İLKER AKMAN, YÜKSEL ERİŞ, NECATİ VE BEN


Cahit Çelik, www.yukseleris.blogspot.com ’da yayınlanan “Yüksel Eriş ve Ahmet Nergiz” başlıklı yazıda, Nergiz’in kitabından Yüksel ile ilgili bölümleri aktarmış. 

Yüksel’in Gazi Eğitim’de öğrenci olduğu yıllarda faşistlerle mücadelede yer aldığını biliyordum ama ayrıntısını bu yazıdan öğrendim. Gazi Eğitim’in bulunduğu Beşevler bölgesinde MHP etkindi ve burada öğrenci olmak büyük sorundu. ODTÜ’de böyle bir sorun yoktu.

Sadece Yüksel için değil geriye kalan üç kişi için de, 12 Mart 1971 öncesinde ne yaptığımız pek önem taşımazdı. Necati ile aynı bölümde olduğum için onun ne yaptığını bilirdim. İlker’in deneyimi hepimizden azdı. ODTÜ’de Sosyalist Fikir Kulübü üyesi de olmamıştı ve bu nedenle de Necati olsun ben olayım kendisiyle tanışmamız ancak 1973’te mümkün olabildi.

ODTÜ o yıllarda bile 3500 kişilik büyük bir üniversiteydi.

Yakın geçmiş –zaten o dönemde kimin uzak geçmişi vardı ki- konusunu konuşmazdık, çünkü önemsemezdik. Karşımızda gelecekle ilgili teorik ve pratik dev gibi sorunlar vardı. Bunlarla ilgili olarak somut adımlar atamazsak, geçmişin ne önemi vardı?

O yıllarda 12 Mart öncesinin pek önemi yoktu, bu dönem son 10-15 yılda önem kazandı denilebilir. İleri Dergisi’nin 6. ve son sayısında yazı işleri sorumlusu olarak adımı okuyunca heyecanlanıp bana haber verenlere başlangıçta şaşırmıştım. Herkes o dönemde sınırlarını zorlayarak elinden geleni yapmıştı ve dolayısıyla bunda şaşılacak yan yoktu. O dönem, iyice geride kalınca önem kazandı. Tabii bunda gelecek projesi büyük oranda biten solun geçmişe sarılmasının da payı vardır.

O dönemde bizim için sorun tümüyle gelecekteydi ve bu nedenle de birbirimizin geçmişte ne yaptığıyla ilgilenmezdik. Aslında biraz da olsa ilgilenmemiz gerekirdi. Bu ilgi sayesinde, birbirimizdeki tecrübesizlikleri daha iyi anlayabilirdik, eksiklerimizi kapatmakta daha iyi olabilirdik.

Düşünüyorum da, dört kişi arasında en tecrübeli olan bendim.

“Tecrübeye bak, çay demle!..” denir ya, onun gibi bir durum vardı.

En tanınmış olan da bendim, Ankara’da çok kişi beni tanırdı ya da duymuştu. Bu durum aşağıdan başlayarak ve aşamalı olarak ortaya çıkmamış, olaylar ve rastlantılar beni ön tarafa fırlatmıştı. Hiç düşünmediğim yerlere gelmiştim.

Bu durum sadece benim başıma gelmemişti. O dönemin, bir bölümü daha sonra hayatını kaybeden çok sayıda insanı aynı süreci yaşamıştı. Kararlı, çalışkan ve disiplinli isen yol açıktı, gidebildiğin kadar gidiyordun.

Gitmek o kadar kolay değildi. Uzaktan bakılınca cazip gibi görünebilir ama hiç de öyle değildi. Önceden de yazmıştım, 1970 yılı sonlarında bana “Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev Genç) propaganda sorumlusu olmam” önerilince bende şafak atmıştı. Ben kimim ki bu işi üstleneceğim? Örgütlü olarak devrimci harekete girişim daha bir yıl bile olmamıştı ve bu aşamaya nasıl geldiğimi ben de anlamamıştım. Yaşım daha 20...

Sanki ötekiler çok mu büyüktü? İçimizdeki yaşlılardan birisi Mahir Çayan’dı ve 25 yaşındaydı. Dev Genç başkanı Ertuğrul Kürkçü benden iki yaş büyüktü. Aslında hepimiz aynı kuşaktık. Olayların gelişimi bizim büyümemizi, yetişmemizi beklemezdi. Ya yapabildiğini yapacaksın ya da olaylar sen olmadan ilerleyecek...

O yıllarda hepimizde var olan ve sonrasında da süren ölüm psikolojisinin nedenlerinden birisini sonraki yıllarda anladım: Güzel bir ölüm genç bir insanın bütün yetersizliklerini kapatırdı!..

Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan bir militanın şöyle bir belirlemesi vardır. “Ya devrim ya ölüm diyerek yola çıktık, ikisi de olmayınca ne yapacağımızı şaşırdık.”

Yaşamak zor iş... Ölüm, yanı başına kadar geliyor ama olmayınca olmuyor.

Yaşıyorsan kendini sürekli geliştireceksin, eksiklerini tamamlayacaksın, kendini yeniden üreteceksin, bir sürü sorunla boğuşacaksın. Oysa, güzel bir ölümle bunların hepsinden kurtulabilirsin. Olmayınca olmuyor işte...

Devam edelim. 1974’ten sonra da beklemediğimiz gelişmeler oldu. 1972 sonlarında ODTÜ’de kurulan küçük grup büyüdü ve daha sonra adını ülkede duyuran bir örgüt haline geldi.

Yıllar sadece yıl değildir. Zaman ölçüsü aynı olabilir ama içerik farklıdır. 1974-1975 zaman olarak iki yıldır ama, diyelim şimdinin iki yılından, çok farklıdır. Hepimiz çok geliştik, gelişmek de zorundaydık.

Ahmet Nergiz, Yüksel’in kendisini geliştirdiğini belirtiyor ki, doğrudur.

Faşistlerle günlük mücadele içinde olmak pratik açısından iyidir ama insanın bütün hayatını doldurur, başka yönden gelişemezsiniz. Yüksel’in okulla ilgisi azaldığı oranda gelişmesi de hızlandı.

İlker’in gelişmesinde –o zamanki adıyla- Doğu bölgesinin sorumluluğunu üstlenmesinin ve sürekli o bölgeye gidip gelmesinin önemli yeri vardır. MHP’nin yeni işlevini o bölgede pratikte gördü. Ankara’da bu işlevi göremezdiniz ya da bu işlev sonraki yıllarda görünür olacaktı. İlker’in bölgesinde ise durum açık olarak ortadaydı.

İlker o bölgeye gitmeseydi, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz belki de yazılamazdı ya da İlker yaşasaydı bile daha geç yazılırdı.

Ankara’da akla gelebilecek bütün siyasetlerin bir arada bulunduğu ve her çeşit yazının dolaştığı ortam ve bunun getirdiği tartışmalar olmasaydı, ben de Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı yazamazdım, bunu yazmak ihtiyacını duymayabilirdim.

Necati iyi bir örgütleyici ve pratik bir adamdı. 1972-1974 arasında ODTÜ’deki grubun büyümesinde önemli katkısı oldu. Beylerderesi’nden sonra “Benden bu kadar!..” dedi ve çekildi. Herhangi bir olumsuz davranış göstermeyerek çekildi.

Aradan yıllar geçtikten sonra telefon numarasını buldum ve aradım. İkimizin de aklına hemen 1980’de Bakırköy’de berberlik yapan babasının dükkânına gidip traş olmam geldi. Hapisten kaçtıktan birkaç ay sonra Bakırköy’de adını Necati vasıtasıyla bildiğim bu dükkânı arayıp bulmuştum. Babası beni tanımıyordu. Traştan sonra Necati’ye selam bırakıp gitmiştim. Babası hemen iletmiş, Necati de şaşırmış tabii. Adama bak, hapisten kaçmış, gelmiş bizim dükkanda traş oluyor!

Biraz konuştuk ama bir süre sonra söz bitiyor. Apayrı iki hayat, neyi konuşacağız ki? Ne yaptığımı sormuştu, ben de Demokratik Sosyalizm Partisi’nde (PDS) çalışıyorum demiştim. “Orada da mı politik oldun?..” demişti.

1970’li yılların ilk yarısında yoldaşlığın ötesinde iki iyi arkadaştık. Sonra yollar ayrıldı ve 1976’dan sonra kendisini hiç görmedim.

Kimya bölümü dışında Necati ile birlikte görünmediğimiz için aramızdaki ilişki pek deşifre olmadı ya da deşifre olan bölümü de bölüm çerçevesi içinde açıklanabildi. O yıllarda gizliliğe dikkat etmekle ne kadar iyi bir iş yaptığımız sonraki yıllar boyunca ortaya çıkacaktı.

Mehmet Koç’un Ankara’ya gelip İlker ile görüştüğünü onunla vefatından az önce yapılan uzun söyleşiden önce bilmiyordum. Kendisiyle işim olmadığı için bilmem de gerekmiyordu.

Ankara’da bulunanların hepsi de birbirini tanımazdı. Önceden de yazmıştım: Rıza ve Ömür, İlker’i ve Hasan Basri’yi tanımazdı. Yüksel’i tanımaları da Beylerderesi sonrasıdır. Hasan Basri’yi Necati de tanımazdı.

Herkesin herkesi bildiği dernek türü ilişkilerden sürekli uzak durduk.

Ağustos 1977’den sonra örgüt hızla dernekleştirildi. Antakya’dan içimize sızdırılmış polisin ilk işi her şeyi deşifre etmeye çalışmak oldu. Büyük zarar verdi ama neyse ki biz o zamana kadar yapacağımızı yapmıştık...

19 Mart 2013



*

AKLIMA TAKILAN BİR SORU


Aklıma kendiliğinden bir soru takıldı. İnsan, normal olarak düşündüğü bazı süreçleri bütünsel olarak ele alır ve bu arada da önemli olabilecek bazı soruları sormaz. Normal görür, bu nedenle sormaz. Buna insan aklının doğal çalışma şekli de denilebilir. Süreci genel olarak anlamışsanız, aradaki bir olguyu, doğal olmaması gereken bir olguyu, doğal olarak görürsünüz ve üzerinde durmazsınız.

İşte böyle bir olgu aklıma takıldı.

Mihrac Ural’ın 1976’da içimize sızdırılmış bir Muhabarat ajanı olduğu yeterince açık. 1980 Ağustos’unda hapisten çıktıktan hemen sonra gittiği Suriye’de de Muhabarat elemanı olma özelliğini büyük hızla ortaya çıktı. Mihrac Ural’ın Suriye’de bulunduğu yıllarda MİT ile birlikte çalıştığını da ortaya çıkardık.

Abdullah Öcalan’a düzenlenen başarısız suikast teşebbüsünün yanı sıra yıllarca Suriye’den Türkiye’ye kaçak olarak ve “örgütsel görevlerle” giden herkes yakalanıyor. Bunlardan Kayserili olan bir tanesinin geleceği günü ve adresi bile polis önceden biliyor.

Sitede konuyla ilgili çok sayıda yazı, bizzat konunun aktörleri tarafından ya doğrudan yazıldı ya da açıklamaları üzerine yazıya dökülerek yayınlandı.

Burada soru şudur: Neden?

Mihrac Ural Mart 1978’de yakalandığında MİT ile işbirliğine girdi ve polis ifadesi de bu işbirliği uyarınca gereken şekilde düzenlendi. Bunu ortaya çıkardık.

Zamanın MİT Marmara Bölge Sorumlusu Osman Nuri Gündeş de anılarında 1977 yakalanmasındaki takibi açıkladığı gibi, daha sonrası için de “Acilciler’in içine elemanlar sızdırdık” (çoğul konuşuyor) diyerek ve iki kişiyi, Mihrac Ural ile Ali Fuat’ı   işaret etmişti.

Bundan daha önemlisi, Mihrac Ural, Osman Nuri Gündeş’in kitabından kendisiyle ilgili bölümü çıkararak “böyle diyor” diye yayımlamıştı. Bilindiği üzere, kendisi dışındaki herkesi aptal yerine koymayı pek sever!

Mihrac Ural’ın MİT’e “Acilciler’i ehlileştirme” sözü verdiğini de ortaya çıkardık. Aptal herif bunu internette tanımadığı kişilerle yazışırken kendisi açıklıyor. Bu yazışmaların maskesi düşünce başkaları tarafından açıklanabileceği hiç aklına gelmiyor.

Soruyu daha somut sorabiliriz. Suriye’ye kaçmış, boylu boyunca Muhabarat’ın hizmetine de girmiş bir kişi neden MİT ile de çalışsın?

Evet, MİT Suriye’de örgütlüdür ama sadece bunun belirtilmesi yeterli açıklama değildir.

Mihrac Ural’ın babası Muhabarat’tan ayrı düşünülemeyecek Uruba örgütünden (Hatay’ın Suriye’ye bağlanmasını isteyen örgüt) ve dayısı da –kendi açıkladığına göre- MİT’te çalışırmış.

Özel Harp Dairesi’nin ülkede en iyi örgütlendiği iki bölge, kozmopolit özellikleri nedeniyle, Karadeniz ve Hatay’dır. Antakya küçük yer. Babanın ve dayının, aile çevresinden bu iki kişinin, birbirinin ne yaptığını bilmemesi olacak şey değildir. Mihrac Ural yakalandığında da MİT tarafından kendisine “Muhabarat’a çalışıyorsun, bize de çalışacaksın!..” denmiş olması büyük ihtimaldir. Bunlar tamam ama yine de Mihrac Ural’ın Suriye’de MİT ile de çalışmasını yeterince açıklamıyor.

MİT’ten para mı alıyordu?

Olabilir, ama yine yeterince açıklayıcı değil.

Suriye’deki Türkiyeli devrimciler arasında çok sayıda kişiyi dolandırmış. Örgüt militanlarını çalıştırıp emeklerine el koymuş. Paris’e giden başka örgütlerden devrimcilerin “başınıza bir şey gelir, paranızı alırlar” diye paralarını almış ve aldığı paranın Paris’te Anadolu Derneği tarafından ödeneceğini bile söylemiş (aslı yok tabii). Kısacası, paraya ihtiyacı yok.

Tek açıklama, MİT’in elinde Mihrac Ural’ı kendisiyle birlikte çalışmaya mecbur edecek bir belgenin bulunmasıdır.

Mihrac Ural Mart 1978’de yakalandığında MİT’e el yazısıyla ifade vermiş olmalıdır. Bilindiği üzere Mihrac Ural’ın ifadesi “kayıp”!..

Kendi ifadesiyle “arşive kalkmış” ...

Bu arşiv, MİT arşivi olsa gerek. Orada duruyor ve işbirliği yapmazsa tehdit aracı olarak da kullanılıyor. “İstediklerimizi yapmazsan ifadeni basına sızdırırız” denildi mi, yıllarca büyük devrimci geçinen Mihrac Ural’ın işbirliği yapmaktan başka yolu kalmıyor.

“Bu bir açıklama ve başka olaylar tarafından destekleniyor mu” diye sorulabilir. Evet, destekleniyor.

Gözaltına alınınca paniğe kapılan ve DYP üyesi ve Mersin İl Başkan Yardımcısı olduğunu açıklayan Mehmet Yavuz (avukatı eşliğinde verdiği polis ifadesini yayınladık), daha sonra Mehmet Ağar’dan aldığı pusula ile Emniyet Genel Müdürlüğü arşivine girdiğini de açıklayacaktı. Mihrac Ural’ın bu yakın elemanı ne için Emniyet Genel Müdürlüğü arşivine üstelik de Mehmet Ağar’dan aldığı pusula ile giriyor ya da orada ne arıyor?

Mihrac Ural’ın gerçek ifadesini arıyor. Bulamadığı anlaşılıyor. Bu ifade MİT arşivinde bulunuyor. Mihrac Ural tarafımızdan fena halde deşifre edildiği için ajan olarak da değeri kalmadı.

Geçmişe baktığımızda ise hem MİT hem de Muhabarat’a çalışması ancak MİT’in elindeki gerçek ifadesinin tehdit unsuru olarak kullanılmasıyla açıklanabilir. MİT’e iyi hizmet etti, buna kuşku yok...

“Bu ifade de günün birinde ortaya çıkar mı”, bakalım, göreceğiz.

O kadar çok şey açıklandı, aydınlığa çıkarıldı ki, bu ifadenin de ortaya çıkıp çıkmamasının önemi eskisine göre epeyce azaldı. Emekli olan ve anılarını yazan MİT elemanları ilginç şeyler de anlatıyorlar. Örneğin, Osman Nuri Gündeş gibi. Bakarsınız başkaları da çıkar...

Sorumuzun cevabını böylece vermiş oluyorum.

7 Mart 2013



*

NEBİL, NEBİL VE DE NEBİL


Bazı işler vardır, bitirince üzerinizden yük kalktığını hissedersiniz. Sol içi şiddet ve Nebil Rahuma olayı  kitabı da böyle oldu.

Burada sorun kitabın gecikmesi, yazılması ve basılması sürecinde değişik aksiliklerin ortaya çıkması değildi. Birden fazla kişinin yazdığı kitaplarda bu tür şeyler her zaman olur. Bazı yazıların gelmesini fazlasıyla beklersiniz, derken basımda aksilikler çıkar. Bunlar ilk defa bizim başımıza gelen şeyler değil. Tek kişinin yazdığı kitaplarda bile böyle sorunlar yaşanıyor.

Nebil Rahuma ile ilgili kitap, solda ilk kez yapılan bir örgütün kendi tarihiyle açıkça hesaplaşmasının sonuçlarından bir tanesidir. O süreç olmasaydı, bu kitap da olmazdı. Tersi de söylenebilir; bu kitap olmasaydı, bu kitabın hazırlanma süreci olmasaydı, geçmişle hesaplaşma süreci de olmazdı. Bu kitap, bir yanıyla yaşanılan sürecin ya da son beş yılın, bir yanıyla da 1978’den beri yaşananların ya da 35 yılın muhasebesinin ürünüdür. Bu bakımdan sayfa sayısının ve konularının ilerisinde bir içeriğe sahiptir. Hazırlanması 35 yıl sürmüş bir kitap da diyebilirsiniz.

“Nebil Rahuma’yı ve dolayısıyla bu kitabın hazırlanmasını örgütsel tarihimizle yüzleşme süreciyle bu kadar bütünleştiren nedir” diye sorulacak olursa; “bu kitap o sürecin önemli halkalarından bir tanesidir” denilerek cevap verilebilir. Nebil Rahuma’nın öldürülmesinin araştırılması bu süreci, bu süreç o cinayetin araştırılmasını karşılıklı olarak ileriye itmiştir.

Daha somut olarak anlatayım. Örgütsel tarihimizle hesaplaşmayı, klasik yöntem olan baştan sona doğru giderek değil, sondan başa doğru giderek yaptık. Sondan kastettiğim, 1980 sonrasındaki dönemdir.

Acilciler’in Suriye’de Muhabarat Acilcileri’ne dönüştürülmesi ve örgütün Muhabarat’ın devrimci hareket içindeki uzantısı durumuna getirilmesi fazlasıyla biliniyordu. Bunu sadece Acilciler militanları değil, 12 Eylül sonrasında Suriye’de bulunmuş başka siyasi hareketler de biliyordu.

Suriye’de Müntecep Kesici ile başlayan Mihrac Ural’ın cinayetleri de biliniyordu. Suriye’deki devrimci cinayetleri zincirinde eksik halkalar vardı ama asıl olan biliniyordu ve zamanla eksikler de tamamlandı.

Mihrac Ural Suriye’ye geldikten kısa süre sonra bu ülkenin vatandaşı yapılmış ve Muhabaratçılığı büyük bir hızla ortaya çıkmıştı. Bu işin öncesinin olması gerekirdi. Cevap ortadaydı: Mihrac Ural Muhabarattı.

Cevap vardı, ama soru yoktu.

Muhabaratçılılık bu kadar hızlı ortaya çıkıyorsa, bu işin öncesinin olması gerekirdi. Şubat 2009 başında yazdığım ve sitenin en çok okunan yazısı olma özelliğini açık farkla koruyan (12 bin tıklamanın üzerinde) “Mihrac Ural ajan mıydı?” yazısı bu soruyu soruyordu.

Artık ne arayacağımızı biliyorduk, ama bunu nerede arayacağımızı bilmiyorduk.

Önceki dönemle ilgili olarak Ali Çakmaklı’nın katledilmesinden başka bilgiye sahip değildik. Bu cinayet Mihrac Ural’ın doğrudan yönlendirmesiyle işlenmişti, bunu biliyorduk. Nebil Rahuma’nın bu cinayete misilleme olarak öldürüldüğünü de biliyorduk, ama ötesi yoktu.

Nebil Rahuma’nın Mihrac Ural tarafından yakalatılması ve bunu yakın arkadaşlarına iletmesi, bu bilginin ortaya çıkması, aradığımızı nerede bulabileceğimizin de ortaya çıkması demekti. Örgüt tarihinde karanlıkta kalmış büyük polis operasyonu incelenmeliydi; 1978 Mart operasyonu...

Bu operasyonda polis örgüt tarihinde ilk kez olarak bir bölgeden girmiş, ötekinden çıkmıştı. Yaklaşık yüz kişinin yakalandığı bu operasyonda Mihrac Ural ve yakın adamı Ali Fuat da vardı.

Artık neyi nerede arayacağımızı biliyorduk. Biliyorduk ama durum hiç kolay değildi. Aradan 30 yıl geçmişti ve bu operasyonda yakalananlar zamanında bize herhangi bir bilgi vermemişlerdi, ya da o zamanki bilgiler fazlasıyla soyuttu. Bu karanlığın aydınlatılmasında Mihrac Ural’ın epeyce katkısı oldu.

Öyle bir paniğe kapıldı ki, bu kadar olur.

Yalan üzerine yalan üretmeye başladı ve bizim yaptığımız da bu yalanları ortaya çıkarıp açıklayarak yeni yalanlar üretmesini ve dolayısıyla gittikçe daha fazla batmasını sağlamak oldu. Söylediği yalanlar birbirini tutmuyordu. Biz yalanları ortaya çıkardıkça daha fazla battı, battıkça daha fazla söyledi ve bir nokta geldi, sermaye bitti. Mihrac Ural sustu. Artık ne konuşacaktı ki?

Konunun aydınlanması ilk olarak Mihrac Ural’ın polis ifadesinden başladı. Bu ifade, zamanında bize gösterdiği kadarıyla yarım sayfa kadardı ve içinde Nebil Rahuma ile ilgili tek kelime yoktu.

Aklımıza bu ifadenin polis tarafından düzenlendiği geldi. Bu varsayımı araştırdık ve ifadesini istedik. “Kayboldu, arşive kalktı” gibi cevaplarla karşılaştık. Hiç kimseninki ne kaybolmuş ne de arşive kalkmıştı, ama Mihrac Ural’ınkine böyle olmuştu!!!

Konu üzerinde derinleşmeye devam ettik. Nebil Rahuma, Mihrac Ural’ın el yazısıyla yazılmış bir pusula kendisine iletildikten sonra orada yazılı adrese gitmiş ve yakalanmıştı. Mihrac Ural, “biz pusula ile haberleşmezdik” dedi. Aynı dönemde yakalanan Mehmet Avan, “Mihrac’ın kendisine pusula vererek İstanbul’a gönderdiğini” açıkladı.

Mihrac Ural hiç durmadan yalan söylüyordu. Mihrac Ural, 1978 operasyonuyla ilgili olarak yarattığı efsaneyi, “beni üç hafta dolaştırdılar, ağır işkence gördüm, her tarafım parçalandı” hikâyesi üzerine kurmuştu. 1978 ortasında Isparta cezaevine geldiğinde bize böyle şeyler anlatmamıştı ve dahası hepimizden önce spora kalkacak kadar da sağlıklıydı. Bunu belirtmenin ötesinde yalanın üzerine gitmek yolunu şetçik. “Demek seni üç hafta dolaştırdılar. Nerelere götürdüler?..” diye sorduk, cevap yok!

Gezmeye götürmeyeceklerine göre ya yer göstermeye ya da yüzleştirmeye götürdüler. Şuraya götürdüler dese, arkasından başka soru geleceğini biliyordu, bu nedenle konuşamadı. Panik içindeydi.

Yalan atıyor, sonra ben ne söyledim diye düşünüyordu. “Ağır işkence gördüm, diyorsun. Nasıl işkence yaptılar, anlatsana!..” dedik. Bu soruya cevap vermeden duramaz, sonuçta söyleyen o, biz de söylediklerinden hareketle soruyoruz. “Şalterli elektrik işkencesi”ni anlattı. Anladık ki, Mihrac Ural değil işkence görmek, işkenceyi anlatan kitap bile okumamıştı.

Bu şekilde adım adım ilerleyerek Mihrac Ural’ın 1978 operasyonunda polisle işbirliği yaptığını ortaya çıkardık. Bu işbirliği daha sonra da sürmüştü.

Açıkça yapıldığı için artık herkesin bildiği ve ilgiyle izlenen bir süreçte dışımızdan da önemli yardımlar aldık. Mihrac Ural ile birlikte İstanbul emniyetinden adliyeye götürülen kişi, onun işkence görmemiş olduğunu söyledi.

Mart 1978’de Bursa’da yerel bir gazetede Mihrac Ural’ın genelev önünde sıra beklerken bir fotoğrafı yayınlanmıştı.

Mihrac Ural Bursa’da polis tarafından izlendiğini ve fotoğraflarının çekildiğini kabul etti. İyi güzel de, senin o yarım sayfalık ifadende Bursa ile ilgili tek kelime yoktu. Sen de bize Bursa ile ilgili hiçbir şey söylememiştin. Polis senin Bursa’da fotoğrafını çekecek, ama sana konuyla ilgili bir şey sormayacak!

Bu nasıl iştir?

Sorulmuş, sen de anlatmışsın ama ifadeye yazılmamış...

Durum anlaşılıyordu. Mihrac Ural-MİT işbirliğinin birden fazla kanıtı vardı. Bütün soruların cevapları, Mihrac Ural-MİT işbirliğini açık olarak ortaya koyuyordu. 1978 operasyonunda yakalananlar Samandağ’daki banka soygunuyla ilişkilendirilmek için Antakya’ya götürülürken, Mihrac Ural’ın bu kente –en azından açıkça- götürülmemiş olduğunun ortaya çıkması, bu işi bitirdi denilebilir.

Bu arada Mihrac Ural’ın 1976’da Muhabarat tarafından içimize sızdırılmış bir ajan olduğu da ortaya çıktı. Nasıl oldu derseniz, kendisi gerekli belgeleri bize verdi!

Bu site ( www.enginerkiner.org ) yayına başlamadan önce internette tanımadığı kişilerle yazışıyor ve samimiyeti biraz ilerletince de –kendini ispat için- bu hiç tanımadığı insanlara Suriye’de Muhabarat’tan ayrı düşünülemeyecek Uruba hareketinin önde gelenleriyle birlikte çekilmiş fotoğraflarını gönderiyor, kendisini de “genç Urubacı” olarak tanıtıyor. Bir insan bu kadar kompleksli ve bu kadar aptal olabilir mi derseniz, oluyor işte.

Bu site yayına başladıktan sonra söz konusu insanlar, “ben ne yapmışım” diye düşünerek ilgili yazışmaları bize ilettiler. Bunları  www.thkp-c-acilciler.blogspot.com ’da yayınladık. Mihrac Ural bunlar için “yalandır” diyemedi. Zaten nasıl diyecekti ki, ayan beyan ortada.

Yüksel Eriş’e yaptığı “Hatay, Suriye’ye bağlanmalıdır” (Urubacıların temel talebidir) propagandasını da kendisi itiraf etmek zorunda kaldı.

Bu arada, babasının Muhabarat’tan ayrı düşünülemeyecek eski bir Urubacı olduğunu, dayısının MİT’ten emekli olduğunu yine kendisinden öğrendik.

O bunları başka amaçla anlatıyordu ama biz bu bilgileri genel tablonun içine yerleştiriyorduk ve konu gittikçe daha fazla açıklığa kavuşuyordu. İnsanın babasının ve dayısının şöyle ya da böyle olması kendi başına fazla anlam taşımaz. Sonuçta, o çevrede doğmuş olmak sizin elinizde olan bir şey değildir. Babasıyla ilgisi bulunmayan çok sayıda insan var. Örneğin, 12 Mart muhtıracılarından zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un oğlu Enis Batur gibi. Ama babanızla durmaksızın övünüyorsanız ve baba ile amcanın ilişkileri içine girdiğiniz öteki olaylarla da uyuşuyorsa, bu ilişkiler genel tabloda tamamlayıcı işlev görür.

Özel Harp Dairesi’nin ülkede en iyi örgütlendiği iki alan Karadeniz bölgesi ve Hatay’dır. Bu iki bölgedeki yüksek kozmopolitlik ÖHD’nin bu bölgelere özel önem vermesinin nedenidir.

Bu sırada 1977 İstanbul yakalanmasının nedeni olan polis takibinin de Antakya’dan başladığı ortaya çıktı.

Başlangıçta iğne ile kuyu kazıyorduk. Bir süre sonra kazdığımız çukur birden genişledi ve kazma-kürek aşamasını atlayarak doğrudan dozerle kazma aşamasına geçtik. Mihrac Ural bitmişti!..

Tahmin edilebileceği gibi, iyi debelendi. Normal, adamın yıllarca yalan ve ajitasyon üzerine kurduğu bütün hayatı gitti. Sol harekette bitti. “Kapsama alanım” dediği Hatay’da bile tutunamadı.

Bizi esas ilgilendiren, sadece bizi değil, Mihrac Ural’ın öldürdüğü yoldaşların yakınlarını ve değişik şekillerde zarar verdiği çok sayıda kişiyi ilgilendiren, bu yaptıklarının yanına bırakılmayacağıdır.

Yanına kalmadı, öldürülmekten beter duruma düştü. 57 yaşındaki bir insanın, ömrünün 37 yılında ajan olduğunun ortaya çıkarılması az şey midir?

Bu sefile karşı ne yapılsa yine de azdır...

Acilciler küçük bir örgüt değildi. Tek kent ile sınırlı bir örgüt olsaydık, burası büyük kent bile olsa, içimize sızdırılmış bu ajan bizi bitirirdi. Örgütün genişliği ve çok sayıda ilde örgütlü olması, teorik düzeyinin yüksek olması ve sol içi çatışmaya bulaşmaktan itinayla kaçınması sonucu bu ajan bize önemli zarar verdi ama 12 Eylül öncesinde örgütü bitiremedi.

Dikkat edilsin, Acilciler’in bulaştığı bütün devrimci cinayetleri Mihrac Ural ile ilgilidir.

Nebil Rahuma’nın katledilmesine kadar Mihrac Ural adı doğrudan ya da dolaylı olarak 12 Eylül sonrasında bizimle ilgili bütün sol içi cinayetlerde vardır. Hepsini tek tek açığa çıkardık.

Mihrac Ural arada bir kafasını kaldırmaya ve onu gömdüğümüz çukurdan çıkmaya çalışıyor. Yumruğumuz hazır bekliyor. Kafasını kaldırdığı an indiriyoruz ve bu sefili layık olduğu yere yeniden yolluyoruz. Normal, hayatı bitti, başka ne yapacaktı?

Mehmet Koç bu sürecin sonlarına yakın hayatını kaybetti. Bu günleri gördü ve başka şeylerin yanında bu günleri de görerek mutlu olarak hayata veda etti.

Ve Sol İçi Şiddet ve Nebil Rahuma Olayı kitap olarak yayınlandı. Bu kitap anlatılan nedenlerle 35 yılın ürünüdür.

25 Şubat 2013



*