıdır. Kendisini Almanya’da yıllardan beri tanıyanların belirttiğine göre tam bir Mihraccı idi. Ek olarak, Paris bölgesinin ayrılıp benim de Almanya’ya gelip dolaşmaya başlamamın ardından, kendisi de Mihrac yönünde çaba harcıyordu.
Suriye’ye neden gitti, bilmiyorum. Acilciler’in Almanya’da artık hiçbir gelişme şansı kalmamıştı. Bir neden bu olabilir. Daha güçlü bir neden ise, Mihrac’ın örgütsel ayrılığın ve Müntecep Kesici’nin öldürülmesinin ardından ek kadro olarak Suriye’ye çağırmış olmasıdır.
Mihrac Ural’ın “Yerdeki Allah” olmadığı artık açıktı.
Avrupa örgütlenmesinde büyük ayrılık olmuş, Suriye’de büyük ayrılık yaşanmış, Müntecep Kesici de öldürülmüştü. “Kaza” deniliyordu ama buna inanan insanlar için bile durum birkaç yıl öncesine göre çok değişikti. Suriye’de ülkede yaşadığımız illegal koşullar yoktu, herkesin ne olup ne olmadığı açıkça ortadaydı.
Filistinlilerin arasındaki iç savaşa Suriye tarafından müdahale etmek konusu başka şartlarda gündeme gelseydi, belki de açık muhalefet olmazdı. Bilemeyiz ama mümkündür. Konu, Mihrac Ural’ın ipliğinin pazara çıkmaya başladığı dönemde gündeme geldi. Yapılan palavraya dayalı propaganda Mihrac Ural’ın her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdığı ve hiçbir işi beceremediği gerçeğini artık gizleyemiyordu. Artık eskinin Mihraccıları değişiyordu. Hâlâ değişmeyenler, ne olup bittiğini az biraz bile olsa göremeyenler varsa, bunlardan da zaten hiçbir şey olmazdı.
İki bölümlük bu yazıyı bitirirken ilk yazının ardından gelişen bir tutum hakkında birkaç söz söylemek istiyorum.
“Günay Karaca neden öldürülmek istendi?..” yazısının ilk bölümü bazı insanlarda hayli rahatsızlık yarattı. Kendileriyle yazışmalarım oldu. Bildiklerini açıklamalarının yapılabilecek en doğru iş olduğunu belirttim, burada bir daha belirtiyorum.
Büyük soru şudur: 1981’de ya da faşist cuntanın azgın yıllarında, afişlemeden ya da yazılamadan yakalananın bile iki yıl içerde kaldığı yıllarda, Acilciler Genel Komite Üyesi olduğu iddianamede açık şekilde belirtilen, ifadede kabul edilen, başkalarının da hakkında bu yönde ifadesi olan, Günay Karaca sadece 22 ay yatarak nasıl tahliye olmuş ve üstelik de beraat etmiştir?
Günay Karaca’nın nasıl bir emniyet ifadesi olduğu bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren yukarıdaki sorudur. Emniyet’te önemli bir pozisyonda olduğunu öğrendiğimiz dayısının çabasıyla tahliye olmadıysa, bu konudaki bilgi doğru değilse, o zaman doğru olan nedir? Açıklayın, bekliyoruz.
O bilgiyi aldığımız kişi, şimdi “O bilgi doğru değil!..” diyor ise ve çok şey bildiğini söylüyorsa, ki bizce de doğrudur, bu önemli sorunun cevabını bekliyoruz. Bu bir örgüt tarihi meselesidir ve bilginizi ortaya dökmeniz en iyisi olacaktır.
7-8 Aralık 2012