24 - 25 ARALIK 1980


1980 yılının son günlerinde iki kaçakçının yol göstericiliğinde ben, Aydın, Zekeriya ve Ahmet Çolak yaya olarak ülkeden çıktık. Aramızda o bölgeden kimse olmadığını anladıklarından yolu öğrenmemiz gibi bir tehlike yoktu. Bu nedenle, bizden önce giden Kemal Bayram örneğinde olduğu gibi, yolu uzatıp dolaştırmadılar ve kısa sürede Suriye tarafına geçtik. 

Orada bir köye gittik. Öğleye doğru birkaç kişi geldi. Mihrac dışında hiç birisini hatırlamıyorum. Sınır köyünden araba ile başka yere gittik. Ertesi gün Lazkiye’ye indik. Noel tatiliydi ve her taraf kapalıydı. Bu durumda 24-25 Aralık 1980 gecesinde ülkeden çıkmış olmam gerekir. Demek ki, ülkeden çıkalı otuz yıl olmuş. 

Suriye’de sadece dört ay kaldım ve daha sonraki yıllarda da sadece dört kere değişik toplantılar için Suriye’ye geldim. O zaman TKEP’te idim ve bir MK Plenumu nedeniyle bir ay kadar kalmıştım. Bunların hepsini toplasanız bile bir şey yapmaz. Bu nedenle ülke dışındaki 30 yılın tamamını Avrupa ülkelerinde geçirdim diyebilirim. Bir buçuk yıldan biraz az bir süre Paris, bunun dışında bir yıl kadar Köln ve sonrasında Frankfurt. Almanya’daki kentlerde devamlı kalmadım. Hatta diyebilirim ki, ilk on yıl bu kentlerden ziyade başka kentlerde idim. İkâmetim oradaydı, hepsi o kadar. Bu on yıl içinde de Paris’e sık sık gidip geldim. 

Eskiden beri solun vatanının olmadığına inanırım. Sosyalist, dünyanın her yerinde sosyalisttir. Hangi ülkede olursanız olun, yapılacak iş vardır. Hele de Almanya gibi 1980’li yıllarda 2,5 milyon, sonraki yıllarda daha fazla, Türkiyelinin yaşadığı bir ülkede iseniz, yapılabilecek fazlasıyla iş var demektir. Ek olarak, Almanya, solun güçlü olduğu bir ülkedir. Kendisini sosyalist sayan bir insanın yıllardır yaşadığı ülkenin solunun içinde yer almaması düşünülemez. Bu nedenle, Almanya solu içinde de bulundum ve PDS’in Frankfurt İl Yönetimi’nde altı yıl görev de yaptım. Almanca öğrendim ve bu ülkede de üniversite bitirdim. Bu kez teknik bir bölüm değil, politik bilimler okudum. 

Yıllarca zorunlu sürgün ve göçmen olduğum için yazıklandığımı hiç hatırlamıyorum. Böyle yapan bazı arkadaşlarla hiç anlaşamazdım. “Burası bir hapishane” diyenlere, “yok canım, burasının neresi hapishane” derdim. 

Bu ülkede yıllarca yaşadığım için son derece memnunum. Türkiye’de kendimi teoride ve pratikte bu denli geliştirme imkânını kesinlikle bulamazdım. İngilizce bilsem bile bulamazdım. Şansa bakın ki, Frankfurt da coğrafi olarak Almanya’nın ortası sayılıyor. Bu nedenle de, ulaşım kolaylığından dolayı, çok sayıda uluslar arası toplantı bu kentte yapılıyor. Elimden geldiğince hepsine katıldım ve çok şey öğrendim. Almanya solunun teorik yayınlarını sürekli okudum, halen de sürekli izlerim. 

Biraz da rastlantıları iyi değerlendirme sonucu, daha internet ortada yokken bile, Türkiye sosyalist hareketinin birçok mevzisinde var oldum. Kürtlerin ilk gazetesi Özgür Gündem’de köşe yazarıydım. Bir dönemin önemli teorik yayın organlarından Emek’te çok sayıda teorik yazım yayınlandı. Editörlüğünü yaptığım Yazın dergisi, 12 yıl boyunca Türkiye’de de yayınlandı. Toplumsal Dayanışma ve SÖZ gibi solda iz bırakan dergilerin hemen her sayısında yazdım. 1990’lı yıllarda kaç kere MED TV, MEDYA TV programlarına katıldım, hatırlamıyorum. Bu nedenle olsa gerek, “burada bir şey yapamıyorum, Türkiye’de olsaydım acayip mücadele ederdim” gibi düşüncelere hiç kapılmadım. 

Türkiye sosyalist hareketi Avrupa ülkelerinde maalesef çok kötü sınav verdi. Ne kötü sınavı, resmen döküldü. Avrupa ülkelerinde yıllarca yaşayan Türkiye sosyalistleri arasında teorisi ve pratiğiyle iyi bir düzey tutturabilmiş olanlar maalesef oldukça azdır. Bu düzeyi tutturanlardan biri olmamın fazla bir anlamı bulunmuyor, zira genel düzey çok kötüdür. 

Bu otuz yılda kendime yöneltebileceğim en önemli eleştiri, zamanımı daha iyi değerlendirebilirdim yönündedir. Oldukça verimli çalıştım ama daha iyi yapabilirdim. Sınırlarını sürekli olarak zorlamayı seven biriyim. Bu zorlama insanı geliştirir, aynı zamanda gerilime sokar. Sonuçta başarırsanız, büyük bir mutluluk duyacağınızdan emin olabilirsiniz. 

Yıllar önce Köln’de bir seminere katıldım. Semineri veren kadın, konuşmasının bir yerinde, göçmenlerin genellikle mutsuz olduklarından söz etmiş ve nasıl mutlu olunabileceği konusunda bazı şeyler söyledi. Seminerin sonunda, mutlu olmanın neden mutlaka gerekli olduğunu sordum. “Mutsuzluk iyidir, insanı motive eder!..” dedim. Kadın da, “İnsanların çoğunun sizin gibi düşündüğünü sanmıyorum!..” dedi. Düşünmesin, ne yapalım yani. 

“Otuz yılın sonucu ne oldu?..” derseniz, şöyle diyebilirim: 1981’de bir tane Engin vardı, üzerine iki tane daha geldi!.. 

İnsanın kendini yeniden ve yeniden üretebilmesi ve bu temelde değişmesi. Bunu bana ilk kez 1997’de birkaç kez telefonla uzun uzun konuştuğum Belma söyledi. 1997, bir Engin’in üzerine bir başkasının eklendiğini, bu sürecin bittiğini hissettiğim yıldır. 

Belma’nın müthiş bir gözlem gücü vardır. Telefonda bile gözlem gücü etkisini kaybetmemiş. “Sen değişmişsin!..” dedi. Ben de “Nasıl yani?..” diye devam ettim. Saçma bir soruydu aslında, telefonda daha fazlasını nereden bilecek. Ben de benzer bir durumu yıllar sonra karşılaştığım birkaç arkadaşta gördüm. 

Diyelim, on yıldır ya da daha fazla zamandır görüşmemişiz. Konuşuyoruz, konuşma ilerledikçe karşı tarafta bir şaşkınlık fark ediyorsunuz. Ben de önce anlamadım. Daha sonra konuştuğum arkadaşlardan birisine niçin şaşırdığını sordum. Pek açıklayamadı. “Uzun zaman sonra görüştük. Zaman içinde herkes değişiyor. Ben de değişmişimdir. Sen galiba biraz fazla değişmişsin. Karşımdaki bizim Engin, tamam da, biraz başka birisi olmuş gibi. Ya da bana öyle geldi!..” dedi. 

İnsanın kendi hissettiklerinin doğrulanması hoş bir şey tabii. Böyle bir şey olabilir mi? Olabileceğini Yılmaz Güney’in Siyasi Yazılar’ında okumuştum. Hangi ciltteydi hatırlamıyorum ama yaklaşık olarak, “O kadar değiştim ki, kendimi tanımakta zorlanıyorum. Yıllar önceki ben, bana yabancı gibi geliyor!..” diyordu. 

Bu duyguyu biliyorum. Aynı duyguyu, hayatımın kilit yıllarından birisi olan 1982 sonunda ben de hissetmiştim. Aynı yılın başındaki Engin ile sonundaki Engin kesinlikle birbirinden farklı insanlardı. Bu kadar çok şey yaşadığım ve kayda değer hiçbir hata yapmadığım başka bir yıl daha olmadı. 

Mihrac Ural’ın hatası çok, ama özellikle öldürücü olan hatası buradadır. O bütün hesabını 1981 yılında tanıdığı kişiye göre yapmıştı. Bu bile doğru bir hesap değildi, ama çok daha feci bir gerçekle karşılaştı: karşısındakini tanıyamadı. 

İlk duyduğumda beni oldukça güldüren, “Gözlerine dikkat edin!..” saptamasını boşuna yapmamıştır. Aradım taradım 30 yıl önceki fotoğraflarımdan birisini buldum. Yüz ifadem ve bakışlarım bile değişmiş. Kime çattığını çok geç anladı ama ne yapayım, kabahat bende değil. 

Şimdi çok sayıda arkadaşın “Eee, sonra!.. Belma’yı senden dinlemeyecek miyiz?..” diye düşündüğünü biliyorum. Tabii ki dinleyeceksiniz. Bir dönem Acilciler’in en tanınmış kişisidir. Sırada yazacağım birkaç önemli yazı var. Onlar yazıldıktan sonra anlatırım.

24 Aralık 2010 



MİHRAC URAL'IN YAZILMAYAN HAPİSHANE ANILARI


Devrimci harekette en fazla cezaevi dolaşan lider Mihrac Ural imiş!

Büyük önder bu saptamayı 30. yaş yıldönümünde, 1986’da, türlü çeşitli devrimci gruplara yolladığı faks metninde belirtmiş ve yanına Biyografisini de eklemişti. 

“30 yaşında biyografi mi olurmuş?..” demeyin. Karşınızda herhangi bir kişi yok! 14 yaşında Antakya’da onlarca fabrika örgütlemiş ve anasından militan doğmuş birisi bulunuyor. 

Gırgır Dergisi’nin çizgi roman kahramanı Mikrop Niyazi, anasının karnından mahalleyi yönetirdi. Anası her gün, Mikrop Niyazi’nin gıdasını, iki büyük rakı ile birkaç paket sigarayı yutarak ona gönderirdi. Mihrac Ural, ne yazık ki, faaliyetlerine bu kadar erken başlayamamış. Neyse, yine de büyük lider olacağı, daha doğmadan olmasa bile, 14 yaşında belliymiş. 

Ancak bazı meraklı ve muzır tipler Mihrac Ural’ın cezaevi anılarını merak ediyor. İbrahim Yalçın yazıyor da yazıyor. 20 bölüm ve de uzun uzun cezaevi anısı yazdı. Daha da yazacak, öyle görünüyor. Mihrac Ural neden yazmıyor? Devrimci harekette en fazla cezaevi dolaşmış liderin yazmaması tarihimiz açısından ciddi bir eksiklik oluşturmaz mı? 

İşin gerçeğini söyleyelim: Mihrac Ural, bu büyük lider, cezaevi anılarını yazmasına yazacak da, bendenizin de aralarında bulunduğu bazı muzır tiplerden fena halde çekiniyor. Neden çekiniyor? Bu muzır tiplerin bilmediği yok. Gözlerinden bir şey de kaçmıyor. Yani bu da yapılmaz ki. İnsana şöyle ağız tadıyla palavra bile attırmıyorlar. 

Şalterli elektrik işkencesi diye müthiş bir buluş yaptı, alemin maskarası oldu. İbrahim “Ne şalteri ulan, uyduracaksan bari doğru uydur!..” dedi. Bendeniz de, “Belirleme yeterince açık değil. Neyin şalteri? Şehir cereyanı mı, yoksa sanayi elektriği mi?” diye sordum. Cahit daha ileriye giderek, “Samsun’da Mihrac Ural’a elektrik işkencesi yaptılar, bütün sigortalar attı, kentte elektrik bitti. Rize’den gemiyle elektrik getirdiler!..” gibi saptamalarda bulundu. 

Vallahi kabahat bizde! Çok muzır adamlarız. “Madem işkencede vücudum parçalandı falan filan diyorsun, gördüğün şu işkenceleri biraz anlat bakalım!..” diye lideri kışkırttık. O da şalterli elektrik işkencesini buldu. Ayıp değil mi, adama ağız tadıyla palavra bile attırmıyoruz yani. 

Vazgeçmeyiz, cezaevi anılarını istiyoruz. Mihrac Ural yazmayacaksa, biz yazarız. Biliyorsunuz, Baskın Oran, Kenan Evren’in yazılmamış anılarını yazmıştı. Bu kitabın kod kelimesi, “netekim” idi. Bizim kitabın kod kelimesini de “lider” olur. 

Oldu olacak, yazılmamış anıları yazmaya ben başlayayım. İnsafa gelip sıfırdan yazmayacağım. Mihrac Ural’ın çetleşmelerinde yazmış olduklarına ekleme yapacağım. Bolvadin Cezaevi’nden üç kişi (Mihrac, Ali ve ben) sevke gidiyoruz. İstikamet Konya. Yarı yolda Ali’nin çişi gelir. Fena sıkıştığını belli eder. Mihrac hemen botunu çıkarır. Mihrac’ın botuna Ali çiş yapar. Mihrac Ural “Çiş dolu botu jandarmalara fırlattım!..” diye noktayı koyar. Vay be, analar ne liderler doğuruyor, görüyor musunuz! 

Yalnız küçük bir sorun var. O zamanın cezaevi arabasıyla sevke ya da mahkemeye gitmiş herkes bilir. Arabanın arkası içiçe iki bölümdür, büyük bölümde tutuklu veya hükümlü olanlar oturur, küçük bölümde dört jandarma bulunur. Bu iki bölümü, kilitli ve demir parmaklıklı bir kapı ayırır. “O bot parmaklıktan nasıl geçti?..” gibi muzır bir soru akla gelebilir. Normalde bot, parmaklığa çarpıp geri gelir ya da üstümüz başımız sidik olur ya da jandarmalardan biri kapıyı açmış ve “At, at!..” demiş de olabilir. Bunlar jandarma, askerdeki “Aç aç!..” gecelerinden alışmışlardır. Jandarma “Aç aç!..” demiş, Mihrac Ural ise bunu “At at!..” olarak anlamış olabilir. Yok ama, bu da olmaz. Zira aradaki kapının anahtarı, önde, şoförün yanında oturan astsubaydadır. Büyük önder bu durumu nasıl açıklayabilir acaba? 

Şöyle de olabilir: Ulu önder içi sidik dolu botu, kelepçeli olmayan eliyle ve öyle bir teknikle fırlatmıştır ki, bot, iki parmaklık arasına sıkışmıştır ve muhteviyatı da jandarmaların üzerine dökülmüştür. “Olmaz öyle şey!..” diyorsanız, marifetli bir lider karşısında olduğunuzu hatırlatırım. Gerçi burada sadece “atmak” değil, “atmak” ve “dökmek” fiilleri daha geçerlidir. Bot sadece atılmamış, parmaklık arasına sıkışınca muhteviyatı da dökülmüştür. 

Ulu önderin tekniğini de sizlere anlatayım: Botu öyle rastgele fırlatırsanız, olmaz. Bot daha havada iken, parmaklığa varmadan, muhteviyatı yere dökülür. Yere paralel atarsanız da olmaz. Diyelim, iyi nişanladınız ve bot iki parmaklık arasına sıkıştı, ama o zaman muhteviyat dökülmez. Yukarıdan aşağıya atarsanız, yine olmaz. Muhteviyat hemen dökülür. 

Büyük lider, botu aşağıdan yukarıya doğru kavisli olarak atmış ve bot tam parmaklıkla karşılaştığı anda öne doğru dönerek muhteviyatını jandarmaların üzerine dökmüştür. Ben böylesi bir hünere, hele de kelepçeliyken sahip değilim. Bir de okurlar denesin bakalım. Belki aralarından ulu önderin yardımcısı olabilecek tipler çıkacaktır. 

Ulu önder eylemi eksik anlatmıştır! O kadar kusur da olacak artık. Unutmayın, kahramanımızın ana dili Arapçadır. Türkçeyi fazla bilmemesi normaldir. Buna rağmen, bütün yapıtlarını Türkçe olarak kaleme almıştır. Bu yapıtların yayılamamasının en önemli nedeni, okurun olmaması değil, bazı kişilerin can güvenliğini tehdit etmesindendir. Türkçe öğretmenlerinin bu yapıtları okuduktan sonra bunalıma girip intihar edebileceği düşünüldüğünden, Mihrac Ural külliyatı ihtiyatla yayılmaktadır. Cümlenize duyurulur! 

Bir palavrayı palavra olmaktan çıkarmak için ne büyük sıkıntıya giriyoruz, değil mi!.. 

21 Aralık 2010 




CEPHE DEĞİL İSE, ZAGOR OLMASIN!..


21 Nisan 1980’de hapisten kaçtıktan birkaç gün sonra maceralı bir şekilde geldiğim evde –Kuleli semtindeydi galiba– Hüseyin Yılmaz Keser’i kısa bir süre gördüm. Geldi, biraz durdu, yeni basılmış olan Cephe dergisini bir bavula doldurdu, aldı gitti ve dolmuş beklerken yakalandı. 

Mihrac Ural adlı soytarının iddia ettiği gibi, Cephe dergisinin son sayısı Ağustos 1978’de yayınlanmış ise, 1980 yılının Nisan ayında bu derginin başka bir sayısı daha çıkmamış ise, o zaman yayınlanan neydi? Normal dergi formatında basılmış Cephe dergisi değil de başka bir şey miydi? Başka bir şey ise, Hüseyin neden yakalandı ve işkence gördü? Yoksa, İbrahim ve Niyazi yanlışlıkla Cephe niyetine Zagor dergisini mi basmışlardı? Polis ve jandarma Zagor’dan anlamayabilir. Teksas, Tom Miks kadar bilinen bir dergi değil. Şöyle bir karıştırıp bakmışlardır. İçinde silahlı adam resimleri görünce de, “Tamam, işte bulduk. Bunlar silahlı mücadeleyi savunuyorlar amirim!..” demişlerdir. 

İşin komikliği bir yana, anlı şanlı genel soytarının örgütün merkez yayın organı Cephe’nin yayınlanmasından haberi bile yokmuş. Ayrıca neden haberi olsun. Sen kimsin bre soytarı. Sen kimsin de insanlar Cephe’yi şöyle bir içerikte basalım diye sana sorsunlar. Üstüne üstelik, anlı şanlı Güney bölgesinden Adana sorumlusu Hüseyin dergileri almak için İstanbul’a gelmiş. Ne yazık ki yakalanmış, ama dergiler İstanbul’da dağıtılmış. Belki elden ele başka yerlere de gitmiştir, olabilir. Kendini her şeyin yöneticisi sanan Mihrac Ural soytarısı derginin çıktığını bırakın görmeyi, duymamış bile. Kimse ona fikrini de sormamış, neden sorsun. Kendisi hapiste, işlevi sınırlı olmak zorunda. Ulan soytarı sen kendini anasının karnından mahalleyi yöneten Mikrop Niyazi mi sanıyorsun!.. 

Bu olay da gösteriyor ki, 1980 yılının başlarında bile Mihrac Ural’ı müritleri dışında takan yokmuş. Müritleri ve yanlışlıkla hayranı olmuş gafiller dışında kimseye emir veremezdi, çünkü dinlemezlerdi. Suriye’ye gidince Muhabarat’ın desteğiyle yükseldi. Türkiye’de birlikte kalabilseydik, hayayı konyayı o zaman görürdü. 

Mihrac Ural bir 12 Eylül çocuğudur. 12 Eylül olmasaydı, yakalanmalar olmasaydı, ister ülke içinde kalsın, isterse cehennem olup gitsin, fazla bir işlevi yoktu. Olay budur!.. 

Benzeri bir olay ben Paris’te iken de olmuştu. 1981 Haziran’ında, geldikten bir ay sonra dergi çıkardık: Tek Yol Devrim. Üç sayı çıktı. İkinci ve üçüncü sayıyı Almanya’dan istediler ve orada basıp dağıttılar. Fransa’da 500 tane basılıyordu, Almanya’yı bilmiyorum. Ardından Ocak 1982’de ev işgallerini yaptık ve Tek Yol Devrim Ev İşgalleri Özel Sayısı bastık. Bu sayı büyük boydu ve hayli fazla basılmıştı. Önceki sayılar gibi bunu da Suriye’ye gönderdim. Sağolsun büyük lider derginin bütün sayılarını orada dağıttı ve övünmeden duramaz ya, bol bol da propagandamı yaptı. 

Örgütte dergi çıkarmak için Mihrac Ural’a sormak gerekmezdi. Neden sorulsun? Sen kimsin ulan!.. 

11 Aralık 2010 



TÜRKİYE'DE SOL ÖRGÜTLER


Hüseyin Aykol’un, Bölüne Bölüne Büyümek – Türkiye’de Sol Örgütler kitabının ikinci baskısından söz edeceğim. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ortaya çıkan sol örgütlerden başlayarak 2000 sonrasındaki döneme kadar her örgüt hakkında tanıtıcı bilgiyi içeriyor. Kitabın sonunda Türkiye solundaki başlıca kişilikler de kısaca tanıtılıyor. Kitaba ek olarak bir de Çizelge veriliyor: Türkiye tarihindeki sol örgütlerde kim kimden doğdu? 

Maşallah oldukça doğurgan bir solumuz var. 1977 sonlarında hapisteyken ülkedeki sol örgütlerin listesini çıkarmayı denemiştim. Galiba yüz tanesinin adını yazabilmiştim ama biliyordum ki, başkaları da vardı. Sayı daha sonra iyice arttı. Bazı örgütler yıldız misali parlayıp kayboldular. Bazılarının hiç olmazsa hatırlanan bir adı kaldı. 

Kitapta kısaca tanıtılan bazı sol örgütlerin adını ilk defa duyuyorum. Düşünün artık, ben bile ilk defa duyuyorsam, konuyla yakından ilgili olmayanlar kaçınılmaz olarak bu büyük çeşitlilik karşısında şaşıracaklardır. 

Kitapta bazı örgütlerin tanıtımında eksikler var, ama normal. Bu ülkenin solundaki örgütleri tam olarak tanıyabilmek hangi faniye nasip olmuş ki!.. 

Yazar eski ve solun içinden birisi, belli oluyor. Örneğin, THKP-C Üçüncü Yol’un önemli kişilerinden birisinin jandarma teğmeni Hamza Yalçın olduğunu çok kişi bilmez. Ben biliyorum çünkü birlikte hapiste yattık. O, sahte tahliye ile benden önce kaçtı. Bizim kaçtığımız grupta ise daha sonra yakalanıp idam edilen Ramazan Yukarıgöz vardı. Böyle bir durum olmasaydı, Hamza Yalçın’ın adı bana da yabancı gelebilirdi. 

Bu ülkenin devrimci hareketinde Acilciler’in adı kalmış. THKP-C kökenli silahlı mücadele örgütleri arasında Devrimci Sol’un dışında bir de Acilciler’in bugün bile hatırlanan bir adı kalmış. Bu unutulmazlığı bize en başta sağlayan teorimizdi. Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği’ne, Eylem Birliği’ne göre biz daha küçük eylemler yapmıştık. 

Kitapta Acilciler’e iki sayfa ayrılmış. Bölüm şöyle başlıyor: “Sonraki yıllarda kısaca Acilciler olarak anılacak olan örgüt, 1974’te İlker Akman, Yüksel Eriş ve Engin Erkiner tarafından kuruldu.” 

Bölümün son paragrafı ise şöyle: “Acilciler’in 12 Eylül sonrasındaki tarihinin –Mihrac Ural’ın başını çektiği bölümü–, Suriye’nin istihbarat örgütü Muhabarat ile fazla içli dışlı olunduğu iddiasıyla çok sayıda militan tarafından benimsenmiyor. Acilciler, 1982’de büyük bir ayrılık daha yaşadı ve örgütten ayrılan kesim –kısa süre önce ittifak bildirgesi imzalanmış olan– TKEP’e katıldı. Benzer bir ayrılık, 1987 sonunda yapılan ilk kongrenin ardından, 1988 yılında da yaşandı.” 

Geriye kalan yaklaşık iki sayfada ne yazılı olduğunu merak ediyorsanız, kitabı alır okursunuz. Kitapta ayrıca HDÖ ve Devrimci Savaş da daha kısa olarak yer alıyor. 

Kitaptan yapılan alıntılarda bilinmeyen bir şey yok denilebilir. Türkiye solunda Mihrac Ural’ın Muhabarat ile yakın ilişkisini bilmeyen mi var? Bilmeyen varsa o da cahilliğine yansın denebilir ancak. Zaten kitabın amacı da varolan bilgiyi derlemek olsa gerektir. 

Bilemiyorum, sol bundan sonra daha ne kadar artar? Şimdilik herhangi bir noktada duracak gibi görünmüyor. Yeni bir örgüt mü kuracağız, iyi ama niye? İnsanların örgüt kurmadan önce bu soruyu sormalarında yarar var. 

Genel kuraldır: yeni kurulan örgüt altı ay - bir yıl kadar gelişir. İlk heyecan bittikten sonra zorluklar fazlasıyla kendisini göstermeye başlar. Aradan biraz daha zaman geçer ve örgüt söner veya dağılır. Belki adı kalır, bazen adı bile kalmaz. Örgüt tarihin içinde kaybolup gitmişse mesele yok. Adı kalmışsa, mesele oluyor. 

Örgüt çoktan tarihe karışmış ama adı kalmışsa, çoktan beridir devrimcilikle ilgisi kalmamış birçok insan bu ada tutunarak yaşamaya başlar. Kimisi Mihrac Ural gibi sahtekârlığından tutunmaya çalışır, kimisi başka bir şeyi olmadığı için tutunur. Ortak nokta ise, bu insanların bugününün ya da son on yılının olmamasıdır. Bugüne ve geleceğe ait değilsen, otuz yıl önce ne yapmış olduğunun neden büyük önemi olsun? 

Son otuz yılda dünyada ve ülkede çok şey değişti. Bu durumda, geleceğin geçmişin uzantısı olarak kurulması mümkün değildir. Geçmişe saplanıp kalmışsanız, ondan kurtulamıyorsanız, dahası kurtulmak da istemiyorsanız, yaşayan bir ölüden farkınız yok demektir. 

Türkiye’de Sol Örgütler her eve lazım denilebilecek bir kitap. Orada geçmişimiz yazılı. Bu ülkenin solunun geleceği olacaksa eğer, bunu ancak iyisiyle kötüsüyle geçmişini değerlendirip ondan koparak yapabilecektir. 

Ve bunun için daha da bekleyeceğiz galiba. 

9 Aralık 2010




SOL İÇİ ŞİDDET VE SOMUT ADIMLAR


Paris’te yapılan Mehmet Koç’u anma toplantısı, bir buçuk ay önce yazmış olduğum bir yazıda yapmış olduğum tespitin, Acilciler’in kendileriyle barışmaya başladıkları tespitinin yanlış olmadığını gösterdi. Mehmet Koç’un anılması, bu anlamda, birikmiş bir yakınlaşmanın ortaya çıkmasına vesile oldu denilebilir. Aynı durum O’nu kaybettiğimiz günlerde de görülebiliyordu. Bu, son derece iyi bir gelişmedir. Kadere bak, denir ya, bu durum da biraz öyle. 

Bir sürü ilk işi yapmak bize düşüyor. Bu ülkenin solundaki çok sayıda örgütün artık genellikle aktif olmayan bir sürü insanı, bırakın birbiriyle selamlaşmayı, birbirinden nefret ediyor. Bu durum sadece Avrupa ülkelerinde böyle değil, Türkiye’de de böyle. Örgüt çoktan tarihe karışmış, ama birbirlerinden nefret etmeyi sürdürüyorlar. Hem birbirlerinden nefret ediyorlar hem de birbirlerinden korkuyorlar. Bu nedenle de kimse kimseyle uğraşmak istemiyor. Hele de örgütsel hesaplaşma gibi bir işe girişmeyi hiç istemiyor. Böyle bir yönelime girebilmek öncelikle birikim ve cesaret işidir. Kendini yeniden üretememiş olanlar bu tür işlere giremezler. 

Bazı örgütlerden bana sövüp sayanlar olduğunu duyuyorum. Acilciler’deki kendi tarihiyle ve içindeki hainle hesaplaşma sürecinin aktif bir elemanı olduğum için bana kızıyorlarmış. Kızsınlar. Benim de çok umurumdaydı zaten. 

Yapacağız dedik ve yaptık. Başarılı olduk mu, olduk. Korkularının ne olduğunu biliyorum ve onları daha beter korkutacak başka işler de yapacağım. Devrimci harekette örgütler arası şiddet ve iç infazlar meselesi yavaş da olsa giderek büyük bir ilgi odağı haline geliyor. Bugüne kadarki yaklaşım, maalesef, filan şunu yaptı falan bunu yaptı saptamasının ötesine geçemedi. Daha ileri adım atanlar ve “Toplumsal yapımız bize de yansımıştır!..” diyenler oldu. Önemli bir saptama, ama burada duruluyor. 

Durulmak istendiği için değil, daha ötesine nasıl gidilebileceği bilinmediği için duruluyor. Daha ilerisine gitmek, özellikle sosyal psikoloji konusunda önemli bir birikimi gerektirir. Geçmişte sosyalizm mücadelesinin değişik örgütlerinde yer almış insanlarla yaptığım konuşmalarda çok şey öğrendiğimi belirtebilirim. Kafanızda belirli bir teori varsa, buna uygun olarak oluşmuş kategoriler varsa, yeni edinilen bilgi havada uçuşmaz, tersine o kategorilerin içine yerleşir. 

Teori, olabildiğince geniş bilgiye dayanmalıdır. Her şeyi bilmeniz mümkün değildir. Önemli örnekler seçip, bunları iyi inceleyip, buradan hareketle genelleme yapmak gerekir. Acilciler teorik kapasitelerini bir kere daha göstereceklerdir. Sonuçta çözmeye çalıştığımız sorun aynı zamanda bizim de sorunumuzdur. 

İrfan’ın “Öyle rezaletler var ki, biz bunların yanında temiz bile kalıyoruz.!..” saptaması yanlış değil ama insanın tüylerini ürpertiyor. Doğru olduğuna inanmayı hiç istemezdim ama doğru gibi görünüyor. Sadece bizim duyduklarımız bile yeter ve bunlar gerçeğin yaklaşık onda biridir. Bize aylarca “örgütsel tarihimizi mahvediyorsunuz” diyenlerin kulakları çınlasın! 

Biz içimizdekini ortaya döktük. Bir haini, bir devrimcilerin katilini, bir ajanı fena halde silkeledik. Bu sadece bizde yok, ama kimsenin kılı kıpırdayamıyor. “Bizde öyle şeyler olmadı!..” da diyemiyorlar. Bazıları diyor ama bunlar çaresiz savunma çabalarıdır. 

Devrimci hareketin 1974-1980 arasındaki tarihindeki bu rezillikleri atlayarak hiçbir şeyi açıklayamazsınız. Bunların objektif zemini nedir? Nasıl başlayıp nasıl gelişmişlerdir? Bir türlü aşılamamalarının nedeni nedir? 

Sol içinde birbirine karşı şiddet kullanma eğilimi büyük oranda duruyor. Olumlu gelişmeler yok değil, ama zayıftır. Şiddet eğilimi zayıflamadı. Sol çok zayıfladığı için şiddet eğilimi de zayıflamış görünüyor. Ama kaç örnekte gördük, biti biraz kanlanan hemen dayılanmaya başlıyor. Bu konuya somut olarak Nebil Rahuma ile gireceğiz, ama konu çok büyük. Daha geniş bir analiz ve inceleme gerektiriyor. Tarih olarak daha eskilere de gidilebilir ama 1970 yılından başlamak büyük oranda yeterli olacaktır. 

Bu ülkede solun tarihi, sadece büyük direnişlerin, anti faşist mücadelenin, anti oligarşik mücadelenin değil, aynı zamanda kendi içinde dökülen kanın da tarihidir. Kendi açımızdan bakarsak; oligarşinin öldürdüğü Acilciler’in sayısı, Mihrac Ural’ın öldürdüklerinden daha azdır. 

Bizim için acı bir olay. Örgüt içi infazda da bir dönem için “öncü” olmak acı bir gerçektir, ama sonuç olarak gerçektir. 

Evet, Mehmet Koç’un aramızdan ayrılması, Acilciler’in birbirlerini yeniden sevmeye başlamalarının ortaya çıkmasını da hızlandırdı. Birikmiş olan kendini ortaya koydu. Bunun daha da gelişeceğini ümit ediyorum. 

19 Ekim 2010 


1982-1988: BİR ÖRGÜTÜN CAN ÇEKİŞMESİ (2)


İki yıldan fazla zamandır bu sitede yazılan yazılarla konu o kadar açığa çıktı ki, uzun uzun anlatmaya gerek de kalmadı. Örgüt gerçekte 1982 sonundan itibaren bitiş sürecine girdi. 1988’e kadar can çekişti ve 1988 ayrılığıyla da tarihe karıştı. O yüzden bu yazıda sadece anlı şanlı Birinci Kongre üzerinde duracağım. 

Bildiğiniz üzere 1982 yılında Birinci Konferans yapılmıştı. Konferans yapmak kesmediği için de adına “Leninist” denilmişti. 

1982-1988 arası aynı zamanda örgüt içi infazlar dönemi de oldu. Müntecep kesici ile başlandı, Hanna Maptunoğlu ile sürdürüldü. Suriye’nin yanında Filistinliler arasındaki iç savaşa sürülen dört yoldaş FKÖ’lüler tarafından öldürüldü. Derken, 1986 sonunda Birinci Kongre yapıldı ve yedi kişilik Merkez Komitesi seçildi. Bunların kimler olduklarına baktığınızda ortada örgüt diye bir varlığın bulunmadığı yeterince görülüyor. Bir tanesi Haydar Yılmaz, o sırada hapiste, yani ülke içinde herhangi pratik bir işlevi bulunmuyor. İkincisi, politik bir insan olmakla yıllar önce ilişkisini kesmiş, herhangi pratik faaliyeti olmayan, Mihrac Ural’ın “temel kadro” elemanı. Geriye kalan beş kişi (Mihrac, Ali, Zafer, Salih, İbrahim) ülke dışında. Hatay’da bile merkez komitesinden eleman yok. “Devrimci örgüt” bu işte!.. 

Dikkatinizi çekerim, 1980’li yılların başlarında değiliz. 12 Eylül darbesinden sonraki ilk yıllarda çok sayıda örgütün merkez komitesinin çoğunluğu ülke dışındaydı ve ilk birkaç yılın ardından MK üyeleri artan oranda ülkeye döndüler. Düşünün ki, 1987 sonlarında yeni kurulmuş olan TBKP’nin iki yöneticisi (Haydar Kutlu ve Nihat Sargın) açık olarak ülkeye dönecekler ve hapse gireceklerdi. TKEP’te ise Genel Sekreter ve Avrupa Sorumlusu dışında bütün MK üyeleri ülke içindeydi. Sadece MK plenumları için geçici olarak ülke dışına çıkıyorlardı. Parti Genel Sekreteri Teslim Töre, 1980 sonlarında, Suriye’de kalmayı sürdürmenin tecrit olmakla aynı anlama geldiği düşüncesinden hareketle ülkeye dönmeye karar verdi ve döndü. 

Bir örgütün görüşlerini kabul etmeyebilirsiniz, ama görüşlerden daha da önemlisi ciddiyettir. Ciddiyet ise, öncelikle devrim yapmaya niyetlendiğin ülke topraklarında bulunmayı gerektirir. Bir sözümona örgüt düşünün ki, merkezi ülke topraklarında bulunmuyor. “Kapsama alanı” saydığı Hatay’da bile bir tanecik MK üyesi bulunmuyor. 

Dahası var. Mihrac Ural’ın sonraki iddialarına göre, ülke dışındaki beş MK üyesinden iki tanesi de “polis” imiş. Geriye kaldı Mihrac ile Salih ve Zafer. İyi de, bunlarla turşu bile kurulmaz. Vazgeçtik daha öncesinden, anlı şanlı Kongre sonrasında ne yapmış bu üç kişi? Türkiye’de bir şey yapmaları zaten söz konusu değil. Hatay’da bile kayda değer bir şey yok. Suriye’de politik herhangi bir faaliyet yok. Avrupa’da deseniz, orada da yok. 

Peki ne yapmış bu üç kişilik merkez komitesi? Politik anlamda soruyorum, bilen varsa söylesin. Örgütün programı diye sunulan belgesi bile benim 1981 yılında yazdığım ve de İngilizceye çevirdiğim program. İnsan biraz ciddi olur. 

Az kalsın unutuyordum. Haydar Yılmaz’ın da bu sitede yazdığı yazılar sonucu “dokunulmazlığı kaldırılmış”tı. Polis ilan edilmesi için gün sayılıyor anlayacağınız. 

Bir örgüt düşünün ki, yedi kişilik merkez komitesinden üçü “polis”, dördüncünün politik faaliyetle ilgisi yok. Geriye kaldı bizim soytarıyla birlikte yavru ile katip. Bu örgüt devrim yapacakmış ya da öyle yapacağını düşünüyormuş. 

Hadi canım sen de!.. 

18 Ekim 2010





MİHRAC URAL NASIL SERVET YAPTI?..


Bir müddet aradan sonra aynı konuya geldik. Mihrac Ural, bu kadar parayı nereden buldun? Bu serveti nasıl edindin? En az üç tane evin (muhtemelen daha fazladır), çalıştırdığın bir otel, büroların, iki tane jipin ve arazilerin var. Tahminen 20-25 milyon Dolar civarında bir servetin var. Bu parayı nereden buldun? 

Suriye’de değil de adam gibi bir ülkede yaşasaydın, maliye çoktan yakana yapışmış ve bu servetin kaynağını sormuştu. Hayatın boyunca çalışmamış olan sen, bu parayı nereden buldun? Kendi ifadene göre, “ot yedin, biriktirdin”. Afiyet olsun, ama bu açıklama inandırıcılıktan çok uzak. 

Sen neyi biriktirdin? Hiç çalışmadığına göre, örgüt parasını biriktirdin. Bu para senin mi de biriktiriyorsun? Kendine başka bir açıklama bulmalısın. Bak sana iki tanınmış açıklamayı anlatayım, belki onlardan biraz öğrenirsin. 

İlk açıklama, Necmettin Erbakan Hoca Efendi Hazretleri’nin servetiyle ilgilidir. Hoca efendi büyük zenginliğini, dedesinin evinde tavan arasında bir sandık altın bulmasıyla açıklar. Yersen, inanırsın. Ama yine de seninkinden daha inandırıcı bir açıklamadır! 

İkinci açıklama Tansu Çiller’in servetiyle ilgilidir. Eşi Özer Uçuran Çiller, Tansu Çiller’in anneannesi öldüğünde, eşyalarını toplarken, yastığının içinin altın dolu olduğunu gördüklerini anlatır. Anneanne bütün parasını altına yatırmış, onları da yastığının içinde biriktirmiş. Çiller ailesi de böyle zengin olmuş. Ne demişler, yersen, inanırsın. Yine de senin açıklamana göre daha inandırıcıdır! 

Sen de böyle bir şey uydurabilirsin. Mesela “deniz kıyısında dolaşıyordum, bir sandık buldum, içi altın doluydu” diyebilirsin. “Ot yedim, biriktirdim” söylemi çok aptalca. 

Şimdi gelelim bu paranın nasıl toplandığına. İlk adım, yıl 1982’de Almanya’da atılır. Sadece Frankfurt ve çevresinden alınan 20.000.- DM’dir. O zaman için oldukça büyük bir para. Mihrac Ural, “devrim senedi” teklif eder. Yani devrimden sonra ödenmek üzere senet verebileceğini söyler. Soytarıya mı gülersin, buna kananlara mı gülersin! 

Almanya genelinde ne kadar para toplandı, bilmiyorum. Almanya’da çok sayıda büyük çadır alınır ve bunlar Suriye’ye gider. Bassit Suriye’nin sayfiye yeridir. Yazın bu çadırlar kiraya verilir. Acilciler’in militanları soğuk gazoz satmaktan akla gelebilecek her çeşit işe kadar çalışırlar ve kazanılan parayı Mihrac Ural alır. Ek olarak, Filistin kamplarında bulunanlar da aldıkları paranın bir bölümünü hazrete verirler. Bunlar ilk sermaye birikimini oluşturur. Azcık dikkat edilirse açıkça görülüyor, Mihrac Ural’ın sahip olduğu büyük servetin kaynağı Acilciler’in emeğinden oluşmaktadır. Bu servetin kaynağında vahşi bir emek sömürüsü vardır, Acilciler’in emeğinin sömürüsü. 

Mihrac Ural bu arada avanesiyle birlikte birkaç kez Beyrut’a gider. Araba kaldırıp Suriye’ye getirirler. Bunların bir bölümüne Muhabarat el koyar, ötekileri satarlar. Başlangıçtan itibaren Mihrac Ural servetini karısı Malak Fadal ve baldızı üzerine yapar. Sonraki yıllarda bu uygulamadan vazgeçse bile, başlangıçta taşınamaz malların tapusu bu kadınların üzerinedir. Özellikle Malak’ın üzerinedir. 

Mihrac Ural Suriye vatandaşı olduğuna göre, bu ülkeye geldikten altı ay sonra vatandaş yapıldığına göre, neden çekiniyordu? Herhalde Suriye makamlarından çekinmiyordu. Kendisi vatandaş, üstelik de Muhabarat’tan. O zaman derdi neydi? Acilciler’den korkuyordu. Hırsızlığı ortaya çıkar, mallarına el konulur diye korkuyordu. Bu nedenle, kendisine sorun olabilecek kişileri ortadan kaldırıncaya ve kendi durumunu sağlama alıncaya kadar cebine attığı parayı gayrı menkule yatırdı. Bunun “örgüt parası” olduğunu söyledi ve tapuları da Malak’ın üzerine yaptı. 

Dört yoldaşın Suriye safında Filistinliler arasındaki iç savaşa sürülmesi ve FKÖ tarafından öldürülmeleri, Mihrac Ural’ın sermaye birikiminde dönüm noktası sayılır. Bu yoldaşlar için “kan parası” olarak adam başı 50.000.- Dolar, yani toplam 200.000.- Dolar, almıştır. Mihrac Ural’ın buna kendi jargonuyla “kelle parası” dediğine eminim. Sonraki yıllarda da bu ölen yoldaşlar adına küçük maaşlar aldığını duyduk. Yapar. Adı Mihrac, soyadı Ural. Alçaklıkta sınır yoktur. 

“Mihrac Ural’ın servetinde Acilciler’in kanı vardır!..” derken boşuna konuşmuyorduk. Sömürü ve talan devam ediyor. Çok sayıda Acilci Suriye’de değişik işlerde çalıştırılır ve aldıkları paraya “örgüt adına” el konulur. Para birikir de birikir. Mihrac Ural bütün parayı gayrı menkule yatırır ve tapuları da Malak Fadal adına yapmaya dikkat eder. Böylece paranın geri istenemeyeceğini, el konulamayacağını hesap etmektedir. 

Libya’ya gider. Sami’den (Gökhan Sac) büyük miktarda Dolar alır. Havaalanında yakalanır. Libya’dan dolar çıkarmak yasak olduğu için birkaç gün gözaltında kalır. Döviz kaçakçılığından yatan Mihrac Ural, bu durumu “zindan yattım” diye lanse eder. Sami’den başka paralar da alır. Sami, Suriye’ye geldiğinde bu paraların hesabını sorar. Bunlar örgüt parasıdır, ne olmuştur? Bu soru, Sami’nin öldürülmesiyle sonuçlanacaktır. 

Aralarında muhtemelen şöyle bir konuşma geçmiştir: 

– Para ne oldu? 
– Örgüte verdim.
– Örgüt nerde?
– Dağa çıktı.
– Dağ nerde?
– Yandı bitti kül oldu
– Kül nerde?
– Kül mü, hangi kül? 

Ardından Sami türlü çeşitli suçlamalar yöneltilerek öldürülür. Gerçek neden, verdiği paranın hesabını sormasıdır. Mihrac Ural’da alçaklık biter mi, bitmez. 

Başka bir örnek. İsrail’in Lübnan’a saldırısının ardından çok sayıda Kürt ve Türk militan için  Filistin kamplarında kalma dönemi sona ermiştir. İnşaatlarda ve bahçelerde çalışarak para biriktirirler, uçak bileti alırlar. Suriye’de kalmanın anlamı yoktur, gideceklerdir. Yanlarında doğal olarak bir miktar da para vardır. Mihrac Ural, allem eder kalem eder, bu paraya bile göz diker. “Paranızı bana verin. Yolda başınıza bir şey gelir, paranızı alırlar. Paris’te Anadolu Der’den alırsınız!..” der. Adam başına 1500-2000 Dolara el koyar. İrfan yazısında anlattı, yaklaşık yüz kişi Fransa’ya gelmiş ve Mihrac Ural’a verdiği parayı Anadolu Der’den istemiş. Mihrac Ural insanların sıkıntı çekerek biriktirdikleri 150.000.- ile 200.000.- Doları da böyle çarpmış. 

Mihrac Ural’ın serveti, sadece Acilcilerin değil, genel olarak devrimci hareketin emeğinin çalınması temelinde oluşmuştur. Hırsızlıkta dolandırıcılıkta sınır tanımaz bu büyük lider. Mihrac Ural, Bedri Yağan’ı bile dolandırmıştır. İbrahim Yalçın’ın yazısında okumuşsunuzdur. 

Şimdi aklınıza ne geldiğini biliyorum: Herkesi bu kadar dolandırarak servet edinmiş bir kişi için 20-25 Milyon Dolar az değil mi? Serveti daha fazla olmalı!.. 

Mümkündür. 20-25 Milyon Dolar asgari rakamdır. Şunu da unutmayın: Mihrac Ural çarpıcıdır tokatçıdır dolandırıcıdır. Üretimden anlamaz, ticaret yapamaz. Sadece “Bul karayı, al parayı!..” demeyi bilir. Batırdığı birkaç iş var. Benzin istasyonu açar ve batar. Kiremit işine girer ve batar. Başka batık işler de olabilir. Bunlar bizim bildiklerimiz ve muhtemelen başkaları da vardır. Anlaşılan, çarptığı parayı har vurmuş harman savurmuş. Malak da pek müsrif bir kadın. Büyük oğlu desen, o ayrı bir alem. “Bubaaa, ben de cip isterim!..” diye tutturur. Jip alınır. Jip dediğiniz Suriye’de 40-50 bin Dolardır. Mihrac Ural bir de kendine jip alır. Anası babası ziyarete gelince arabalarının bagajını doldurup da gönderirmiş, mutlaka ceplerini de doldurmuştur. 

Urallar Hainlik Hırsızlık Sömürücülük Soygunculuk Çarpıcılık Dolandırıcılık Anonim Şirketi’nden hepsi çöplenmiş. Fransa’da bir ihtiyar kadının evini soyma gibi “başarılı eylemler” değişik yazılarda anlatılmıştır, tekrarlamayacağım. Lakin, o ihtiyar kadının şansı varmış. İhtiyar olmasaydı cinsel tacize de uğrayabilirdi. 

Lider bu, boru değil. Her konuda en önde!.. 

15 Ekim 2010