SOL İÇİ ŞİDDET VE SOMUT ADIMLAR


Paris’te yapılan Mehmet Koç’u anma toplantısı, bir buçuk ay önce yazmış olduğum bir yazıda yapmış olduğum tespitin, Acilciler’in kendileriyle barışmaya başladıkları tespitinin yanlış olmadığını gösterdi. Mehmet Koç’un anılması, bu anlamda, birikmiş bir yakınlaşmanın ortaya çıkmasına vesile oldu denilebilir. Aynı durum O’nu kaybettiğimiz günlerde de görülebiliyordu. Bu, son derece iyi bir gelişmedir. Kadere bak, denir ya, bu durum da biraz öyle. 

Bir sürü ilk işi yapmak bize düşüyor. Bu ülkenin solundaki çok sayıda örgütün artık genellikle aktif olmayan bir sürü insanı, bırakın birbiriyle selamlaşmayı, birbirinden nefret ediyor. Bu durum sadece Avrupa ülkelerinde böyle değil, Türkiye’de de böyle. Örgüt çoktan tarihe karışmış, ama birbirlerinden nefret etmeyi sürdürüyorlar. Hem birbirlerinden nefret ediyorlar hem de birbirlerinden korkuyorlar. Bu nedenle de kimse kimseyle uğraşmak istemiyor. Hele de örgütsel hesaplaşma gibi bir işe girişmeyi hiç istemiyor. Böyle bir yönelime girebilmek öncelikle birikim ve cesaret işidir. Kendini yeniden üretememiş olanlar bu tür işlere giremezler. 

Bazı örgütlerden bana sövüp sayanlar olduğunu duyuyorum. Acilciler’deki kendi tarihiyle ve içindeki hainle hesaplaşma sürecinin aktif bir elemanı olduğum için bana kızıyorlarmış. Kızsınlar. Benim de çok umurumdaydı zaten. 

Yapacağız dedik ve yaptık. Başarılı olduk mu, olduk. Korkularının ne olduğunu biliyorum ve onları daha beter korkutacak başka işler de yapacağım. Devrimci harekette örgütler arası şiddet ve iç infazlar meselesi yavaş da olsa giderek büyük bir ilgi odağı haline geliyor. Bugüne kadarki yaklaşım, maalesef, filan şunu yaptı falan bunu yaptı saptamasının ötesine geçemedi. Daha ileri adım atanlar ve “Toplumsal yapımız bize de yansımıştır!..” diyenler oldu. Önemli bir saptama, ama burada duruluyor. 

Durulmak istendiği için değil, daha ötesine nasıl gidilebileceği bilinmediği için duruluyor. Daha ilerisine gitmek, özellikle sosyal psikoloji konusunda önemli bir birikimi gerektirir. Geçmişte sosyalizm mücadelesinin değişik örgütlerinde yer almış insanlarla yaptığım konuşmalarda çok şey öğrendiğimi belirtebilirim. Kafanızda belirli bir teori varsa, buna uygun olarak oluşmuş kategoriler varsa, yeni edinilen bilgi havada uçuşmaz, tersine o kategorilerin içine yerleşir. 

Teori, olabildiğince geniş bilgiye dayanmalıdır. Her şeyi bilmeniz mümkün değildir. Önemli örnekler seçip, bunları iyi inceleyip, buradan hareketle genelleme yapmak gerekir. Acilciler teorik kapasitelerini bir kere daha göstereceklerdir. Sonuçta çözmeye çalıştığımız sorun aynı zamanda bizim de sorunumuzdur. 

İrfan’ın “Öyle rezaletler var ki, biz bunların yanında temiz bile kalıyoruz.!..” saptaması yanlış değil ama insanın tüylerini ürpertiyor. Doğru olduğuna inanmayı hiç istemezdim ama doğru gibi görünüyor. Sadece bizim duyduklarımız bile yeter ve bunlar gerçeğin yaklaşık onda biridir. Bize aylarca “örgütsel tarihimizi mahvediyorsunuz” diyenlerin kulakları çınlasın! 

Biz içimizdekini ortaya döktük. Bir haini, bir devrimcilerin katilini, bir ajanı fena halde silkeledik. Bu sadece bizde yok, ama kimsenin kılı kıpırdayamıyor. “Bizde öyle şeyler olmadı!..” da diyemiyorlar. Bazıları diyor ama bunlar çaresiz savunma çabalarıdır. 

Devrimci hareketin 1974-1980 arasındaki tarihindeki bu rezillikleri atlayarak hiçbir şeyi açıklayamazsınız. Bunların objektif zemini nedir? Nasıl başlayıp nasıl gelişmişlerdir? Bir türlü aşılamamalarının nedeni nedir? 

Sol içinde birbirine karşı şiddet kullanma eğilimi büyük oranda duruyor. Olumlu gelişmeler yok değil, ama zayıftır. Şiddet eğilimi zayıflamadı. Sol çok zayıfladığı için şiddet eğilimi de zayıflamış görünüyor. Ama kaç örnekte gördük, biti biraz kanlanan hemen dayılanmaya başlıyor. Bu konuya somut olarak Nebil Rahuma ile gireceğiz, ama konu çok büyük. Daha geniş bir analiz ve inceleme gerektiriyor. Tarih olarak daha eskilere de gidilebilir ama 1970 yılından başlamak büyük oranda yeterli olacaktır. 

Bu ülkede solun tarihi, sadece büyük direnişlerin, anti faşist mücadelenin, anti oligarşik mücadelenin değil, aynı zamanda kendi içinde dökülen kanın da tarihidir. Kendi açımızdan bakarsak; oligarşinin öldürdüğü Acilciler’in sayısı, Mihrac Ural’ın öldürdüklerinden daha azdır. 

Bizim için acı bir olay. Örgüt içi infazda da bir dönem için “öncü” olmak acı bir gerçektir, ama sonuç olarak gerçektir. 

Evet, Mehmet Koç’un aramızdan ayrılması, Acilciler’in birbirlerini yeniden sevmeye başlamalarının ortaya çıkmasını da hızlandırdı. Birikmiş olan kendini ortaya koydu. Bunun daha da gelişeceğini ümit ediyorum. 

19 Ekim 2010