Biraz da gülmek gerekli ama, öyle değil mi...
Yeni çıkan ikisinden başlayayım:
İstanbul’da Acilciler ile hiç ilgisi bulunmayan bir
örgütün eski insanları arasında konuşuluyormuş.
Birisi demiş ki: “1978 yılının Mart ayının başlarında
İstanbul’da hep elektrik kesilirdi. Neden diye merak ederdim. Artık nedenini
öğrendim: O sırada Mihrac Ural’a elektrik veriliyormuş.”
Anlayacağınız Mihrac Ural’ın kendisine yapıldığını
anlattığı “şalterli elektrik işkencesi” epeyce duyulmuş...
İkincisi ise, Mihrac Ural’ın bir bölüm Acilci arasındaki
adının Zübük olması. Mihrac Ural denilmiyor, Zübük deniliyormuş.
Aziz Nesin’in Zübük adlı romanı şöyle başlar: “Zübük kağnı gölgesinde
yürür ve kendi gölgesi sanırmış.”
Mihrac Ural da hayatı boyunca kendisine gölgeler icat
etmiş kişidir. Kendisi adam değil ki gölgesi olsun. Muhabarat’ın dışında hiçbir
şey değildir. Adamın ne özelliği var ki.
Muhabaratçılığı çıkar, geriye bir şey kalmıyor. Ömrünün
yarısından fazlasında, Suriye’de bulunduğu 33 yıl boyunca, ne yaptıysa her şeyi
Muhabarat sayesinde yapmış.
Eskilere gelince, üç tane anlatacağım ve ilk ikisini daha
önce anlattığımı hatırlamıyorum. Bunlar TKEP fıkralarıdır. Aslında fıkra değil
gerçeklerdir, ama ciddi olarak anlatılmaları mümkün değildir.
Üç kişi var. Teslim Töre, Mihrac Ural ve TKEP Merkez
Komitesinden ülkeden yeni gelmiş olan Sait. Birlik konusu konuşuluyor. Mihrac
Ural şöyle diyor: “Sen hiç merak etme Teslim yoldaş. (Sağ elini yana doğru
açıyor, parmaklarını büküyor.) Ben pençemi birlik işine takmışım. Felek gelse
kurtaramaz onu elimden.”
Mihrac gittikten sonra Sait’in sorusu: “Kim bu soytarı?”
İkinci örnek daha felaket. Mihrac Ural anlatıyor: “Bu
örgüt devrimin önünde engel olmayacak... (Elleriyle parçalama hareketleri
yapıyor.) Engel olursa, onu ellerimle parçalayacağım.”
Daha sonra, Sait yine aynı soruyu soruyor: “Kim bu
soytarı?”
Ne kadar ilginç değil mi? Bu örgüt devrime engel
olmayacakmış!.. İstese sanki engel olabilirmiş gibi. Bu vesileyle de aklı sıra
kendini büyütecek...
Üçüncüsünü daha önce anlatmıştım ama yeniden anlatmaya
değer doğrusu. Şu 17 dikiş meselesi...
Yıl 1986, Mihrac Ural 30 yaşında ve Otobiyografisini
yazmış, her tarafa fakslıyor. O yıllarda daha bilgisayar kullanımı yoktu. Bunlardan
birisi de TSİP’in Duisburg’daki merkez bürosuna gelmişti. Otobiyografisinde
yazmış; devrimci harekette benim dışımda hiçbir liderin başında 17 dikiş
yoktur!
TSİP’liler o sırada ameliyat olmuş ve hastanede yatan
Yalçın Yusufoğlu ile bu nedenle dalga geçerler. “Sende de hiç iş yokmuş yoldaş!
Hepsi hepsi birkaç dikiş var. Bak, Mihrac yoldaş kafasında 17 dikiş varmış.”
Ben görmedim, söylediler. Mihrac Ural o bölümü daha sonra
otobiyografisinden çıkarmış. Bunun yerini, Hamdullah Erbil’in yaylasına çıkışı
–“Binboğalar Tırmanışı” diye pazarladığı palavra- beni sırtında taşıması almış.
O kadar da ayrıntılı anlatmış ki, ben yürüyememişim de o
beni sırtında taşımış. Bunu bana tanıdığım eski Acilci bir Antakyalı anlattı,
böyle böyle olmuş dedi. “İyi de, ben orada yoktum ki, beni sırtında taşımış
olsun!..” demiştim.
Bir yaylaya yapılan ve saatli bomba hazırlanmasının
öğretildiği eğitimde ben yoktum. Bunun üzerine adı geçen arkadaş Mihrac’a “ama
Engin orada yokmuş” demiş.
Mihrac’ın tepkisi enteresan: “Niye söyledin ki ona!..”
demiş.
Ben duymasam ne güzel satacak adamcağız. Beni sırtında taşımış
olsun, hiç itirazım yok, ama ben orada yoktum.
En çarpıcı olanını ise sona bıraktım. İnternette
çetleşmelerinden birisinde yer alıyordu. Elimize geçmiş ve yayınlamıştık.
Mihrac Ural anlatıyor: “Ben yemedim, yoldaşlarıma yedirdim. Aç kaldım, verem
oldum. Ama karıma söylemedim. Yoksa karım benimle yatmazdı!..”
Gülmeyin, demeyeceğim, çünkü ben de gülüyorum. Böyle bir
soytarının bir eşi daha var mı? Kesin yoktur!
23 Şubat 2013
*