Günay Karaca ve 81 arkadaşı hakkındaki İddianame'yi ve kararı ileten gazete kesiğini okudunuz. Bazı konuları önceden biliyor olmakla birlikte benim için yine de şaşırtıcı oldu. Her şeyden önce, bu siteyi izleyenler için söylüyorum, iddianamede okuduğunuz her şeye inanacak kadar saf değilsinizdir sanırım. İddianame ve öncesinde polis ifadeleri insana en fazla bir fikir verir, gerçeği vermez. Mesela, İddianame'de adı geçen Hasan Şükrü Dal, Hasan Seven adlı arkadaşlar, Haydar Yılmaz’larla birlikte ve aynı operasyonda yakalanmışlar gibi gösteriliyor. İlgisi yok. Bu arkadaşlar 1977 yılından beri Devrimci Savaş örgütündendir ve bizimle herhangi bir ilgileri bulunmamaktadır. İddianame'de sanki bizimleymiş gibi adları geçmektedir. İddianamedir, olur...
Mihrac Ural da bizim polis ifadelerimizden hareketle, İbrahim ile bir gün önce öğrenci yurdunda tanıştığımı ve ertesi gün de birlikte banka soymaya girdiğimizi savunmuştu ya... Bunu söylemek için, insanın, karartma yapmak için ne yapacağını iyice şaşırmış ve kafası çalışmayan bir ajan ya da sıfır numara salak olması gerekir. İddianameyi de bu gözle okuyun.
Buna rağmen insanın ilgisini çeken noktalar var. Günay Karaca örneği gibi. Kendisi değişik kereler Konya Cezaevi’ne geldi. Benimle Mihrac’la ve orada bulunan diğerleriyle saatlerce konuştu. Cezaevi ziyaret yerinde saatlerce konuşmakla insan birbirini tanıyamıyor. Kendisini 1979 yılı sonlarında geldiği, oradan Sağmalcılar’a geçtiğimiz cezaevlerinde daha yakından tanıma olanağı buldum.
Hemen dikkatimi çeken, hiçbir şekilde açık konuşmadığıydı. Oysa ki, örgütün önde gelen sorumlularından bir tanesiydi ve poliste ne olup bittiyse açıkça konuşulması gerekirdi. Şu veya bu kişiyi suçlayabilirsiniz, ama önce açık konuşulması gerekir. Eldeki bilgiler dahilinde açık konuşulmadan ileriye gidilemez. Eldeki bilgiler dahilinde diye özel olarak belirtiyorum. Örneğin biz 1977 yılında yakalandığımızda, bunun uzun bir takip sonucu gerçekleştiğini biliyorduk. Polisin çektiği çok sayıda fotoğrafın bir bölümünü hepimiz görmüştük. Ne ki, bu takibin kökünün Antakya’ya kadar uzandığını 30 yıl sonra öğrendik. Takip vardı, burası açıktı ama biz o günlerde başlangıç noktasının Rıza’nın cezaevinde ziyaretine giden Arzu Sayman olduğunu düşünmüştük, öyle değilmiş.
1978 yakalanmasında Mihrac Ural’ın Bursa’da iken fotoğraflarının çekildiğini ve poliste bunların kendisine gösterildiğini o zaman bilmiyorduk. Mihrac bunlardan hiç söz etmedi. İşin doğrusunu 30 yıl sonra öğrendik ve ortaya koyduklarımız karşısında da Mihrac itiraf etmek zorunda kaldı. Evet, Bursa’da izlenmiş ve fotoğrafları çekilmişti. “Sen bunu bize zamanında neden söylemedin?..” diye sorsak, alınacak cevap bellidir.
Mihrac’ın polisteki durumunda büyük bir yamukluk var, resmen polisle işbirliği var, polisle anlaşma var. Bu nedenle de polis ifadesi kaybolmuş! Daha doğrusu ortaya çıkaramıyor. Günay Karaca’nın durumu Mihrac’ın durumuna benzemiyor. İfadesi polis tarafından düzenlenmemiş. 62 sayfalık polis ifadesi vardı ve herkesin önünde açıkça konuşmak yerine Mihrac Ural’a mektup yazmayı tercih ediyordu. Mihrac’tan gelen cevabı okumam için bana da vermişti: Mihrac, “Kafana dert etme!..” diyordu. Günay da, “Senin gibi bir yoldaşım olduğu için uçuyorum!..” diye cevap yazacaktı.
Ve büyük soru geliyor: Günay Karaca nasıl beraat etti?..
Olacak şey değil. Üzerinde eylem yok ama Genel Komite üyesi olduğu belli. Bu durumdaki bir insan en iyi ama en iyi ihtimalle 15 yıl ceza alır. Madde 146/1’den yargılanır. İstenilen ceza idamdan başlar ve en iyi ihtimalle 15 yıl ceza alır. Yargılanılan yer, ülkenin en berbat sıkıyönetim mahkemelerinden bir tanesi. Diyarbakır ve Adana’dan sonra Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi de ağır ceza veren mahkemedir. Yıl 1981 ya da 12 Eylül’ün en karanlık yıllarından bir tanesi. Günay Karaca nasıl olur da beraat eder?..
Nasıl olduğunu öğrendim: Günay Karaca davanın sonlarına doğru mahkemeye kendi pasaportunu belge olarak sunar, pasaporttaki çıkış giriş damgalarından hareketle suçlandığı tarihlerde ülkede bulunmadığını “kanıtlar” ve bunun üzerine karar duruşmasından önce tahliye edilir. “Vay be!..” demek durumunda kalıyorsunuz.
Günay Karaca söz konusu yıllarda ülke dışına gitmemişti. Zaten 1978 sonbaharı ve 1979 ilkbaharında sık sık Konya Cezaevi’nde ziyaretimize gelmesinden bile bunu çıkarmak mümkündür. Ek olarak, polis isteseydi, Günay Karaca’nın her zaman ülkede olduğunu da kanıtlayabilirdi. Günay’ın Adana’dan uçakla İstanbul’a gelerek okuldaki bir sınava katıldığını, bunu da herkese söylediğini –uçakla geldim- birlikte yakalananlardan bir bölümü cezaevinde bana da söylemişti. Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin hangi sınavlara katıldığını bulmak zor olmasa gerek. Yani demek ki buradaydın.Ama ne mahkeme araştırıyor, ne de polis araştırıyor.
12 Eylül’ün en karanlık günlerinde pasaporta gerçekte geçersiz çıkış giriş damgaları vurulmasını parayla yaptırmak da neredeyse mümkün değildir. Söz konusu olan örgüt yöneticisi olmasa, paranın açamayacağı kapı yoktur ama Günay bu durumda değildir. Günay Karaca’nın dayısı emniyette üst düzey bir görevli. Bildiğim kadarıyla narkotik şubede. Poliste üst düzey görevlilerin hepsi birbirini tanır. Günay Karaca tahliye olacağına inanıyordu ve bizimle kaçmayı da istemedi.
“Böyle bir durumda nasıl tahliye olacaksın?..” diye sormak da abesti. Tahliye olacağına inanıyordu, o kadar...
Günay Karaca hapishanedeyken tipik bir Mihraccı idi. İlginç bir olay anlatayım: Sağmalcılar’da iken ben koğuş sorumlusuydum. Siyasilerin bulunduğu koğuşlar arasında yapılan değişik toplantılara katılıyordum. Değişik nedenlerle mahkemelere gidilmiyordu ve bu durum hepimizi bağladığı için önceden aramızda konuşuluyordu. Mesela, 1979 Aralık ayında yakalanan arkadaşların da mahkemeye gitmediklerini hatırlıyorum.
Koğuşun işleri nöbetleşe yapılıyordu. Bir gün nöbet sırası bendeyken aniden toplantı haberi geldi. Koğuşun bilinen temizlik vb. gibi işlerini başka arkadaşa bırakıp toplantıya gittim. Dönünce koğuşa konuşulanlar hakkında bilgi verdim. Birisi, “Sen koğuş işleri yapma, toplantılara katıl!..” dedi. Günay hemen atladı: “Ben de koğuş işi yapmam!..”
Neden, belli değil. Her fırsatta kendine ayrıcalık aramak. Tipik bir Mihrac davranışı. Cahit itiraz etti ve Günay’ın isteği kabul edilmedi.
Günay 1981 yılı sonlarına doğru tahliye oluyor. 1982 sonbaharında Müntecep Kesici öldürüldüğünde Suriye’de imiş. Neden Suriye’ye gidiyor, ancak tahmin edilebilir. Devrimcilikten vazgeçmemiş, bu nedenle Suriye’ye gidiyor, ek olarak Mihrac ile de konuşacakları olsa gerektir. Suriye’de Mihrac ile Günay’ın arasının feci şekilde bozulduğunu biliyoruz. Günay ülkeye dönerken, onu götüren Semir’e “Sınırı geçince kafasına sık!..” emri veriliyor. Semir böyle davranmıyor. İbrahim bunu çeşitli yazılarında belirtti.
Mihrac niçin Günay’ın öldürülmesini istemişti? Suriye’de öldürülmesini istememesi anlaşılabilir. Müntecep daha yeni öldürülmüş, Günay da öldürülürse, başka hiçbir şey olmasa bile zaten uyarı cezası almış olduğu Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nden bu kez ihrac edilir. O nedenle, “Sınırı geçince kafasına sıkın!..” deniliyor. Peki ama neden?
Ancak tahminde bulunabiliriz. Bir neden, para meselesi olabilir. Kayseri’deki on milyonluk soygundan kalan para var mıdır, varsa nerededir? Günay istenilen cevapları vermemişse, öldürülmesine karar verilmiş olabilir.
Ya da başka nedenler vardır. Nelerdir, bunları bilmiyoruz. Günay’ın Mihrac’ı açık olarak eleştirmesi de bir neden olabilir. Günay gözü açık ve zeki bir adamdı. Suriye’de Muhabarat ile yakın işbirliğini görmemiş olması mümkün değildir. Bu da bir neden olabilir...
Her durumda Mihrac Ural’ın bir dönem yakın adamı olan Günay Karaca ile arasının fena halde açıldığı ortada. Sonuçta şu kadarını söyleyeyim: Günay bu örgüte emeği geçmiş bir insandır. Konya Cezaevi’ne geldiğinde hangi bölgeye gittiğini ve ne yaptığını nasıl heyecanla anlattığını biliyorum. Rol yapmıyordu, samimiydi. Yerinin insanı değildi, burası açık. Ağır hatalar yaptı, burası da açık. Yine de erken uyanmış Mihraccılardan sayılır.
Azcık kafası çalışan, azcık kişiliği olan, Mihraccı olarak kalmaz. Gözü açılır ve oradan uzaklaşır. Günay Karaca’nın Mihraccılıktan uzaklaşması, onun iyiye doğru gelişmesinin açık işareti sayılır. Bu örgütte namussuzluk, daha açık bir deyimle puştluk yapmamış herkesi yoldaşım olarak görürüm. Günay fazlasıyla havalıydı ama bu örgütü yapabildiği kadarıyla kendi çevresinde şekillendirmeye ve kalanını da likide etmeye çalışmadı.
İki buçuk yıldan beri süren ve yaklaşık 20 kişi tarafından yazılan yazılardan sonra, sadece sizler değil, ben de örgüt tarihimizi daha iyi öğrendim. Benim yakalanmamdan sonra örgütte büyük bir çürüme var. Kimin eli kimin cebinde, belli değil. Örgütte otorite kalmamış, otoritecikler çıkmış. O otoriteciklerin etki alanlarında da birlik yok. Daha alt otoritecikler var. Örgüt zaten değişik kişiler arasında ayrışmış durumda.1979 başındaki HDÖ-Acilciler ayrılığı, gerçekte var olan bir ayrışmaya teorik elbise giydirmiş. Bu ayrılık sürecini o dönem dışarda olan ve süreci bire bir yaşayan Haydar Yılmaz’ın daha sağlıklı yazacağını düşündüğüm için fazla uzatmıyorum.
Günay’ı bu çerçevede düşünmek gerekir. İyiye doğru gelişenlere destek olmak gerekir. Yaşıyor olsaydı, kendisiyle konuşmak isterdim.
13 Ağustos 2010