Aslında bu konuda yeterince yazmış olduğum için yeniden yazmayacaktım. Ama ne yapayım, yeniden bazı kişiler tarafından gündeme getirildi. “1982 yılında örgütten neden ayrıldın? Sen ayrılmasaydın örgüt bu hale gelmezdi” saptamaları…
İşin ilginç yönü, konunun dar bir çevre dışında kimseyi
ilgilendirmemesidir. Ben de bu yazıyı o dar çevre, eski arkadaşlar için
yazıyorum zaten. Devrimci hareket içinde başka insanlara sorun, bana da ifade
ettikleri gibi, “iyi ki de ayrılmışsın” diyeceklerdir.
Tarih sürekli olarak yeniden yazılır. Bunun başlıca iki
nedeni bulunuyor:
Birincisi: Eskiden bilinmeyen yeni olgular bulunur ve
bunların ışığında bir dönemin yeniden değerlendirilmesi gerekir. Örnek vermek
gerekirse, 1976 yılında içimize Muhabarat ajanının girmiş olması böyle bir durumdur...
İkincisi: Olaylar birbirine farklı bağlanabilir ve
böylece geçmişe yönelik farklı bir değerlendirme ortaya çıkar.
Tarih, geçmişin yeniden kurulmasıdır. Geçmişi yeniden
kurmak için onu yaşamış olmak şart değildir, üstelik onu yaşayanlar yaşadıkları
tarihi anlamamış da olabilirler. Çünkü tarihte tekil olayların anlaşılabilmesi
ancak onların genel durumla bağının kurulabilmesiyle mümkündür. Bunu
yapamazsanız, tek tek olaylar ve kişilerle sınırlı kalırsınız. Tarih sandığınız
şey de şu zamanda şu oldu kronolojisinin ötesine geçmez.
Bunlar benim görüşlerim değil. Tarih nedir, konulu
incelemeleri şöyle bir karıştırmak bile bu görüşleri öğrenmek için yeterlidir.
Aradan 32 yıl geçtikten sonra 1982 Ağustos’una yeniden
baktığımda eskiden vardığım sonuçtan farklısına ulaşmıyorum: Hayatımda verdiğim
en akıllıca kararlardan bir tanesidir. Tam zamanında, ne erken ne de geç
verilmiştir.
12 Eylül 1980 sonrasının ilk büyük ayrılığıdır. Neden böyle
bir karar verdiğimi geçmişte uzunca anlatmıştım, tekrarlamak yerine birkaç
maddede kısaca belirtmeye çalışacağım:
Birincisi: 1980 yılının sonlarında Adana ve ardından da Antakya’ya
gidip orada bir süre kaldığımda, anlı şanlı Güney örgütlenmesinin büyük bir
abartma olduğunu görmüştüm. 1980 sonunda örgütten geriye pek bir şey
kalmamıştı. Orada burada insanlar vardı ama aralarında herhangi bir bağlantı ve
az çok da olsa koordineli bir çalışma yoktu.
İkincisi: Suriye’de kısa süre (dört ay) kaldım ve
fırsatını bulduğum anda gittim. Burada tam bir tecrit içindeydim. Tektim ama
acayip çekiniyorlardı. “Hapisten kaçtı, başımıza bela oldu” sözü bu gerçeği
kısaca ifade eder.
Arapça bilmiyordum, gerek olduğunda İngilizce bilen
birisini bulup anlaşma işini öyle hallediyordum, ama göreceğimi görmüştüm;
örgütün Arap kökenli kadrolarından bir bölümü Suriye polisiyle içli dışlıydı,
hem de fazlasıyla… Bunu anlamak için Arapça bilmek gerekmiyordu.
Bu ülkede bir şey yapılamayacağına karar verdim.
Yabancısı olduğunuz bir ülkede o ülkenin gizli ve açık polisini arkasına almış
bir kesime karşı bir şey yapamazsınız. Bir an önce git buradan, ayağını yere
bas, sonrasına bakarız…
Paris’e gittim. 1981 yılının Haziran ayından 1982 yılının
aynı ayına kadar, bir yıl içinde, ilk kez gördüğüm bu yabancı ülkede yapacağımı
yapmıştım.
Üç sayı dergi çıkarmıştık (Tek Yol Devrim) ve bu dergi
Almanya’da da basılıp dağıtılmıştı.
Atölye işgallerini, büyük tartışma toplantılarını
saymıyorum. Ocak 1982’de Paris ev işgallerini gerçekleştirdik ve aylarca hem
Türkçe hem de Fransızca basında konu olduk. 12 Eylül 1980 sonrasında solun
büyük eylemlerinden bir tanesiydi.
Tek Yol Devrim dergisinin Paris Ev İşgalleri Özel
sayısını bastık ve bunu Suriye’ye de göndererek orada da dağılmasını sağladık.
Ardından 1982 yılı Temmuz ayında Almanya örgütünü onların
çağrısı üzerine ziyaret ettim. Lazkiyeli Muhabarat öyle bir telaşlandı ki… Bu
işin bitmiş olduğu görünüyordu artık… Almanya özellikle ekonomik kaynak
yönünden önemli bir yerdi ve bu ülke daha önce resmen üzerinde çekirge sürüsü
geçmiş gibi soyulmuştu.
İkinci bir kere daha gittim. Suriye’den gelen tehditlere
aldırmıyordum, çünkü ilişkilerimi yaratmıştım ve bulunulan alanda önemli bir
gücün desteğine sahiptim. Bir yıl önce birkaç kişi olduğumuz Paris’te o günün
koşullarında kitlesel hareketlerden birisi olmuştuk. Bunu yaparken Türkiye’deki
örgüte herhangi bir referans vermem gerekmedi. Burası bambaşka bir alandı ve
tabii ki geçmişin birikimini taşıyordum ama o geçmişle yetinerek bir şey
olmazdı.
Beklediğim gibi karşı taraf saldırıya geçti ve büyük bir
sürprizle karşılaştı. Ayrılabileceğimi hiç düşünmemişlerdi. Sanıyorlardı ki, ne
yaparlarsa yapsınlar sineye çekeceğim…
O gün karşımızdaki esas soru ayrılıp ayrılmamak değildi.
Ayrı örgüt mü kurmalıyız yoksa TKEP’e mi katılmalıyız? (Aramızda zaten ittifak
vardı).
Benim açımdan Acilciler bitmişti. Sonraki yıllarda bunu
daha da açık olarak gördüm. Bizim de bir parçası olduğumuz dünya silahlı
mücadele hareketi değişik ülkelerde yenilmişti. Latin Amerika ülkeleri hakkında
ayrıntılı bilgim olduğu gibi, orada neler olduğunu da İngilizce basından
izleyebiliyordum.
Ayrı örgüt kurabilirdik. Bunun için yeterli sayımız ve
imkânımız vardı ama neden dolayı kuracaktık?
1974 yılında Acilciler kurulurken farklı iddialarımız
vardı. Ağustos 1982’de ise, soldaki bütün örgütlerden ayrı görüşlere sahip
değildik.
Eskiden beri şuna sinir olurum: İnsanlar örgütlerinden
ayrılırlar, ayrı örgüt kurarlar ve devrimci hareketin birliğinden söz ederler.
Apayrı bir iddiaları da bulunmamasına karşın ayrı örgüt kurarlardı ve birlik
isterlerdi.
Bu garip duruma düşmedim.
Fransa ve Almanya’da ayrılığın olduğu sırada Suriye’deki
örgütten de bizden ayrı bir ayrılık olduğunu duyduk. Oradaki arkadaşlar
başlangıçta eski silahlı propaganda görüşüne dönülmesinden yanaydılar. Daha
önemlisi, ayrılığın önde gelen gerekçesiydi; örgüt Araplaştırılıyordu (siz bunu
Muhabaratlaşmak olarak okuyun…)
Oradaki arkadaşlar ben gittikten sonraki bir yıl içinde
olayların gidişatını doğal olarak daha açık görüyorlardı: 1982 yılında örgüt
Suriye Muhabaratı’nın uzantısı durumuna gelmişti ve buna karşı çıkan Arap ya da
Türk herkes tasfiye ediliyordu.
Müntecep Kesici, Eylül öncesinde Antakya’nın bu önde
gelen militanı, bu sürece karşı çıktığı için öldürülecekti.
Arapçayı iyi bilen bu arkadaşlar Suriye’de bir şey
yapılamayacağını nasıl görmemişlerdir, o zaman da anlamamıştım…
Suriye’deki arkadaşlarla uzun bir telefon konuşmam oldu
ve TKEP’e katılma kararımızı açık olarak ilettim. Onlar da daha sonra aynı yola
girdiler ve Suriye’yi terk ettiler.
Onlara geçmişle uğraşmamalarını, yeni bir ortamda
kendilerini yeniden üretmelerini, geride bıraktıklarımızın bu ayrılığın
altından kalkamayacaklarını açık olarak söyledim. Geride kalan bütün kadroyu
tanıyordum ve bunların iflah olması mümkün değildi. Nitekim de öyle oldu.
Bizim ardımızdan ikişerli üçerli çok sayıda kişi ayrıldı.
Rakam yaklaşık 300 kişi olarak tahmin ediliyor. Bunların bir bölümü, solun
diğer örgütlerinde olduğu gibi, dağıldı; bir bölümü ise değişik yerlerde
faaliyetini sürdürdü.
Örgütün Muhabaratlaştırılmasını reddeden ve açtığımız
yoldan gitmeye hazır epeyce insan varmış.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Madem ki belirli bir
kitle ve potansiyel olarak da daha büyük bir kitle vardı; ayrılma yerine
Avrupa’da kendini merkez sanan Suriye’dekilere karşı bir mücadele cephesi
açılamaz mıydı?
Hayır, açılamazdı. Bu mücadele o dönemde Avrupa’da
yürütülmek zorundaydı, Suriye’de bir şey yapılamazdı. Acilcilerin büyük bölümü
bambaşka bir alan olan Avrupa’da başarılı değildi, olamazdı. Bu bize özgü bir
durum değildir. Devrimci örgütlerin çok sayıda militanı Avrupa ülkelerine
gelmişti ve sudan çıkmış balığa döndüklerini görüyorduk.
Paris’te eylemlerin içinde yetişmiş bir kadromuz vardı.
Bu kadroyu, Fransa’da silahlı politik mücadele yürütülemeyeceği konusunda
evleri birlikte işgal ettiğimiz Action Direct’e karşı savunmuştum. Çok
uğraşmışlar ve bu konuda bazı Türkiyeli silahlı mücadele gruplarının desteğini
de almışlardı ama başarılı olamadılar, içimizden kimseyi ikna edemediler. Paris’te
kalsaydım eğer bu arkadaşlarla yaşanılan yere yönelik ve Türkiye ile de ilgili
önemli işler yapabilirdik. Ne ki, bu arkadaşlarla birlikte hiçbir ilgilerinin
ve bilgilerinin bulunmadığı örgüt içi konularda mücadeleye giremezdim.
İki önemli nokta daha vardı:
Her zaman devrimci hareketin genel çıkarını ön planda
tutmuş bir insan oldum. Apayrı görüşlerim varsa, bunları gerçekleştirmek için
tabii ki ayrı bir yapıda yer alırım ya da kurulmasına yönelirim, ama yoksa
neden böyle yapayım? Bilgimi ve yeteneklerimi karanlık işlerin döndüğü bir yapı
içinde hapsetmek yerine daha geniş bir alanda değerlendirmek daha doğruydu.
Önümde büyük bir alanın açıldığını seziyordum. Neden bu
alana girmeyip kendimi kısır ilişkilere hapsedeyim ki!
Paris’ten Almanya’ya giderken bu ülke hakkında hiç fikrim
yoktu ama başarılı olacağıma emindim. Anadolu’da bir köye gitsem orada bir şey
yapamam, ama burası benim alanımdı.
1982-2007 arasında kalan 25 yılda bu görüşlerim tümüyle
doğrulandı.
Arkaya bakmadım. Ne Acilciler’in kurucularından olmayı,
ne TDAS’ı yazmış olmayı, ne Paris’teki ev işgallerini konuşmadım. Bunları zaten
çok sayıda insan biliyordu ve bunlara sığınılarak geleceğe yönelik bir şey
yapılamazdı. Almanya’da tabii ki geçmişin birikimini de kullanarak kendimi yeniden
üretmem gerekiyordu.
Hayır böyle yapamadın diye herhalde kimse iddia
etmeyecektir.
20 yıldan fazla oluyor. Zürih’te Haydar Yılmaz’ın kardeşi
Halis bana doğrudan söylemişti: Ayrılmasaydın bu örgüt de bu duruma düşmezdi.
Dikkatinizi çekerim, 1990’lı yılların başlarında bile –ne
kadar varsa artık- örgütün pislik yuvası haline dönüştüğü görülüyordu.
Ona şöyle demiştim: “Kalsaydım, bu insanları bir şekilde
hallederdim. Ama yüzde 70 oranında ben de biterdim, buna da değmezdi.”
O didişmenin içinde ben de büyük oranda biterdim ve
yapabilmiş olduğum birçok şeyi de yapamazdım.
Tanınmış bir kişi olduğum için o pisliğin içinde
kaldığımda ister istemez o pisliğe meşruiyet kazandıracaktım.
Orada kalmak daha kolay olurdu, çünkü sonuçta bildiğim
bir alandı ve çapsız kişiler de bildiğim kişilerdi. Yeni girdiğim alan ise
belirsiz ve zor bir alandı, büyük çaba harcamam gerekti ama yapabildim. Bugünkü
ben o alanın sonucu olan bir insanım. O pisliğin içinde kalsaydım, bugünkü
benin üçte biri bile olmazdı.
Geçmiş, sadece Acilciler değil, olaylara daha geniş
bakın…
*****
TARAF OLMAYAN
BERTARAF OLUR!
Ağustos 1982 yazısında o zamanı anlatmıştım,
şimdi gelelim günümüze. 1982-2007 yılları arasında Acilcilerin şu veya bu
kesimiyle bağım olmadığı gibi geçmişte bu ismin içindeki konumumdan da söz
etmedim. Derken, 25 yıl sonra, Özgür Medya sitesini kuran arkadaşlar düzenli
yazı yazmam için beni çağırdılar.
Kabul ettim ve yazmaya başladım. Ortalama olarak haftada
üç kez…
Neden beni çağırdılar gibi bir soru sorulmalıdır. Öyle ya, bir tarafta
Lazkiye’de örgüt genel sekreteri geçinen bir tip var, öteki tarafta ise gerilla
Rıza bulunuyor. Ben ise 25 yıldır yokum, neden beni çağırıyorsunuz?
Başkası yok, onun için. Her kesimde
adı bilinen politik olarak aktif bir insanım. Lazkiye’dekinin her tarafından
pislik akıyor. Diğerinin ise teorik ve pratik olarak herhangi bir özelliği
bulunmuyor. Acilciler ile 25 yıl sonrasında da olsa ilişkilendirilebilecek,
herkesin de isim olarak bildiği ben varım. Bu nedenle çağırdılar. Başkası
olsaydı onu çağırırlardı ve normali de bu olurdu. Eklemek
gerek, diğer iki kişiye de ambargo koydular, özellikle de birincisine…
Birkaç ay yazı yazdıktan sonra değişik arkadaşların 1982
ayrılığını bilmediklerini ve merak ettiklerini anladım. Uygun bir dille bu
ayrılığı anlatmaya başladım ve beklemediğim gelişmeler oldu.
Lazkiyeli Muhabarat önce Faiz isminde bir hemşerisinin
ileti adresini kullanarak daha sonra da açıkça bana saldırmaya başladı.
Türkçede bir söz vardır: eceli gelen köpek cami duvarına
işer. Bu söz sanki Lazkiyeli Muhabarat için söylenmiş…
Birkaç ay sonra bu siteyi kurdum ( www.enginerkiner.org ) ve
geçmişin bildiğim karanlık işlerinden başladım: Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi ve
Muhabarat ile birlikte çalışma…
İlk icraatım Filistin’de öldürülen dört yoldaşla ilgili
yapılmak istenilen anmayı engellemek oldu. O dönem hiç ilgim bulunmadığı için
bilmiyordum, öğrenince hemen harekete geçtim.
Filistin’de dört yoldaş Suriye adına El Fetih’e
saldırdıkları eylemde öldürülmüştü. Üç tanesi çatışmada ölmüş, bir tanesi ise
esir düştükten sonra öldürülmüştü. Ve Lazkiyeli Muhabarat bu yoldaşları “İsrail
saldırısında şehit oldular” temelinde anmak istiyor, bu amaçla çevreye davetiye
gönderiyordu.
Bu konuda yayın yapınca, anma yapılamadı. Ardından
Lazkiyeli Muhabarat anlaşma teklif etti: ikimiz de susalım, internettekileri de
zamanla kaldıralım!
Reddettim. Elinden geleni ardına koyma, neymişsin görelim
bakalım…
Buraya kadar beni en çok şaşırtan konu şudur: İnsanlar çok şey
biliyordu, uzun zamandır uzak olan ben cahil kalmıştım. Seslerini çıkarmıyorlar
ya da çıkaramıyorlardı. Tavır alıyorlardı ama alttan alta. Kesinlikle açık
konuşamıyorlardı. Buna çok şaştım ve üzüldüm. Acilciler ne duruma düşmüş, dedim
kendi kendime. Teorik ve pratik herhangi bir yetkinliği bulunmayan ve her
tarafından pislik akan bir tip tehdit ve şantajla insanları susturmuştu.
Şunu da anlamak gerekiyordu tabii; çok sayıda kişinin
rahatını bozmaya niyeti yoktu. Politikmiş gibi görün, geçmişe dayanarak havanı
at ve gerisine de karışma…
Lazkiyeli Muhabarat da kendisine dokunulmaması şartıyla
herkesi övmeye ve paye dağıtmaya hazırdı. Sanki dağıtacağı payenin anlamı
varmış gibi…
Aradaki süreci atlıyorum, biliyorsunuz ya da sitedeki
üçte ikisi bu konuyla ilgili 25 yazarın yer aldığı 2000’den fazla yazıdan da
öğrenebilirsiniz.
Bu süreç içinde çeşitli tepkiler aldık. Türkiye solu
zaten Lazkiyeli tipi de tanıdığı için yaptığımızı büyük oranda olumlu buldu.
Baştan kuşkulu yaklaşanlar bile daha sonra iyi bir iş yaptığımızı belirttiler.
Türkiye solu çapında bir iş yaptık. Meseleyi fazlasıyla
kirli bir kişi kapsamından çıkardık, bir örgütün kendi geçmişiyle
hesaplaşmasına dönüştürdük. İyi ve kötü yanlarımızı ortaya koyduk,
yapabildiklerimizi ve yapamadıklarımızı anlattık.
Böyle bir değerlendirmeyi kapsamlı ve açık olarak yapmak,
ne yazık ki, solda ilk kez bize düştü. Bunu herkesin yapması gerektiğini de
defalarca belirttik.
Bu değerlendirme kapsamında sol içi şiddetin nedenleri ve
nasıl önlenebileceği konuları üzerinde de durduk. Bu konuda hem internette hem
de “Nebil Rahuma ve Sol İçi Şiddet” adıyla çıkan bir kitapta uzun bir yazı hazırladım.
2013 yılındaki Reyhanlı katliamına adı karışan Lazkiyeli
Muhabarat panik içinde yakın zamana kadar adına eylem çağrıları yaptığı
Acilciler adlı örgütün 20 yıldan beri bulunmadığını açıklamak zorunda kaldı.
(Gerçekte 20 yıldan beri Acilciler değil ama Sacilciler (Suriye Acilcileri)
vardı.) Acilciler’in adı bir dönem 1977 yılında bile olmadığı kadar öne çıktı.
Yayın organlarına çok sayıda söyleşi verdik.
Acilciler adı böylece yıllardır içinde bulunduğu
pislikten kurtarıldığı gibi, Lazkiyeli Muhabaratın elinden de alındı.
Amaçlarımızın tümüne ulaşmış olduk.
Burada belirtmek gerekir: Acilciler’in
kendisini halen politik olarak gören bir bölümü bu süreçte yer almadı. Kimisi
sesini çıkarmadan bekledi, kimisi ise “yanlış yapıyorsunuz, biz iki tarafa da
karşıyız” diye belirlemelerde bulundu.
Biz insan sayısına değil işlevselliğe bakarız. Sitede
yazanların birkaç katı da çevremiz vardı ve Acilcilerin geriye kalanına gerek
duymadan işi sonuna kadar götürebildik.
Hatırlayacak olursanız, bu süreç içinde eski Acilcilerin
süreçte yer almayan hatta karşı olanlarına bir kereden fazla çağrı yapmadım.
Çağrı yapan diğer arkadaşlar da bir süre sonra bundan vazgeçtiler.
İki tarafa da karşı olan üçüncü tarafçılar sonunda bir
tarafın ötekini imha ettiğini gördüler. Üçüncü taraflık ancak iki taraf
arasında görece dengenin var olduğu durumlarda geçerlidir. Taraflardan birisi
ötekini imha edince üçüncü tarafın zemini de kalkar.
Taraf olmayanlar bertaraf olmayı seçtiler. Taraf
olmamakla önemli ve büyük bir işin yapılmasını engelleyemediklerini, onlar
katılmasa da bu işin yapılabildiğini gördüler.
Lazkiyeli Muhabarat karşısında açık konuşamayan, ancak
arkadaş toplantılarında konuşabilen ya da içinden homurdanabilen insanların,
şimdi konuşuyor olmalarının ne oranda ciddi olduğunun takdirini kendilerine
bırakıyorum.
Açık konuşalım: Kendisini politik
olarak gören Acilcilerin bir bölümü gerçekte politik değildir. Politik mücadele
yapmıyorlar, yapıyormuş gibi görünüyorlar.
2008-2013 arasında yoğun olarak yürüttüğümüz kendi
geçmişini değerlendirme ve olmayan örgütün adını kirli amaçları için kullanmayı
sürdüren tipi açığa çıkarma kampanyamıza karşı çıkmalarının asıl nedeni de
buydu: Acilcilerin 1980 öncesindeki adını kullanarak hava atmak dururken, şimdi
geçmişi açık olarak değerlendirmenin, kötü yanlarımızı da ortaya koymanın
sırası mı?
Bazılarına göre “Acilcileri rezil ediyorduk”.
Tam tersine, adı Muhabarat ile özdeşleşmiş bir örgütün
tarihindeki pisliği temizledik, o adı devrimci hareketteki yerine yeniden
yerleştirdik.
Çok sayıyla değil işlevli sayıyla iş yapılacağını herkese
bir kere daha gösterdik.
Sonuca gelirsek…
Politik mücadele içinde yer almak, belirli bir hedef
çerçevesinde faaliyet yürütmeyi gerektirir. Bu faaliyet için gerekli örgüt
biçimleri değişir; örgüt de olabilir, çevre de olabilir, duruma göre değişir.
Politik mücadele; genel geçer konuşmak, solcu görünmek ve
her nabza göre şerbet vermek değildir.
Açık kıstaslarınız vardır, açık bir yeriniz vardır. Genel olarak
solcu olmak, politik mücadelede yer almak değildir.
Bu konuda insanlara zorlama yapılmasını doğru bulmuyorum.
İsteyen yapar istemeyen de içkili toplantılarda geçmişi yad eder ve kendince
böylece devrimcilik yapar. Kendisinin bileceği iştir!
Hapisten çıkalı 20 yıl olmuş ama hiçbir şey yapmamış
genel geçer devrimcilerle işim olmayacaktır. Bu kesimle ilişki kurmak
istemiyorum. Harcanan zaman ve enerjiye değmez.
Kimsenin dışlanmasından yana değilim ama açık
kıstaslarımız vardır. Bunlara uymayacak olanların kendi yolunda gitmesi herkes
için daha hayırlı olur.
Beni hayrete düşüren bir konuyu daha belirterek yazıyı
bitiriyorum: Bazı arkadaşlar örgüt kuracağımızı düşünüyormuş!..
Önceki yazıda ne zaman ayrı örgüt kurulur ne zaman
kurulmaz konusunu yazmıştım, tekrar etmeyeceğim. Ama diyelim ki, böyle bir
niyetimiz var. İyi ama, kendi adıma konuşayım, 20 yıldır doğru dürüst bir şey
yapmamış insanlarla örgüt kurmaya kalkacak kadar aptal olmadığımı sanıyorum.
Böyle düşünülmesi normal, çünkü bazı arkadaşlar 35 yıldır
ne teorik olarak ne de pratik politikada taş üstüne taş koymamışlar. Kendileri
katılmayınca örgütün geçmişiyle ilgili önemli işler yapılamayacağını sanmaları
da bu eksiklikten kaynaklanıyordu. Bu yanılgıdan kurtulmaya çalışmanızı
tavsiye ederim, başka ne diyeyim!
Biz devam edeceğiz.
Geçmişimizin değerlerini bugüne aktaracağız, Hepsi bu
kadar!
28.8.2014