AĞUSTOS 1982


Aslında bu konuda yeterince yazmış olduğum için yeniden yazmayacaktım. Ama ne yapayım, yeniden bazı kişiler tarafından gündeme getirildi. “1982 yılında örgütten neden ayrıldın? Sen ayrılmasaydın örgüt bu hale gelmezdi” saptamaları…

İşin ilginç yönü, konunun dar bir çevre dışında kimseyi ilgilendirmemesidir. Ben de bu yazıyı o dar çevre, eski arkadaşlar için yazıyorum zaten. Devrimci hareket içinde başka insanlara sorun, bana da ifade ettikleri gibi, “iyi ki de ayrılmışsın” diyeceklerdir.

Tarih sürekli olarak yeniden yazılır. Bunun başlıca iki nedeni bulunuyor:

Birincisi: Eskiden bilinmeyen yeni olgular bulunur ve bunların ışığında bir dönemin yeniden değerlendirilmesi gerekir. Örnek vermek gerekirse, 1976 yılında içimize Muhabarat ajanının girmiş olması böyle bir durumdur...

İkincisi: Olaylar birbirine farklı bağlanabilir ve böylece geçmişe yönelik farklı bir değerlendirme ortaya çıkar.

Tarih, geçmişin yeniden kurulmasıdır. Geçmişi yeniden kurmak için onu yaşamış olmak şart değildir, üstelik onu yaşayanlar yaşadıkları tarihi anlamamış da olabilirler. Çünkü tarihte tekil olayların anlaşılabilmesi ancak onların genel durumla bağının kurulabilmesiyle mümkündür. Bunu yapamazsanız, tek tek olaylar ve kişilerle sınırlı kalırsınız. Tarih sandığınız şey de şu zamanda şu oldu kronolojisinin ötesine geçmez.

Bunlar benim görüşlerim değil. Tarih nedir, konulu incelemeleri şöyle bir karıştırmak bile bu görüşleri öğrenmek için yeterlidir.

Aradan 32 yıl geçtikten sonra 1982 Ağustos’una yeniden baktığımda eskiden vardığım sonuçtan farklısına ulaşmıyorum: Hayatımda verdiğim en akıllıca kararlardan bir tanesidir. Tam zamanında, ne erken ne de geç verilmiştir.

12 Eylül 1980 sonrasının ilk büyük ayrılığıdır. Neden böyle bir karar verdiğimi geçmişte uzunca anlatmıştım, tekrarlamak yerine birkaç maddede kısaca belirtmeye çalışacağım:

Birincisi: 1980 yılının sonlarında Adana ve ardından da Antakya’ya gidip orada bir süre kaldığımda, anlı şanlı Güney örgütlenmesinin büyük bir abartma olduğunu görmüştüm. 1980 sonunda örgütten geriye pek bir şey kalmamıştı. Orada burada insanlar vardı ama aralarında herhangi bir bağlantı ve az çok da olsa koordineli bir çalışma yoktu.

İkincisi: Suriye’de kısa süre (dört ay) kaldım ve fırsatını bulduğum anda gittim. Burada tam bir tecrit içindeydim. Tektim ama acayip çekiniyorlardı. “Hapisten kaçtı, başımıza bela oldu” sözü bu gerçeği kısaca ifade eder.

Arapça bilmiyordum, gerek olduğunda İngilizce bilen birisini bulup anlaşma işini öyle hallediyordum, ama göreceğimi görmüştüm; örgütün Arap kökenli kadrolarından bir bölümü Suriye polisiyle içli dışlıydı, hem de fazlasıyla… Bunu anlamak için Arapça bilmek gerekmiyordu.

Bu ülkede bir şey yapılamayacağına karar verdim. Yabancısı olduğunuz bir ülkede o ülkenin gizli ve açık polisini arkasına almış bir kesime karşı bir şey yapamazsınız. Bir an önce git buradan, ayağını yere bas, sonrasına bakarız…

Paris’e gittim. 1981 yılının Haziran ayından 1982 yılının aynı ayına kadar, bir yıl içinde, ilk kez gördüğüm bu yabancı ülkede yapacağımı yapmıştım.

Üç sayı dergi çıkarmıştık (Tek Yol Devrim) ve bu dergi Almanya’da da basılıp dağıtılmıştı.

Atölye işgallerini, büyük tartışma toplantılarını saymıyorum. Ocak 1982’de Paris ev işgallerini gerçekleştirdik ve aylarca hem Türkçe hem de Fransızca basında konu olduk. 12 Eylül 1980 sonrasında solun büyük eylemlerinden bir tanesiydi.

Tek Yol Devrim dergisinin Paris Ev İşgalleri Özel sayısını bastık ve bunu Suriye’ye de göndererek orada da dağılmasını sağladık.

Ardından 1982 yılı Temmuz ayında Almanya örgütünü onların çağrısı üzerine ziyaret ettim. Lazkiyeli Muhabarat öyle bir telaşlandı ki… Bu işin bitmiş olduğu görünüyordu artık… Almanya özellikle ekonomik kaynak yönünden önemli bir yerdi ve bu ülke daha önce resmen üzerinde çekirge sürüsü geçmiş gibi soyulmuştu.

İkinci bir kere daha gittim. Suriye’den gelen tehditlere aldırmıyordum, çünkü ilişkilerimi yaratmıştım ve bulunulan alanda önemli bir gücün desteğine sahiptim. Bir yıl önce birkaç kişi olduğumuz Paris’te o günün koşullarında kitlesel hareketlerden birisi olmuştuk. Bunu yaparken Türkiye’deki örgüte herhangi bir referans vermem gerekmedi. Burası bambaşka bir alandı ve tabii ki geçmişin birikimini taşıyordum ama o geçmişle yetinerek bir şey olmazdı.

Beklediğim gibi karşı taraf saldırıya geçti ve büyük bir sürprizle karşılaştı. Ayrılabileceğimi hiç düşünmemişlerdi. Sanıyorlardı ki, ne yaparlarsa yapsınlar sineye çekeceğim…

O gün karşımızdaki esas soru ayrılıp ayrılmamak değildi. Ayrı örgüt mü kurmalıyız yoksa TKEP’e mi katılmalıyız? (Aramızda zaten ittifak vardı).

Benim açımdan Acilciler bitmişti. Sonraki yıllarda bunu daha da açık olarak gördüm. Bizim de bir parçası olduğumuz dünya silahlı mücadele hareketi değişik ülkelerde yenilmişti. Latin Amerika ülkeleri hakkında ayrıntılı bilgim olduğu gibi, orada neler olduğunu da İngilizce basından izleyebiliyordum.

Ayrı örgüt kurabilirdik. Bunun için yeterli sayımız ve imkânımız vardı ama neden dolayı kuracaktık?

1974 yılında Acilciler kurulurken farklı iddialarımız vardı. Ağustos 1982’de ise, soldaki bütün örgütlerden ayrı görüşlere sahip değildik.

Eskiden beri şuna sinir olurum: İnsanlar örgütlerinden ayrılırlar, ayrı örgüt kurarlar ve devrimci hareketin birliğinden söz ederler. Apayrı bir iddiaları da bulunmamasına karşın ayrı örgüt kurarlardı ve birlik isterlerdi.

Bu garip duruma düşmedim.

Fransa ve Almanya’da ayrılığın olduğu sırada Suriye’deki örgütten de bizden ayrı bir ayrılık olduğunu duyduk. Oradaki arkadaşlar başlangıçta eski silahlı propaganda görüşüne dönülmesinden yanaydılar. Daha önemlisi, ayrılığın önde gelen gerekçesiydi; örgüt Araplaştırılıyordu (siz bunu Muhabaratlaşmak olarak okuyun…)

Oradaki arkadaşlar ben gittikten sonraki bir yıl içinde olayların gidişatını doğal olarak daha açık görüyorlardı: 1982 yılında örgüt Suriye Muhabaratı’nın uzantısı durumuna gelmişti ve buna karşı çıkan Arap ya da Türk herkes tasfiye ediliyordu.

Müntecep Kesici, Eylül öncesinde Antakya’nın bu önde gelen militanı, bu sürece karşı çıktığı için öldürülecekti.

Arapçayı iyi bilen bu arkadaşlar Suriye’de bir şey yapılamayacağını nasıl görmemişlerdir, o zaman da anlamamıştım…

Suriye’deki arkadaşlarla uzun bir telefon konuşmam oldu ve TKEP’e katılma kararımızı açık olarak ilettim. Onlar da daha sonra aynı yola girdiler ve Suriye’yi terk ettiler.

Onlara geçmişle uğraşmamalarını, yeni bir ortamda kendilerini yeniden üretmelerini, geride bıraktıklarımızın bu ayrılığın altından kalkamayacaklarını açık olarak söyledim. Geride kalan bütün kadroyu tanıyordum ve bunların iflah olması mümkün değildi. Nitekim de öyle oldu.

Bizim ardımızdan ikişerli üçerli çok sayıda kişi ayrıldı. Rakam yaklaşık 300 kişi olarak tahmin ediliyor. Bunların bir bölümü, solun diğer örgütlerinde olduğu gibi, dağıldı; bir bölümü ise değişik yerlerde faaliyetini sürdürdü.

Örgütün Muhabaratlaştırılmasını reddeden ve açtığımız yoldan gitmeye hazır epeyce insan varmış.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Madem ki belirli bir kitle ve potansiyel olarak da daha büyük bir kitle vardı; ayrılma yerine Avrupa’da kendini merkez sanan Suriye’dekilere karşı bir mücadele cephesi açılamaz mıydı?

Hayır, açılamazdı. Bu mücadele o dönemde Avrupa’da yürütülmek zorundaydı, Suriye’de bir şey yapılamazdı. Acilcilerin büyük bölümü bambaşka bir alan olan Avrupa’da başarılı değildi, olamazdı. Bu bize özgü bir durum değildir. Devrimci örgütlerin çok sayıda militanı Avrupa ülkelerine gelmişti ve sudan çıkmış balığa döndüklerini görüyorduk.

Paris’te eylemlerin içinde yetişmiş bir kadromuz vardı. Bu kadroyu, Fransa’da silahlı politik mücadele yürütülemeyeceği konusunda evleri birlikte işgal ettiğimiz Action Direct’e karşı savunmuştum. Çok uğraşmışlar ve bu konuda bazı Türkiyeli silahlı mücadele gruplarının desteğini de almışlardı ama başarılı olamadılar, içimizden kimseyi ikna edemediler. Paris’te kalsaydım eğer bu arkadaşlarla yaşanılan yere yönelik ve Türkiye ile de ilgili önemli işler yapabilirdik. Ne ki, bu arkadaşlarla birlikte hiçbir ilgilerinin ve bilgilerinin bulunmadığı örgüt içi konularda mücadeleye giremezdim.

İki önemli nokta daha vardı:

Her zaman devrimci hareketin genel çıkarını ön planda tutmuş bir insan oldum. Apayrı görüşlerim varsa, bunları gerçekleştirmek için tabii ki ayrı bir yapıda yer alırım ya da kurulmasına yönelirim, ama yoksa neden böyle yapayım? Bilgimi ve yeteneklerimi karanlık işlerin döndüğü bir yapı içinde hapsetmek yerine daha geniş bir alanda değerlendirmek daha doğruydu.

Önümde büyük bir alanın açıldığını seziyordum. Neden bu alana girmeyip kendimi kısır ilişkilere hapsedeyim ki!

Paris’ten Almanya’ya giderken bu ülke hakkında hiç fikrim yoktu ama başarılı olacağıma emindim. Anadolu’da bir köye gitsem orada bir şey yapamam, ama burası benim alanımdı.

1982-2007 arasında kalan 25 yılda bu görüşlerim tümüyle doğrulandı.

Arkaya bakmadım. Ne Acilciler’in kurucularından olmayı, ne TDAS’ı yazmış olmayı, ne Paris’teki ev işgallerini konuşmadım. Bunları zaten çok sayıda insan biliyordu ve bunlara sığınılarak geleceğe yönelik bir şey yapılamazdı. Almanya’da tabii ki geçmişin birikimini de kullanarak kendimi yeniden üretmem gerekiyordu.

Hayır böyle yapamadın diye herhalde kimse iddia etmeyecektir.

20 yıldan fazla oluyor. Zürih’te Haydar Yılmaz’ın kardeşi Halis bana doğrudan söylemişti: Ayrılmasaydın bu örgüt de bu duruma düşmezdi.

Dikkatinizi çekerim, 1990’lı yılların başlarında bile –ne kadar varsa artık- örgütün pislik yuvası haline dönüştüğü görülüyordu.

Ona şöyle demiştim: “Kalsaydım, bu insanları bir şekilde hallederdim. Ama yüzde 70 oranında ben de biterdim, buna da değmezdi.”

O didişmenin içinde ben de büyük oranda biterdim ve yapabilmiş olduğum birçok şeyi de yapamazdım.

Tanınmış bir kişi olduğum için o pisliğin içinde kaldığımda ister istemez o pisliğe meşruiyet kazandıracaktım.

Orada kalmak daha kolay olurdu, çünkü sonuçta bildiğim bir alandı ve çapsız kişiler de bildiğim kişilerdi. Yeni girdiğim alan ise belirsiz ve zor bir alandı, büyük çaba harcamam gerekti ama yapabildim. Bugünkü ben o alanın sonucu olan bir insanım. O pisliğin içinde kalsaydım, bugünkü benin üçte biri bile olmazdı.

Geçmiş, sadece Acilciler değil, olaylara daha geniş bakın…

 *****

 TARAF OLMAYAN BERTARAF OLUR!

Ağustos 1982 yazısında o zamanı anlatmıştım, şimdi gelelim günümüze. 1982-2007 yılları arasında Acilcilerin şu veya bu kesimiyle bağım olmadığı gibi geçmişte bu ismin içindeki konumumdan da söz etmedim. Derken, 25 yıl sonra, Özgür Medya sitesini kuran arkadaşlar düzenli yazı yazmam için beni çağırdılar.

Kabul ettim ve yazmaya başladım. Ortalama olarak haftada üç kez…

Neden beni çağırdılar gibi bir soru sorulmalıdır. Öyle ya, bir tarafta Lazkiye’de örgüt genel sekreteri geçinen bir tip var, öteki tarafta ise gerilla Rıza bulunuyor. Ben ise 25 yıldır yokum, neden beni çağırıyorsunuz?

Başkası yok, onun için. Her kesimde adı bilinen politik olarak aktif bir insanım. Lazkiye’dekinin her tarafından pislik akıyor. Diğerinin ise teorik ve pratik olarak herhangi bir özelliği bulunmuyor. Acilciler ile 25 yıl sonrasında da olsa ilişkilendirilebilecek, herkesin de isim olarak bildiği ben varım. Bu nedenle çağırdılar. Başkası olsaydı onu çağırırlardı ve normali de bu olurdu. Eklemek gerek, diğer iki kişiye de ambargo koydular, özellikle de birincisine…

Birkaç ay yazı yazdıktan sonra değişik arkadaşların 1982 ayrılığını bilmediklerini ve merak ettiklerini anladım. Uygun bir dille bu ayrılığı anlatmaya başladım ve beklemediğim gelişmeler oldu.

Lazkiyeli Muhabarat önce Faiz isminde bir hemşerisinin ileti adresini kullanarak daha sonra da açıkça bana saldırmaya başladı.

Türkçede bir söz vardır: eceli gelen köpek cami duvarına işer. Bu söz sanki Lazkiyeli Muhabarat için söylenmiş…

Birkaç ay sonra bu siteyi kurdum ( www.enginerkiner.org ) ve geçmişin bildiğim karanlık işlerinden başladım: Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi ve Muhabarat ile birlikte çalışma…

İlk icraatım Filistin’de öldürülen dört yoldaşla ilgili yapılmak istenilen anmayı engellemek oldu. O dönem hiç ilgim bulunmadığı için bilmiyordum, öğrenince hemen harekete geçtim.

Filistin’de dört yoldaş Suriye adına El Fetih’e saldırdıkları eylemde öldürülmüştü. Üç tanesi çatışmada ölmüş, bir tanesi ise esir düştükten sonra öldürülmüştü. Ve Lazkiyeli Muhabarat bu yoldaşları “İsrail saldırısında şehit oldular” temelinde anmak istiyor, bu amaçla çevreye davetiye gönderiyordu.

Bu konuda yayın yapınca, anma yapılamadı. Ardından Lazkiyeli Muhabarat anlaşma teklif etti: ikimiz de susalım, internettekileri de zamanla kaldıralım!

Reddettim. Elinden geleni ardına koyma, neymişsin görelim bakalım…

Buraya kadar beni en çok şaşırtan konu şudur: İnsanlar çok şey biliyordu, uzun zamandır uzak olan ben cahil kalmıştım. Seslerini çıkarmıyorlar ya da çıkaramıyorlardı. Tavır alıyorlardı ama alttan alta. Kesinlikle açık konuşamıyorlardı. Buna çok şaştım ve üzüldüm. Acilciler ne duruma düşmüş, dedim kendi kendime. Teorik ve pratik herhangi bir yetkinliği bulunmayan ve her tarafından pislik akan bir tip tehdit ve şantajla insanları susturmuştu.

Şunu da anlamak gerekiyordu tabii; çok sayıda kişinin rahatını bozmaya niyeti yoktu. Politikmiş gibi görün, geçmişe dayanarak havanı at ve gerisine de karışma…

Lazkiyeli Muhabarat da kendisine dokunulmaması şartıyla herkesi övmeye ve paye dağıtmaya hazırdı. Sanki dağıtacağı payenin anlamı varmış gibi…

Aradaki süreci atlıyorum, biliyorsunuz ya da sitedeki üçte ikisi bu konuyla ilgili 25 yazarın yer aldığı 2000’den fazla yazıdan da öğrenebilirsiniz.

Bu süreç içinde çeşitli tepkiler aldık. Türkiye solu zaten Lazkiyeli tipi de tanıdığı için yaptığımızı büyük oranda olumlu buldu. Baştan kuşkulu yaklaşanlar bile daha sonra iyi bir iş yaptığımızı belirttiler.

Türkiye solu çapında bir iş yaptık. Meseleyi fazlasıyla kirli bir kişi kapsamından çıkardık, bir örgütün kendi geçmişiyle hesaplaşmasına dönüştürdük. İyi ve kötü yanlarımızı ortaya koyduk, yapabildiklerimizi ve yapamadıklarımızı anlattık.

Böyle bir değerlendirmeyi kapsamlı ve açık olarak yapmak, ne yazık ki, solda ilk kez bize düştü. Bunu herkesin yapması gerektiğini de defalarca belirttik.

Bu değerlendirme kapsamında sol içi şiddetin nedenleri ve nasıl önlenebileceği konuları üzerinde de durduk. Bu konuda hem internette hem de “Nebil Rahuma ve Sol İçi Şiddet” adıyla çıkan bir kitapta uzun bir yazı hazırladım.

2013 yılındaki Reyhanlı katliamına adı karışan Lazkiyeli Muhabarat panik içinde yakın zamana kadar adına eylem çağrıları yaptığı Acilciler adlı örgütün 20 yıldan beri bulunmadığını açıklamak zorunda kaldı. (Gerçekte 20 yıldan beri Acilciler değil ama Sacilciler (Suriye Acilcileri) vardı.) Acilciler’in adı bir dönem 1977 yılında bile olmadığı kadar öne çıktı. Yayın organlarına çok sayıda söyleşi verdik.

Acilciler adı böylece yıllardır içinde bulunduğu pislikten kurtarıldığı gibi, Lazkiyeli Muhabaratın elinden de alındı.

Amaçlarımızın tümüne ulaşmış olduk.

Burada belirtmek gerekir: Acilciler’in kendisini halen politik olarak gören bir bölümü bu süreçte yer almadı. Kimisi sesini çıkarmadan bekledi, kimisi ise “yanlış yapıyorsunuz, biz iki tarafa da karşıyız” diye belirlemelerde bulundu.

Biz insan sayısına değil işlevselliğe bakarız. Sitede yazanların birkaç katı da çevremiz vardı ve Acilcilerin geriye kalanına gerek duymadan işi sonuna kadar götürebildik.

Hatırlayacak olursanız, bu süreç içinde eski Acilcilerin süreçte yer almayan hatta karşı olanlarına bir kereden fazla çağrı yapmadım. Çağrı yapan diğer arkadaşlar da bir süre sonra bundan vazgeçtiler.

İki tarafa da karşı olan üçüncü tarafçılar sonunda bir tarafın ötekini imha ettiğini gördüler. Üçüncü taraflık ancak iki taraf arasında görece dengenin var olduğu durumlarda geçerlidir. Taraflardan birisi ötekini imha edince üçüncü tarafın zemini de kalkar.

Taraf olmayanlar bertaraf olmayı seçtiler. Taraf olmamakla önemli ve büyük bir işin yapılmasını engelleyemediklerini, onlar katılmasa da bu işin yapılabildiğini gördüler.

Lazkiyeli Muhabarat karşısında açık konuşamayan, ancak arkadaş toplantılarında konuşabilen ya da içinden homurdanabilen insanların, şimdi konuşuyor olmalarının ne oranda ciddi olduğunun takdirini kendilerine bırakıyorum.

Açık konuşalım: Kendisini politik olarak gören Acilcilerin bir bölümü gerçekte politik değildir. Politik mücadele yapmıyorlar, yapıyormuş gibi görünüyorlar.

2008-2013 arasında yoğun olarak yürüttüğümüz kendi geçmişini değerlendirme ve olmayan örgütün adını kirli amaçları için kullanmayı sürdüren tipi açığa çıkarma kampanyamıza karşı çıkmalarının asıl nedeni de buydu: Acilcilerin 1980 öncesindeki adını kullanarak hava atmak dururken, şimdi geçmişi açık olarak değerlendirmenin, kötü yanlarımızı da ortaya koymanın sırası mı?

Bazılarına göre “Acilcileri rezil ediyorduk”.

Tam tersine, adı Muhabarat ile özdeşleşmiş bir örgütün tarihindeki pisliği temizledik, o adı devrimci hareketteki yerine yeniden yerleştirdik.

Çok sayıyla değil işlevli sayıyla iş yapılacağını herkese bir kere daha gösterdik.

Sonuca gelirsek…

Politik mücadele içinde yer almak, belirli bir hedef çerçevesinde faaliyet yürütmeyi gerektirir. Bu faaliyet için gerekli örgüt biçimleri değişir; örgüt de olabilir, çevre de olabilir, duruma göre değişir.

Politik mücadele; genel geçer konuşmak, solcu görünmek ve her nabza göre şerbet vermek değildir.

Açık kıstaslarınız vardır, açık bir yeriniz vardır. Genel olarak solcu olmak, politik mücadelede yer almak değildir.

Bu konuda insanlara zorlama yapılmasını doğru bulmuyorum. İsteyen yapar istemeyen de içkili toplantılarda geçmişi yad eder ve kendince böylece devrimcilik yapar. Kendisinin bileceği iştir!

Hapisten çıkalı 20 yıl olmuş ama hiçbir şey yapmamış genel geçer devrimcilerle işim olmayacaktır. Bu kesimle ilişki kurmak istemiyorum. Harcanan zaman ve enerjiye değmez.

Kimsenin dışlanmasından yana değilim ama açık kıstaslarımız vardır. Bunlara uymayacak olanların kendi yolunda gitmesi herkes için daha hayırlı olur.

Beni hayrete düşüren bir konuyu daha belirterek yazıyı bitiriyorum: Bazı arkadaşlar örgüt kuracağımızı düşünüyormuş!..

Önceki yazıda ne zaman ayrı örgüt kurulur ne zaman kurulmaz konusunu yazmıştım, tekrar etmeyeceğim. Ama diyelim ki, böyle bir niyetimiz var. İyi ama, kendi adıma konuşayım, 20 yıldır doğru dürüst bir şey yapmamış insanlarla örgüt kurmaya kalkacak kadar aptal olmadığımı sanıyorum.

Böyle düşünülmesi normal, çünkü bazı arkadaşlar 35 yıldır ne teorik olarak ne de pratik politikada taş üstüne taş koymamışlar. Kendileri katılmayınca örgütün geçmişiyle ilgili önemli işler yapılamayacağını sanmaları da bu eksiklikten kaynaklanıyordu. Bu yanılgıdan kurtulmaya çalışmanızı tavsiye ederim, başka ne diyeyim!

Biz devam edeceğiz.

Geçmişimizin değerlerini bugüne aktaracağız, Hepsi bu kadar!


28.8.2014